Dünyanın birbirine girdiği hengâme ortamında insanlar için en büyük tehlike ne yapacağını bilemez halde oluşlarıdır. Buna icmalen “belirsizlik” diyebiliriz. Tüm bu belirsizlikler içinde hiç şüphesiz, insan, kulluğundan sıyrılamıyor. Bir tarafta hayatın anlamı ve içinde bulunduğumuz “dünya imtihanı” diğer yanda dünyanın yokuş aşağı giden freni patlak araba gibi ne zaman nereye toslayacağı belli olmayan hali… Bize de “Allahım!” demek düşüyor, yalvarıp yakarıyoruz.
Malum olduğu üzere “iç ve dış dünyamız”, bizi sürükleyen en belirleyici unsurlar olarak karşımızda durmaktadır. Dış dünyamız yani “şartların sürüklediği biz…” İç dünyamız ise yine kendimizi merkeze alarak hem dış dünyanın bizlerde etki oluşturduğu tüm durumların iç dünyamızdaki yankıları hem de bizzat bizi biz yapan değerler açısından kendimize belirlediğimiz konumla birlikte “kendilik algımızı” etkileyen, varlık durumumuzu şekillendiren her şey… Kısaca “varolma biçimimiz…” İnsan olarak etkilenmemek mümkün olmayan bir zeminde varlığımızı korumaya çalışıyoruz. Bu arada nice yürekler var burkuk, nice yakarışlar var iniltili, nice yiğitler var hınçlı, ufku gözleyen nice dimağlar var düşünceli… Her biri ayrı bir yürek taşıyor…
Belki de mevcut durumlardan duyduğumuz rahatsızlık, bizi, varlığımızı etkin kılan benlik duvarlarımızda zorlamalara maruz bıraktığı için, her yeni duruma adaptasyonda geçmişin bizdeki müspet ve menfi tüm izleriyle bir kez daha yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Oysa yeni durumlara adaptasyon herkeste farklı refleks zamanlara sahip… Geriye bir şey kalıyor ki o da “varlığı şanına uygun biçimde sürdürülebilir kılmak…”
Sokağın dili, sokağın tavrı hiç de küçümsenecek bir şey değildir. Sizin iyi ya da kötü, “kutsadığınız” her şeyin orada da mutlaka izleri vardır. Siz, istediğiniz kadar sivil toplum dinamiklerini etkileyen bir aktivite içinde olun, “sokak” en kötü ihtimalle tek atımlık kurşunu da olsa bunu “pasif direnişle” anlamlı hale getirebilir. Orada siz ve toplum aslında adaletin keskin kılıcıyla bilenmiş ve dağıtılmış rolleri kucağınızda bulur ve sahiplenmek zorunda kalırsınız. Çünkü önceden söylenmiş sözler vardır ve sizden de gereğini yapmanız istenir. Tabir yerindeyse cenaze ortadadır ve kimin nasıl kaldıracağını mecburen sorarlar. Siz de görüş bildirmek zorunda kalırsınız. İyilik ya da güzellik, kötülük ya da çirkinlik, her şey bölüşülür, bölüştürülür. “Söz söyleme hürriyeti” o yüzden çok kıymetlidir. Susmak ya da öne çıkmak bilinci de… Çünkü hepsi, insanı ya da toplumu bir yerlere götürmektedir. Susarak ya da konuşarak görevinizi yapmış olursunuz. Bu kaçınılmaz bir durumdur.
İşte burada, ne uğruna parmağınızı kıpırdattığınız çok ama çok önem kazanır. Sizi harekete geçiren güç ve bunun gereği nedir? Hayatı yürütecek esnekliklere sahip değilseniz, keskin sözler söylenmiş ve iş yalnızca davranışa kalmışsa, artık en doğrudan ziyade en makul olanı aramak ya da göstermek zorundasınızdır. Çünkü doğruya giden yollar “makuliyet” adımlarıyla aşılacaktır. Hangi meşrepler birlikte yol alınan ana caddede bu makuliyeti taşıyacak erdemi gösterebilirse o tavır zamanla dış dünyaya da damgasını vurmaya başlar. Çünkü artık bir metot deklare edilmiş ve dillendirilmiştir. Bugün bunu toplumsal projelere dönüştürme ve uygulama sanatına “siyaset” diyorlar… Ama bu tavır “hesap sorulamaz” bir sertlikte ise önü ve arkası problemlerle dolu yeni bir döneme girilmiş demektir. Çünkü makuliyet, toplumu genel ekseriyeti itibariyle sürükleyen bir konsensüse dönüşür ve sürdürülebilirse anlamını korur. Tamamının yararına olması başlangıçta öngörülebilir ancak tamamını kuşatmak iddiası mümkün değildir. Tüm bu boşlukları, ancak, uygulanmaya aday bir “adalet” hissi doldurabilir. Adalet ise mümkünse direnç gösterilmeyen yani doğrunun peşinde eklemlenmiş bir gücün etkisiyle ve her ortamda, herhangi bir doğrunun, alabildiğine toplumun tüm hücrelerine nüfuz etmesiyle mümkündür. İçe sinen bir adalet, görünür kılınmak istense ancak böyle tesis edilebilir. Bu da güven unsurunu beraberinde getirir. Adaletin öncülleri “yetki ve güvendir.” Güven yani teslimiyet… Zorlanmamış, dayatılmamış bir liyakat, test edilmeye açık bir hüner, içi sadece yönlendirilmelerle doldurulmamış ve bizzat başarılmış işlerin varlığı ancak, “güven” dediğimiz şeyin içini doldurabilir. Güven de ancak böyle tesis edilir, aksi halde bu bir teslimiyet dayatması olur.
Bu konuları dillendirirken makalenin başında “ALLAHIM!” şeklinde yakarış zarureti, her zaman, sadece bizim üzerimizde değil her şeyin üstünde bir gücün varlığına işaret etmek, kabullendiğimizi bildirmek içindi. Çünkü kültür, sanat, siyaset, ekonomi gibi insan unsurunun kaçınılmaz bir biçimde ürettiği hayat alanları hayatın tek belirleyicisi değildir. Eğer başarılabilirse, aklın doğru kullanıldığı ve makul sonuçların alındığı süreçlerdir aynı zamanda. Yapılanlarla yapmak istenilenler her zaman birbiriyle mutabık olmayabilir. Ama insanlar yaptıklarından sorumludur. Üstelik hesabı burada sorulanlar ve hesabı burada sorulamayanlar vardır. “Mahkeme-i kübra” yani “büyük mahkeme” gerçeği bunu dile getirir. Yani insanın vicdan, merhamet, adalet, ahlak konularında durduğu yer; tüm toplumlarda kaçınılmaz biçimde “insan olabilmeyi” belirleyen olmazsa olmaz unsurlardır. Çünkü bu değerler, insanlığın felsefeden, bilimden, dinden nasıl istifade edeceklerini de belirler, önünü açar. Hadiseleri insan sübjektivizmi ve tarafgirliğinin ötesine taşır, sürekli bir değerlendirme imkânı sağlar. Reel manada dünyevi ve uhrevi makamlarını belirler. Tercihler bunun için vardır. İrade kavramı burada öne çıkar.
İnsan, tek başına yani hesap sorulamaz bir varlık olmadığı için her şeyin birey ve toplum bazında bir karşılığı vardır ve olmak zorundadır. Hiçbir sosyal süreç bundan bağımsız değildir. Asıl tehlike böyle olmadığının zannedilmesidir. Yeryüzündeki suç ve suçlu türleri, istismar ve sapıklıklar, toplumsal kaos ve kavgalar, büyük savaşlar hep, bazı yüksek değerlerin üzerinde yerli yerince ittifak edilmemesinin ve içsel manada mücadele edilmemesinin getirdiği sonuçlar, yan etkiler ve komplikasyonlardır. İyi ve kötü, Hak ve Batıl, güzel ve çirkin, doğru ve yanlış insan nefsinin ve ruhunun meylettiği alternatifler olduğu, seçme yetki ve iradesi de insanda olduğu sürece bu kavga hiç bitmeyecektir. İnsanlar bu değerlerle dünyayı bölüşürler. Çünkü dünya, insan hırslarından daha büyük değildir. Son Peygamberin (s.a.v.) “Her kötülüğün başı dünya sevgisidir.” kelamı açıkça buna işaret etmektedir.
Her şeyin sorulacak bir hesabının olduğunu bilmek, aslında sadece bir hukuk konusu değildir. Ama kaçınılmaz bir biçimde hukuki sonuçları vardır. Hukuki yani insan ilişkilerine dayalı ve toplumsal ve de uhrevi… İnsan bedenine değil ama insan ruhuna ebedi anlamlar yüklemek bunu kaçınılmaz kılar. Herkes kendi melceinden kendi felsefesinden sorumludur. Hiçbir “sertleşmeye girmeden” ve imtihan sırrı gereği de “dayatmadan”, geriye vicdanın sesini dinlemek kalıyor ki tüm bu keşmekeş karşısında “Allahım! Yardım et!” dememize yol açıyor. Çünkü içinde bulunduğumuz durum, hiç kimsenin kendini kandırmadan yani kötülüğe engel olma ve iyilik hali iddiasından ziyade, tercihleri ve sonuçlarına katlanma konusunda Allah’ın muradına tabi olma durumuna kendi içinde onay vermesi durumudur ki, buna işin başında “iman”, ortasında “ahlak” sonunda ise umulası “adalet” diyoruz.
Sadece şimdi değil, her zaman, ezeli ve ebedi olan Allah ve yeryüzünde kullar anlamında, “Sezar’ın hakkını Sezar’a vermeden önce, lütfen iyi düşünün!…” Toplumsal dinamiklerimiz, medeniyet tasavvurumuz, istikbale dair beklentilerimiz, akaidimiz bize bu konuda karar vermek için yeterli malzeme veriyor. Akl-ı selîm olmakla akl-ı sakîm olmak arasında kalın bir çizgi var ve hayat inceliklerle dolu. Tüm bunlar imtihanımızı “kaliteli” kılmaya yetiyor. İnsanı “insan” kılmaya da… Süreçlerden ve siyasetten bağımsız olarak, buraya aktarabildiklerimiz bunlar… Murad-ı ilahinin izlerini sürmek, bize parmağımızı niçin kıpırdatma ya da kıpırdatmama hususunda “temkinli bir yol” açıyor. Tabi bu çok kıymetli bir şey… Duygu, ilim ve aksiyon süreçlerinde her şeyi etkileyen bir şey…
İlahi tarafgirlik ve adalet, yeryüzünde ruhun varlığı ve kutsalın gölgesi… Bilinen bir gerçek ki, hiçbir şey göründüğü gibi değil ve kaçınılmaz olarak sebepler perdesinin arkasında da bir mutlak fail var… Öyle bir fail ki, insana “ben yaptım ben ettim” dedirtmiyor… Sonuç olarak bize “Niyet hayr, akıbet hayr…” demek kalıyor…
Güzelim memleketimizin içinde bulunduğu durumda ise İmam Şafii’nin “Fitne zamanında, düşmanın oklarını nereye çevirdiğine bakın!” sözü bize yol göstermeye yeter… Makalenin başında da kast eylediğimiz gibi, “Allahım! Bizi dinin üzere sabit kıl, bizi doğru yoldan ayırma…” Bu duaya yapılan icabet ise tutunacak tek dalımız… Bundan hiç şüpheniz olmasın…