Mukaddes Emanetler / Tarihçi Talha Uğurluel

gonul-23-mukaddes-emanetler-2Güzel bir eser olan “Mukaddes Emanetler” kitabının hazırlanması fikri nasıl ortaya çıktı?
O günlerde Mukaddes Emanetler Bölüm Müdürü Hilmi Aydın Bey bu kitabı hazırlamayı düşünüyormuş. Ortak arkadaşımız hattat Süleyman Berk Bey aracılığı ile tanıştık ve böylece proje başladı.

“Mukaddes Emanetler” kitabının hazırlanmasında editörlük yaptınız, neler hissettiniz?
Böyle bir proje ile o mukaddes zâtlara daha yakın olabileceğimi düşündüm. Tabi son derece heyecanlandım…

“Mukaddes Emanetler” eserinin harika bir muhafazası var, bu muhafazayı tasarlarken neyden esinlendiniz?
Mukaddes Emanetler kitabını 2003 yılında hazırladık, ben kitabın editörlüğünü yaptım. Bir gün eser üzerinde çalışıyoruz, kitabın son aşamasına geldik. Toplantıdayız; tasarımcılar var, sanat yönetmeni var, editör olarak biz varız… Sanat yönetmenimiz, kitabı bir kutuya koysak, dedi. İyi olur, dedik. Nasıl bir kutu olsun diye düşünürken sanat yönetmenimiz dedi ki: “Hırka-i Saadet sandığının aynısını yapalım, kitabı bunun içine koyalım.” Bunu yapmaya ne bizim gücümüz yeter ne de insanların satın almaya gücü yeter. Kutuda altınlar, yakutlar, zümrütler, elmaslar… dedik. “Gerçeğini yapamazsak kopyasını yapalım.” dedi. III. Murat Han, Peygamber Efendimiz’e o kadar düşkündü ki bugüne kadar yapılan Hırka-i Saadet sandıklarının en güzelini o yaptırmıştır. Kutunun tıpatıp kopyasını yaptık. Kitap 2004 Ocak ayında piyasaya çıktı. 2004 yılının Mart ayında dünya basınına düşen bir haber… Her sene dünyanın en iyi tasarlanmış ve basılmış on kitabı seçiliyormuş. Avusturya’da yapılan Dünya Kitap Tasarım Nobelleri seçiminde “Mukaddes Emanetler” eseri on binlerce kitap içinde dünya ikincisi oldu. Heyecanla telefona sarıldım, Avusturya’daki arkadaşları arayıp dedim ki: “Jüriye sorun, bu kitabın en çok nesinden etkilenmişler?” Cevap enteresandı, kutu tasarımından çok etkilenmişler. Döndüm İstanbul’daki arkadaşlara dedim ki: “Arkadaşlar ödülü biz kazanmadık, ödülü III. Murat Han ve III. Murat Han’ın Peygamber Efendimiz’e (sav) olan sevgisi kazandı. Çünkü bu kuyu yaptıran III. Murat Han’dı, biz sadece taklit etmiştik.

Mukaddes Emanetler, Yavuz Sultan Selim’e nasıl teslim edildi?
Yavuz Sultan Selim Mısır’a geldiğinde, Mekke Şerifi oğlu ile Mukaddes Emanetler’i Mısır’da bulunan Yavuz Sultan Selim’e gönderip teslim etmiştir.

Mukaddes Emanetler Topkapı Sarayı’nda muhafaza ediliyor. Topkapı Sarayı’nın bahçesindeki yapılardan bahseder misiniz?
Mukaddes Emanetleri görmemiz için Topkapı Sarayı’na gitmemiz ve sarayın Hırka-i Saadet diye adlandırılan ve aslında en önemli yerini görmemiz lazım. Enderun avlusu, Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusu ve sarayın belki de en önemli yeridir. Avlunun bir tarafında erkek öğrencilerin okulu, bir tarafında Duhteran Mektebi bulunmaktadır. İkisinin ortasında ise III. Ahmed’in Enderun Kütüphanesi yer alır. “Duhter” Farsça bir kelime ve “kız” anlamına gelir. Duhteran Mektebi, iki yüze yakın kız öğrencinin itina ile özel eğitim gördüğü yerdir.
Avlunun karşı tarafında zekâsıyla, kabiliyetiyle kendisini ispatlamış bir erkek öğrenci, on beş yılı aşan eğitim sisteminde avludaki binalarda okuya okuya yükselir ve Has Oda’da yaşamaya hak kazanır. Eğer Topkapı Sarayı’nı bilmeden geziyorsak bizim gözümüzde bu daire sadece Mukaddes Emanetler’in konduğu bir sergi salonundan başka bir şey değildir ama dikkatle baktığımızda Topkapı Sarayı’nın kalbinin burada attığını görürüz. Has Oda, Mukaddes Emanetler konulsun diye yaptırılmış bir oda değildir. Has Oda padişahın en özel odasıdır. Yüz yıllar boyunca birçok Osmanlı padişahı burada yaşadı. Peki eşleriyle çocuklarıyla mı yaşadı? Hayır… Enderun dediğimiz bu okulun son sınıfına gelmiş otuz dokuz has odalı öğrencisiyle bir staj ortamında yaşadılar. Enderun’un son sınıf öğrencileri Has Ağalardır ve mezun olduklarında devlette yüksek mevkilerde görev alırlar. Bu öğrenciler müthiş bir eğitim alıyorlar.
İnsanlar Osmanlı’daki evlilikleri rastgele zannediyorlar, rastgele bir evlilik yok. Mesela Hürrem Sultan, Kanunî Sultan Süleyman’ın annesi… “Sultanım, geçen bir kız bulduk, aman dillere destan, güzel. Hemen oğlunuzla evlendirelim.” şeklinde bir saçmalık yok. Ya da “Sultanım, bir oğlan bulduk Rüstem Paşa. Sizin kızla evlendirelim.” şeklinde bir saçmalık yok. Evet, Osmanlı endama bakardı ama kabiliyetine, liyakatine daha çok bakarak seçerdi. Liyakat yoksa, o alt yapı yoksa onu almazdı. Bir çocuğu ufacık yaşta Enderun’a alır, onu adım adım eğitir, süzer, Enderun’un yedi sınıfında yetiştirir. Her öğrenci bu yedi sınıfı tamamlayamaz, bir kısmı aralarda elenip gider. Ancak en liyakatli olanlar son sınıfa gelir “Has Ağa” sıfatını alırlar.
Sarayın en özel yetkili ağaları, yöneticileridirler. Bu öğrencilerin zülüfleri olurdu ama bu zülüflerin Yahudilerin zülüfleriyle bir alakası yoktur. Yahudilerde de zülüf var, çünkü Yahudiler: “Hz. Musa bizi bu zülüflerden tanıyacak, bu zülüflerimizden bizi tutup cennete atacak.” diye inanıyorlar. Yahudilerin zülüfleri kalın kalın olur. Has ağaların zülüfleri ise kurşun kalem gibi inceciktir. Zülüflerin uzunluğu öğrencinin rütbesini gösterir; zülüfü uzun olan öğrenci kısa olana göre daha kıdemlidir. Birinci ikinci sınıf öğrencilerin zaten hiç zülüfü yoktur. Zülüfler son sınıf öğrencilerinde var; bu bir rütbe gösteren üniforma gibidir. Son sınıfta otuz dokuz öğrenci var. Bu öğrencilerin iki vazifesi var. Birinci vazifeleri, yirmi dört saat ikişer ikişer padişahın arkasında nöbet tutup staj görmek. Bütün devlet padişahın etrafında dönüyor, devleti yönetmeyi öğreniyordu. Bunlar mezun olunca Sokullu Mehmet Paşa, Semiz Ali Paşa, Piyale Paşa, Gürcü Mehmet Paşa olacaklar ve karşı avludaki Duhteran Mektebi’nden en kıdemli kızla evlendirilecek, dünyanın dört bir yanını yönetmeye ve hizmet götürmeye gönderileceklerdir.
Enderun’da yedi sınıf var, her sınıf öğrencinin ders dışı ikinci bir vazifesi var. Küçük oda ve büyük oda öğrencileri mutfak hizmetlerinde çalıştırılıyor. Üçüncü sınıf “seferler” saray elbiseleriyle ilgili hizmetleri yapıyorlar. Dördüncü sınıf “kuşhane” kuşlara bakıyorlar. Beşinci sınıf “hazine” hazineye bakıyorlar. Altıncı sınıf “kiler” bunlar avlunun genel hiyerarşisini yönetiyor. Yedinci sınıf “has daire” talebelerinin ikinci vazifeleri kutsal emanetlerin bakımını yapmak. Beni en çok etkileyen de bu. Son sınıfa gelen çocuğa Peygamberimiz’in hırkasını emanet ediyor. “Bundan sonra onlara sen bakacaksın, tozunu sen alacaksın…” İnsan nasıl onure olur bir düşünün. Bu çocuk mezun olduğunda ise en büyük emaneti, insanı teslim ediyorlar. Peygamber Efendimiz’in (sav) bir sözü var: “İnsan kalbi Kâbe’den daha kıymetlidir. İnsan kalbini kıran Kâbe’yi yıkmaktan daha büyük günaha girmiş olur.” Keşke hepimiz hayatlarımızı buna göre şekillendirebilsek, hiç kalp kırmasak. Enderun Mektebi’ndeki genç, Sokullu Mehmet Paşa olduğu zaman o gence devlet, toplum, insan emanet edilir. Artık ona sorumluluğun en ağırı verilir. Osmanlı’da genç böyle şekilleniyor. Bugün bakıyoruz nesillerimize, biz bugün çocuklarımıza sorumluluk yüklemiyoruz. Aman yavrum, aman paşam sen dersine bak, başka hiçbir şeyle uğraşma… Çocuğa sorumluluk yüklersek o çocuk pişer, bir yerlere gelir. Hep pışpışlanıyorsa yetişkin insan olduğunda kendi ayakları üzerinde duramaz ve duramıyorlar da.
Enderun avlusundaki Has Daire’nin iki girişi var ve öndeki kapının girişinde bir yükselti var. Bu yükselti, her bir Osmanlı padişahı vefat ettiğinde naaşı gasledildikten sonra üzerine yatırılıp kefenlediği yerdir.
Arkadaki kapıya gittiğimizde bizi bir çeşme karşılıyor ama normal bir çeşme değil. Çünkü bu çeşmenin önüne bir tahta konuluyor, her vefat eden padişah burada gaslediliyor, yıkanıyordu.
“Mukaddes Emanetler” kitabı hazırlanırken içine birtakım tarihi hatıralar koymuştuk. Bunlardan bir tanesi de Sultan II. Abdülhamid Han’ın cenaze merasimi; dönemin tarihçisi Ahmet Refik anlatıyor: Beylerbeyi Sarayı’nda vefat eden padişahın naaşı Topkapı Sarayı’na getirildi. Önce buraya yatırıldı gasledildi, sonra ön kapıdaki yüksek eşiğe yatırıldı, tam kefenlenecekti ki vasiyeti hatırlatıldı. Vasiyeti: “Ben vefat ettiğimde naaşımı kefenleyip defnetmeden önce yüzüme Kâbe’nin örtüsünden bir parça örtün; ağzımın üzerine de destimâl kapatın.” Destimâl bir mendil; özelliği Peygamber Efendimiz’in (sav) mübarek hırkasına dokundurulmuş bir mendil olmasıdır. Abisinden birkaç ay sonra Sultan Mehmet Reşat vefat eder, küçük kardeşleri Sultan Vahdettin’e haber verir. Apar topar Topkapı Sarayı’na gelir ve geldiğinde abisinin naaşının buraya yatırılmış kefenlenmekte olduğunu görür. Bu manzara karşısında hepimizin kulağına küpe şu sözleri söyler: “Saltanatla teneşirin arası meğer ne kadar kısaymış.”
Topkapı Sarayı’nı hakkıyla, tüm bu detayları bilerek gezen Osmanlı’yı çok iyi anlar. Yani birilerinin karalamaya çalıştığı şekilde zevk ü sefa içinde mi yaşadılar, yoksa ölümü gözlerinin önüne koyarak “Unutma! Bugün dünyayı yönetiyorsun ama yarın sen de ölecek, üryan bir şekilde buraya yatırılacak ve dikişsiz bir beze sarılıp uğurlanacaksın.” anlayışıyla mı yaşadılar. Anlattıklarımız bu soruya aşikâr bir cevaptır.
Kapının önündeki yükseltinin köşesinde ağzı kapaklı bir kuyu bulunmaktadır ama normal bir kuyu değil. Çünkü içerisine su koymuyorlardı, içerisine toz koyuyorlardı. Biz her gün evlerimizi süpürüyoruz, tozları çöpe atıyoruz. Topkapı Sarayı da her gün süpürülüyor bu tozlar da çöpe atılıyor. Ama süpürülen yer Hırka-i Saadet dairesi ise buradaki tozları çöpe atamıyorlarmış. Çünkü bu dairenin içinde Peygamber Efendimiz (sav)’in hırkasından sancağına, Hz. Hüseyin’in gömleğinden Hz. Fatıma’nın duvağına kadar birçok emanet var. Bunlardan herhangi birinin bir toz zerresi yere düşer de süprüntüyle çöpe atılır, ayaklar altında kalır endişesiyle bu dairedeki bütün tozları bu kuyunun içinde saklıyorlardı.
Hiç unutmam, seneler önce Türkiye’nin en ünlü roman yazarlarından Mehmet Erdoğan Bey ile Topkapı Sarayı’nı geziyoruz. Kendisine bu kuyuyu anlattım, dedi ki: “Ya hu, sırf bu kuyudan bir roman yazılır.” “Romanın adı ne olur hocam?” diye sordum; “Tozuna Kurban” olur dedi. Gerçekten de ecdadımız, bu emanetleri kullanan o güzel insanların şahsında bu emanetlerin tozuna kurbandı. Hatta bu daireyi temizledikleri süpürge ve kürekleri de atamamışlar, onları da saklamışlar, bugünlere kadar korumuşlar.
Bu dairenin plan şeması (Enderun dairesinin plan şeması, 9 odalı plan şemasında odaların içinde numaralar yazıyor) 2 ve 9 numaralı daireler Has Ağa dediğimiz Enderun Mektebi’nin son sınıf otuz dokuz öğrencisinin yatakhanesi. 3 ve 4 numaralı odalar destimâl tören odası. 5 numaralı oda mescitleri, Padişah İstanbul’da saraydayken namazlarını bu öğrencilerle bu mescitte kılıyordu. 6 numaralı oda “Has Oda”…

“Has Oda”yı anlatır mısınız?
Has Oda’nın kapısına geldiğinizde şaşırıyorsunuz, kapının üzerinde “Esselamu aleyke ya Resulallah” yazıyor. Bir insan bu odadan içeri girerken bunu söylesin diye yazdılar. Bir insan odanın içine girerken neden bunu söyler? Odanın içinde Peygamber Efendimiz (sav) vardır, içeri gireriz “Esselamu aleyke ya Resulallah” der bir köşeye geçeriz. Gerçekten Peygamberimiz (sav) mi var? Tabi ki böyle bir şeyi bilemem ama bildiğimiz bir şey var; odanın içinde Peygamber Efendimiz’in (sav) hırkası, sancağı, sakal-ı şerifi, Uhud Savaşı’nda kırılan dişinin parçasına kadar bütün emanetler bu odada. Öyle olunca da sanki Peygamber Efendimiz (sav) varmışçasına selam vererek içeri giriyoruz. Has Oda’nın kapısında Mevlana’nın Mesnevisi’nden dört mısralık bir şiir var. Mevlana şöyle diyor: “Bütün kapılar kapatılmıştır, sadece senin kapın açıktır ki ya Resulallah, garipler başkalarına yol bulamaya.” Yani çocuklarımızın önüne açılan bütün kötü kapılar kapatılsa onların önünde sadece güzel yollara açılan güzel kapılar kalsa.
Has Oda, padişahın devlet işlerini yürüttüğü hususi odasıdır. Kapıdan girer girmez tahtı görürüz. Biliyorsunuz günümüz gençlerinin taht deyince akıllarına Ortaçağ krallarının tahtları geliyor; oturuyorsun eller yanlarda vs. vs. Osmanlı hiçbir zaman böyle bir tahta oturmadı. Bizde taht geniş olur, biz yayılarak oturmayı seven bir toplumuz. Oturduğun zaman bağdaş kurarsın, serilirsin, yayılırsın… Gündüz minderler şilteler sıralanıyor, oturuluyor; akşam oldu mu minderler toplanıyor. Eskiden pamuklu yataklarımız vardı, onlar seriliyordu, padişah orada yatıyordu. Burası onun hem yatak odasıydı hem de oturduğu koltuktu. Padişah burada tek başına yatıyordu. Köşelerde duvar nişi var, sağda ve solda, padişah soldakine başın koyardı. Dikkat ederseniz üzerinde iki tane menfez var; birinin içinde Peygamberimiz’in (sav) Hırka-i Saadet’i, diğerinde Sancak-ı Şerif’i dururdu. Burası böyle bir oda; böyle bir odada insan nasıl yaşar, yaşarken nelere dikkat eder, nelerden sakınır?
Odanın kubbesinin göbeğinde Ahzap sûresinin ilk ayetleri yazıyor, kubbenin kasnağında ise Fetih sûresinin ilk on ayeti yazıyor. Odanın dört duvarında Kâbe’nin dört örtüsü var. Odayı çepeçevre saran bir şiir var, Kaside-i Bürde (hırka şiiri) mavi kartuşlar halinde bütün odayı çeviriyor.
Kaside-i Bürde, Topkapı Sarayı’nda iki yerde yazılıdır; diğeri Karaağalar Taşlığı’ndadır. Kaside-i Bürde’nin çok güzel bir hikâyesi var. Bu hikâyede bütün insanlığa çok güzel bir mesaj var; affetmek, sahip çıkmak, sarılmak, kucaklaşmak… Örnek alacağımız en güzel kişi kim? Tabi ki Peygamber Efendimiz (sav)… Kaab bin Züheyr Peygamber Efendimiz’e (sav) öyle hakaretler ediyormuş ki hakkında yakalanması ve öldürülmesine dair ferman çıkıyor. Kaab bin Züheyr daha sonra pişman oluyor ve kılık değiştirip Medine’ye geliyor. Aslında Müslüman olmak için geliyor ama beni öldürürler mi diye de çok endişeli. Yüzüne bir peçe örtmüş, tek gözüyle görüyor. Peygamberimiz’in huzuruna geliyor, bir soru soruyor: “Ya Resulallah! Bir kişi Müslüman olsa geçmiş hata ve günahları affedilir mi?” Peygamber Efendimiz “Elbette affedilir.” diyor. Ayağa kalkıyor, “Peki bu kişi Kaab bin Züheyr olsa yine de affedilir mi?” diyor. Peygamber Efendimiz (sav) tekrar “Elbette affedilir.” deyince Kaab bin Züheyr hemen peçesini açıyor ve Kaside-i Bürde diye bildiğimiz şiiri okumaya başlıyor. Kaab bin Züheyr şiiri okumaya devam ederken Peygamber Efendimiz ayağa kalkıyor, hırkasını çıkarıyor ve hırkasını Kaab bin Züheyr’e hediye ediyor. İşte o hırka bu odada saklandığı için odanın duvarlarına çepeçevre bu şiir yazılmış. Bir kişinin diğerine hırka hediye etmesi çok büyük bir ihsandır. Özellikle ulemada, medrese mantığında vardır; Osmanlı’da gelenektir hırka giydirmek. Bugün üniversitelerde cübbe giydirme geleneği tarihten gelen bir gelenektir. Peygamber Efendimiz Kaab bin Züheyr’i affedebiliyorsa Hz. Hamza’yı öldüren Vahşi’yi affedebiliyorsa bizim hangimizin bir diğerine hatası suçu bu kadar büyük olabilir?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.