Kulluğa Düşen Gölge Ümitsizlik / Dr. Alper Yücel Zorlu


Tövbe, insanı “insan” kılan, insanı içinden fetheden çok kuşatıcı bir amel… Tövbe ve kulluk şuuru arasındaki yakın ilişkidir ki, dini, hayatımızın tam da merkezine yerleştiren bir konu haline getiriyor. Bu durum aslında din olgusunu anlama biçimimizle yakından alakalı ve bir kısım doğru ölçülerle beslenmeye muhtaç. Çünkü Allah kul ilişkisinin merkezinde yaratana karşı acziyet duygusu ve kulluk bilinci yatıyor. Sokakta dolaşan için de kemale eren için de bu böyle. Bu nedenle tövbe, insanı “insan” kılan çok kuşatıcı bir amel. Nitekim tövbe, yapısı gereği ihlasla, samimiyetle yapılan bir iş. Samimiyet ise ibadetin temeli. Üstelik derin bir duygulanım ile başbaşa, insanı duygu dünyasının içine sokan, bizzat gönülle ve gönüllü yapılan bir iş. Kendi adımıza, kendimizin talip olduğu bir oluş. Yani insanı içinden fetheden bir amel, tövbe…

Böylesine bir ameli işleyen insanın harici motivasyonlara, dışarıdan gelecek pekiştirmelere, ikna edilmeye çok da ihtiyacı yok artık. Dolayısıyla tövbe etmek, Allah’ın (cc) kuldan istediği “kulluk” çizgisinde durmak demek. Yani, “talip olana” istediği şeyin verileceği bir “duruş” ve yer. Allah’ın (cc) kuldan istediği amelin ta kendisi…

Tövbe demek, süreklilik demek. Ama halk arasında yaygın bir kanaat olan, “Tövbe edersem, bir daha günah işlememeliyim.” anlamına gelen ama gerçekleştirilmesi zor bir süreklilikten ziyade, insana düştüğünde kalkmayı öğreten bir süreklilik. Yani usulünce “yuvarlanmayı” bilmek anlamında bir süreklilik… Amaç, kulluk düşüncesini, şuurunu, duruşunu kesintiye uğratmamak. Her ne halde olunursa olunsun… Tövbe etmek, hiç günah işleyememek anlamına gelseydi, bu ancak insanın tabir caizse robotlaştığını, insan olma imtiyaz ve melekelerinden sıyrıldığını gösterirdi. İnsan, melek olmadığına göre zaman zaman düştüğü hataların da kulluk ve terakki adına bir değeri olmalıydı. Zaten öyle de… Çünkü hatalar bazen insanda yeni idraklerin, yeni oluşların, yeni tekâmüllerin kapısı olabilir. Bir ölçü çerçevesinde, insanın düştüğü her hatalı durum bir günah olmadığı gibi, bazen psikolojik ihtiyaçların ve bilgi eksikliğinin insanı düşürdüğü, şartlardan kaynaklanan pek nazik durumlar da söz konusu olabilir. Üstelik her şey hata ya da amel eksikliğinden kaynaklanmayıp tam tersine, kendinde gördüğü varlık ve enaniyet, ibadetlerine rağmen hiç eksilmeyen bir insanda, pozitif anlamda bir değişimin en değiştirici başlangıcı olacaktır.

Yaptığı ibadetlere rağmen enaniyeti, egosu, tarzı, insan ilişkileri hiç değişmeyen bir insan, ibadetlerin ruhi besin değerinden yeterince yararlanamıyor demektir. Bu ise ciddi anlamda, bir şeylerin yolunda gitmediğinin ve farklı bir bakış açısıyla gerçekten değişmek gerektiğinin göstergesidir. Bu anlamda tövbe, inanan bir insan için Allah’la (cc) arasını açan şeyden, kendisini Allah’tan (cc) uzaklaştıran her ne ise kaçma ve uzaklaşma isteği olup insanın kendisiyle, hakiki ve manevi iç dünyasıyla, Allah’la (cc) barışması demektir. Akademik açıdan ise “Ey İman edenler, tövbe ediniz!” ayetini tefsirciler, içinde iki müjdeyi barındıran bir ayet olarak yorumlarlar. Birincisi, tövbe kapısının açık oluşu yani mümkün oluşu, ikincisi ise tövbenin kabul edileceği gerçeği… Tek başına bunlar bile, günümüz insanının tövbe etmek istemesine yetmeli değil mi?

Güzel Ahlak Ama Nasıl?
Ahlaken Hz. Peygamber (sav) Efendimiz gibi yaşayıp da çok sevilmeyen hiçbir kimse görmedim ben… O’nun gibi yaşayıp O’nun gibi düşünen, insan ilişkilerinde O’nun gibi olan her insanın tüm dünya toplumlarında sevgi, saygı ve kabul görmesi, İslam’ın fıtrat dini olmasının en büyük delilidir. Doğruluk, dürüstlük, tevazu, cömertlik, samimiyet, merhamet hep insanın ve insanlığın takdir ettiği en mühim güzel ahlaklar olmuştur ve olmaya devam edecektir. Hakikat, kitaplarda yazılı olarak da yerini almıştır ama gönüllerde ve davranışlarda yaşanması esastır. Bu yönüyle baktığımızda, insanın hakikati arayan derûni tarafının kâl’i değil, hâl’i öncelediğini görüyoruz. Hayatın pratiği içinde bunun ne kadar önemli olduğunu en iyi anlayacak toplumlar ise bu değerlerin hiç yaşanmadığı topluluklar yani bu değerlerin açlığını çeken ve yokluğundan en çok zarar gören toplumlardır. En önemlisi de bu değerlerin aşk ve iman düzeyinde kabul görmesi gereğidir. Düşünce sistematiği içinde “iman” olmazsa, bu değerleri toplumun ya da tarihin öngördüğü kuru bir kurumsal yapı ile yaşatmak ve insanlığın istifadesine sunmak büyük bir yalandır. Özellikle İslam’ın öngördüğü manada içinde iman olmayan Batı tipi kurumsal yapılarda, kısa sürede bu yapının içinin ne kadar boş olduğu anlaşılmış
ve her geçen gün daha da anlaşılacaktır.

Devamı Gönül Dergisi 2.Sayımızda

1 yorum

  1. Ben beni unuttuğum zaman, sen beni unutma ya rab!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir