Yaşam içerisinde günlük bir sürü koşuşturmamız vardır. İşe gideriz, yakınlarımızla ilgileniriz, kendi ihtiyaçlarımızı gideririz, arkadaşlarımız vardır, yemek yeriz, dolaşırız, alışveriş yaparız. Sonra bunlarla ilgili de bir sürü diyalog kurarız. Tüm yaşamımız; ne yaptın, ne aldın, hobilerimiz ve yaşadığımız sorunlar üzerine kurulu oluyor.
Bu konuşmaları manevi boyutta derinlemesine inecek bir hale sürüklediğiniz zaman şöyle çok garip bir cümleyle karşılaşırsınız: “Çok derine inmemek lazım.” Nasıl yani? Neden? Soruları da bu cümlenin ardından çakan şimşekler oluyor. Peki, fazla derine inmeyelim, konuşmayalım, rahatımızı bozmayalım. Peki ölüm? Ölümü nereye koyacağız?
Konusu her açıldığında “Neyse böyle kötü şeylerden bahsetmeyelim.” mi diyeceğiz. Hayatımızın kötü şeyi olarak bir köşede tutulamayacak kadar gelişi bazen ani, bazen hesapsız ama asla durdurulamayacak olan ölümü bir kenara koyamayız.
Ölümü tüm insanlar düşünür. Sonunun ne olacağını düşünür. Sağlıklı düşünemediğimiz takdirde psikolojimizi bile bozabiliriz. Bir yanda dünyanın sunduğu tatlı nimetler, bir yanda ölüm. Bu durum bizi tamamen kendi hayatının içine dönmüş sadece kendiyle ilgilenen burada sonsuzca yaşayacak bir hale sokabilir. Ya da “Aman dünya sevgisi içimde olmasın.” diye helali bile kendine haram kılan bağnaz bir yaşam tarzına sokabilir. Başka bir durum da oluşabilir, o da: “Burayı yaşayayım keyfime bakayım ama ölüm de var.” deyip Yaratan’a taksitle borç ödeme mantığında bir ibadet anlayışı da oluşabilir.
Aslında ölüme bakış açımız hayatımızın şeklini, yönünü, felsefesini, tarzını belirliyor. Peki, ölüm bize ne anlatmak istiyor? Ölümden anladığımız ne? Ölüm, içinde bulunduğumuz hayatın bir sonu olduğunu anlatır. Bu bazen duymak istemediğimiz bir şey gibi olsa da bazen de duymak istediğimiz bir şey oluyor. Çünkü hayat her zaman hatta çoğu zaman dört dörtlük gitmiyor. Mutlaka bir zorluk oluyor hayatımızda, küçüğünden büyüğüne birçok imtihan. Bazı imtihanlarımız dayanılmaz bir hale gelir. Kimi zaman dünya çok anlamsız bir hale gelir. Böyle anlarda ölümün varlığı insanı rahatlatır. Ancak ölüme bu hayatın sonu değil de tamamen bir son gözüyle bakıyorsanız haliyle yokluğu kabul edemeyecek olan insanoğlu için burayı anlamsız kılmak yaşarken ölmek anlamına gelir ki bu sebeple böyle bakan biri için dünyanın her şeyi tatlıdır. Sadece duymak istemediği şeyler tatsızdır.
Öleceğini bilmek dünya hayatından sonra bir hayatın olduğuna, hesabın olduğuna inananları bir dengede tutar.
Ölümü tahayyül etmek zordur. Tasavvufta ölüm rabıtası vardır. İnsan öldükten sonraki durumu; gerçekleştirilen merasimi, etrafındakilerin halini hayal eder. Ama insan ölüm anını tam düşünemez. Can vermek, ruhun bedenden ayrılması nasıl bir şeydir bilemeyiz. Evet, bunun bilimsel, fizyolojik bir açıklaması vardır. Solunum durur, kalp durur, beden solar, vücut ısısında geri dönüşü olmayan bir düşüş, ölüm katılığı, kanın vücudun alt bölümüne toplanması… Tüm hayati faaliyetlerin sona ermesi. Ancak yaşanmışlık başka bir şeydir. Biz tamamen madde olmadığımıza göre, görenin göz değil de ruh olduğu söylendiğine göre, madde beden tüm devrelerini kaparken ruhun o andaki durumu ne haldedir pek bilemeyeceğiz. Kur’ân’da bu durum için şöyle bir ayet mevcuttur: “Kişinin canı boğaza dayanınca ve siz o zaman bakıp kalırken, biz o kişiye sizden daha yakınızdır.” (Vakıa, 56/83-85)
Şu dünyada öleceğini bilen tek canlıyız. Ölümü düşünmek, üzerini örtmeden kabullenebilmek, hayata derin manalar katar. Anlamlandırır hayatımızı. Bazen hastalıkla ya da kazalarla ölüm seviyesine gelen kişiler daha sonrasında hayata bakış açılarının değiştiğini söylerler. Hatta daha önceki halleriyle hayatı tamamlasalar boş ve anlamsız bir hayat sürmüş olacaklarını anlatırlar.
Ölümü idrak edebilmek hayatı kıymetlendiriyor, zamanı kıymetlendiriyor. Ölümün zamanla iç içe oluşunu, bu sebeple de “an”da kalma duygusunu fark ettiriyor. Ne geçmişin kırgınlık, kızgınlık ve pişmanlıklarında takılı kalmak ne de geleceğin endişelerinde boğulmak. En derin manalarla anın içini doldurmak ancak ölümü idrakle oluşabilecek bir şeydir.
Okuduğum bir romanda bir kişinin normal süren hayatını olmayan sorunlarıyla bilincinde büyüterek nasıl cehenneme çevirdiğini anlatıyordu. Bir an kendini çok mutlu hisseden bu adam bir anda güvensizlik ve korku duygularıyla sarılı, kasvetli bir ruh haline bürünüyordu. İş yerinde zimmetine yüklü bir para geçirip, sürekli suçladığı karısını ve göz ardı ettiği çocuklarını arkasına bakmadan terk edip gidiyor ve yerleştiği sıcak güney ülkelerinden birinde rüzgâr nereye savurursa oraya gidip, en son kız arkadaşını kendini bir katille bağdaştırarak öldürme noktasına geldiği sırada duygularının oradan oraya sürüklemesiyle açıldığı bir sandaldan kendini suya bırakıp intihar etmesiyle hikâye son buluyordu. Ölüm anında aslında hayatının kötü olmadığını, karısının iyi bir insan olduğunu, her şeyi fazlaca abarttığını, intiharının bile saçma olduğunu ve aynı zamanda ölümünde huzur verdiğini anlatıyordu. Aslında ölüm neyi nereye koyması ve ne kadar değer vermesi gerektiğini anlatıyor ve bu da son anda da olsa huzuru yakalamasına sebep oluyordu.
Aslında bu hikâyedekine benzer hayatlar, kuramadığı doğru denge yüzünden ve yakalayamadığı doğru maneviyatla yaşarken ölmeyi kabul edemediği için bu noktaya gelirler. Hikâyedeki kahraman kendini çok güvende hissettiği, sakin olduğu anları irdelediğinde yaratıcıyı her yerde hissettiğinden ötürü huzurlu olduğunu söylüyor. Bunu gerçek hayata vurduğumuzda, insanın maneviyatsız oluşu yaşarken ölmesine sebeptir. Kimi bunu hazmedemez arayış içindedir, kimi de öylece yaşamaya devam eder.
Yaşarken ölmek kişilerin değer yargılarına göre değişiyor tabi. Hedonist biri için fedakârlık yapmak saçma, anlamsız ve vaktin boşa harcanması olarak görülüyorsa; maneviyata değer veren için de maneviyatsız kuru bir yaşam, sadece dünya baz alınarak sürülecek bir yaşam da o kadar can sıkıcı ve bunaltıcıdır. Ancak herkesin muhakkak kabul edeceği şey, ahlaksızlığın yaşarken ölmek olduğudur.
Farkında olabilmek, yaşamı doğru idrak edebilmek, vicdanlı bakabilmek, adaletli olabilmek yaşamın burayla sınırlı kalmayıp ebediliğin farkına varmamızı sağlar. Bu da ölümden kaçan değil ölümle barışık hale getirir bizi.
Kalbimizden başlayarak tüm bedenimizi ilmek ilmek işlemiş olan dünya sevgimiz, gerçekleri idrak etmemize türlü vesilelerle engel oluyor. Oysaki bizsiz de dönüyordu bu dünya, bizden sonra da dönmeye devam edecek. Dünyaya gelene kadar bize ait zannettiklerimiz mi vardı. Kendi penceremizden baktığımız zaman hiçbir şey yoktu. Biz onları varlığımızdan ötürü duygu dünyamızda var ettik ki ne var etmek, öyle sıkı sıkıya bağlandık. Kendi penceremiz dışından baktığımız zaman bu devran hep dönüyordu, birileri hep geliyor ve gidiyor. Evrenin ömrünü düşündüğümüzde de bize bahşedilen çok kısa bir süre var.
Bir sürü amacımız, hedefimiz ve hayallerimiz var. Bu dünyada bir şekilde yaşamak zorundayız. Evet, dünyaya da emek vermek zorundayız. Ancak bir gün bu hedeflere doğru koşarken ölümün ansızın geleceğini ve sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi bizi alıp götüreceğini unutmamak lazım. Kimse dünyadan el etek çekemez, çekmemeli. Hele ki böyle bir zamanda yaşamalı, savaşmalı, düşmeli, kalkmalı, yorulmalı; kimi zaman zafer, kimi zaman mağlubiyet… Ne yapıyor olursak olalım, ne için yaptığımız önemli olacak sonunda ve o son dediğimiz ölüm bize bir geçişi ifade edecek, yokluğu değil. Bazı çabalar içinse bir daha geri dönüşü olmamak üzere sonu ifade eder ölüm. Bir an öldüğümüzü ve o geçtiğimiz başka boyuttan ya da âlemden tüm hayatımızı seyrettirdiklerini düşünün o an bir sürü pişmanlık ve bir sürü “şunu da yapsaydım”lar, korkup da yapamam dediğimiz şeylerdeki korkuların ne kadar aptalca ve basit olduğu, dert ettiğimiz sorunların ne kadar ufak olduğunu elbette anlardık.
Bir gün gözlerimiz belki bir tavana, belki gökyüzüne çakılı son anlarımızı yaşayacağız. Bir kaza, hastalık, kurşun, darbe, yaşlılık… hangisi sebep olur bilinmez. Sevdiklerimiz yanımızda olur mu bilinmez. Olsa da bir anlamı olur mu o da bilinmez. Hissedeceğiz o an son olduğunu, bizim zamanımız bizim için yavaşlayacak. “Ne olmuştu ki, ne yaşamıştım ben?” deyip çocukluğumuzdan başlayacağız tekrar hatırlamaya. Çocukluk, ergenlik, yetişkinlik, belki de yaşlılık; ağladığımız, güldüğümüz anlar; sevaplarımız, günahlarımız; yaptıklarımız, yapamadıklarımız en acısı da söyleyemediklerimiz. Neden insan kafasından geçirir ki bunları, son anlarında önemli miydi ki ya da artık bir önemi var mıydı? Bitti işte. Önemli olan tek şey vardı, yapılan ne için yapılmıştı. Tek gerçek en net haliyle çıkmıştı açığa: “Allah”.
Samimi bir sevgiyle kalın…
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

