Kemankeşlik Okçuluğun Edebi / Şafak Tavkul

Kemankeşlik hakkında bilgi verir misiniz? Tarihte kemankeşlerin pîri kimdir? Kemankeşlik, bir makam mıdır?

İlk kemankeş tekkesi kurulduktan sonra Beyazıt zamanında temelleri atılıyor, ondan sonra Fatih Sultan Mehmet zamanında yeri belirlenmiş oluyor. Fethi seyrettiği yeri “ok talimgâhı” olarak ayırıyor ve o bölgeyi vakfediyor. Vakfiyesinde bu yer için: “Burası o kadar mühimdir ki buradan sert tırnaklı hayvan geçmeyecek, mümkünse kuş uçurtulmayacaktır.” diye söz eder. Fatih’ten sonra oğlu Beyazıt, resmî olarak orada tekkeyi açıyor. Tekkenin şeyhi o zaman meşhur hattat Şeyh Hamdullah… Şeyh Hamdullah başka bir tekkenin şeyhi başka bir düzenin başında, ayrıca Kemankeş Tekkesi’nin de şeyhi. Kemankeş Tekkesi dini statüsü olmayan bir tekke. Buraya Bektaşiler de geliyor. Zaten yeniçeriler büyük ölçüde Bektaşi… O dönemde gelen kemankeşlerin içinde Şazelîler, Halvetîler var ayrıca o tekkeye de bağlılar. Tekkede edep kuralları işliyor. Girerken kapısı küçük olduğundan eğilerek giriyorlar. Girişte “Edep ya Hû” yazıyor; çıkış kapısında “hiç” yazıyor. Bu standartlar kemankeş tekkesinde de korunup şeyhe hürmet ediliyor. Biz bunu bugünkü federasyon başkanlığı gibi değerlendiriyoruz. Zaten makbul olan bir adamı getirip federasyon başkanı yapmışlar ama bu adam aynı zamanda rekor sahibi bir kemankeş…

Bir mesafe var galiba…

Tabii 900 gez dedikleri alt limit var. Kemankeş olabilmek için “kabza almak” dedikleri bir şey var. Bu kabzayı almadan önce her önüne gelen bir yay satın alıp ortalıkta gezemiyor, bunun bir edebi var. Bunun için kemankeş sayılmak gerekiyor kabza almak gerekiyor. Kabza almak için de 800 ya da 900 gez dedikleri bir alt limit var. Bu alt limitte ok atmak gerekiyor. 900 gez de 540 metre civarında bir mesafe. Şu an biz elimizdeki yaylarla mevcut tecrübemizle en fazla 320 metreye atabildik. Bu adamlar kabza almak için bile 540 metreyi atmak zorundalar; ondan sonra iyice ustalaşıyorlar…

Kemankeşte bazı tabirler var. Mesela “çilekeş” tabiri…

Germeye yarayan ipe “çile” deniliyor. Bir okçuya antrenmana başladığı zaman ilk başta hemen ok attırmıyorlar. Önce belli bir süre (1000 gün) bu “çile”yi çekmesi gerekiyor. “Kepaze” dedikleri daha eski ya da güçten düşmüş yaylarla oksuz olarak bu “çile”yi çekiyorlar. Bu zaman zarfında kasları terbiye olmuş oluyor. Eğiticiler, çekişteki tekniği oturttuğuna ikna olursa ondan sonra ok attırmaya başlıyorlar. Bu sürece “çile çekmek” deniliyor. Çile çekme süreci üç sene sürebiliyor. Biz şu anda böyle bir şey yapmaya kalksak “Üç sene ok atmak yok kardeşim!” desek Türkiye’de kimse ok atmaz!…

Bu, sabrı doruk noktasına çıkartan bir şey… Savaşacak mücadele edecek adamda sabır eğitimini bitirdikten sonra esas eğitimine başlıyorlar diyebilir miyiz?

Teknik eğitimlerinin yanı sıra tekkede de eğitimleri var bunların. Burada da önemli olan edep eğitimi.

İşin içine bir ruh katmak gibi…

Evet yay kesinlikle abdestsiz ele alınmıyor, kurulmuyor. Abdest alınıyor, yay öpüp başa konuluyor ve kullanıldıktan sonra tekrar öpüp başa konulup yerine kaldırılıyor. Osmanlıda iş tamamen böyle bir mecraya oturtulmuş. Okçuluğun bildiğimiz net 3000 yıllık bir geçmişi var. Türkler Müslüman olduktan sonra bunu bir takım İslami motiflerle farklı bir formata getirmişler. Eski doğu kültürlerinde Japonlarda “zen öğretisi” içinde okçuluğun çok önemli bir yeri vardır. Nefs terbiyesiyle ilgili bir öğretileri vardır. O nedenle okçuluk çok önemli Japonlarda… Mesela bir iş adamı bile mesleki terfi gerektiği zaman ok atmak gibi bir sınavdan geçiyor. Öyle enteresan ki bunu gelenek olarak hâlâ sürdürüyorlar…

Farklı milletler ve medeniyetler arasında kültürel etkileşime de yol açmış diyebilir miyiz?

Tabii, özellikle savaşlar esnasında… Mesela Talas Meydan Muharebesi 751 yılında bugünkü Kırgızistan sınırları civarında Abbasiler ve müttefiki olan Karluklar ile Çinliler arasında yapılan muharebedir. Bu muharebe ile birlikte matbaa ilk defa Çin dışına çıkmıştır. Bunun yanı sıra barut, kâğıt ve pusulayı da Araplar öğrenmişlerdir. Bu önemli buluşlar Avrupa’ya, Avrupa ülkelerinin İslam dünyasına karşı düzenlediği Haçlı Seferleri ile geçmiştir. Bu bakımdan da Talas Savaşı’nın dünya tarihi için çok önemli bir yeri vardır, Türk tarihi için de önemi büyüktür.

Türklerle Arapların ilk tanışması Talas Savaşında oluyor. Türkler Araplara destek oluyor, Arapların safına geçiyorlar ve savaşı kazanıyorlar. Türkler bu savaşta Müslümanlığı yakından tanıma fırsatı bulmuştur ve çoğu tarih kaynaklarında Türklerin Müslümanlığı kabul etmesi konusunda başlangıç noktasını oluşturur. Türklerin elinde bu savaşta çok güçlü yaylar bulunuyor 500–600 metreye ok atan yaylara sahipler. Düşmanın yayı ise 200 metre atıyor. Düşmanın kendi yayını kullanabilmesi için bir kere 200 metre yaklaşması gerekiyor ama Türklerin ok mesafesi 500–600 metre. Bu mesafe daha yaklaşamadan düşmanı imha etme imkânı veriyor. Hem uzun menzil atıyorlar hem de at üstünde çok kolay ok atabiliyorlar. İyi ok atmaları ve zihgir (okçu yüzüğü) kullanıyor olmaları savaşı kazandıran faktörler… Arapların o savaşı kazanmalarının sebebi Türklerin okçuluktaki maharetleri, başka hiçbir şey değil. Benim yorumumdur: “İslamiyet’in yayılmasının en önemli sebebi Türklerin okçuluktaki mahareti ve zihgir… Zihgir olmasaydı kaybederlerdi.”

İslamiyet öncesi Türklerin o savaşta Çinlilere karşı Araplara yardım etmesi ve kazanmaları sonucunda; Araplar vesilesiyle Türklerin İslam’la tanışması, kazandıkları için de esir aldıkları Çinlilerden kâğıt yapımını öğrenmeleri, kâğıt yapımını öğrenmeleriyle de Kur’ân-ı Kerim’in artık kâğıda yazılır hâle gelmesi mümkün olmuştur. Dolayısıyla İslam’ın yayılması açısından çok önemlidir.

Topkapı Sarayında bambudan yapılmış olan meşhur Kasr-ı Nebî vardır. Hz. Muhammed’in (sav) yayı. Bambu yayın atacağı ok mesafesi en fazla 200 metredir. Öyle bir yayın daha uzağa atma potansiyeli yok. Çünkü çok güçlü bir yay değil, çekmesi daha kolay olduğu için yakın mesafede kullanılan bir yay…

“Çavuş” dedikleri şey de var oklarda.

Islık çalan oklara “çavuş oku” deniliyor. Mete Han icadı olan, Türklerde o zamandan beri gelen bir gelenek. Çavuş oku düşmanın moralini çok çökerten bir ses çıkartıyor. “Temren” dediğimiz sivri kısmın altına top şeklinde kemik parça konuyor. Kemik parça üzerinde delikler var. Havada giderken o deliklerden geçen hava müthiş bir ıslık sesi çıkartıyor. Düşünün, bir orduda en az on bin okçu var ve bunlar çok seri bir şekilde ok atıyorlar. Osmanlı’da ok atma hızının dakikada 30 oka çıktığı söyleniyor ki havada ıslık çalarak giden oklar düşmanın moralini çok bozuyor. Bize çocukken anlatılan şey işin sadece iman gücü kısmıdır. Bununla beraber teknik güç de çok önemli. Evet, böyle teknik bir üstünlük vardı ve iman gücü de bu güce katılınca işte o zaman destanlar yazıldı.

Türkler İslam’la tanıştıktan sonra bir şey gelişiyor. Daha önce hedefi vurmak amacı varken İslam’la tanıştıktan sonra farklı bir disipline dönüşüyor ve menzil atmak daha önemli hâle geliyor. Dart vurmaktan daha önemli olan oku uzağa atmak Enfâl Suresinde önem kazanıyor.

“(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı…” (Enfâl, 8/17)

“Sen atmadın Allah attı” diyor. O zaman okçu diyor ki: Ben olabildiğince uzağa atayım hedefe ulaştıran zaten Allah… Osmanlı’da okçular bu ayete dayanarak yayı “Ya Hakk” diyerek çekiyorlar ve atıyorlar.

Türkler Müslüman olduktan ve okçuluk resmiyet kazandıktan sonra, sahabelerden Saad bin Ebi Vakkas okçuların pîri olmuş. İlk şeyh olarak da Şeyh Hamdullah itibar görüyor. Şeyh Hamdullah ile beraber bir sistematize oluşuyor, sistem disipline oturuyor.

“Kemankeş sırrı”ndan ne kastediliyor?

Kemankeşin sırrı meselesi de onun bir parçası. Kabza alacak hâle geldikten sonra şeyh efendi kabza alanın kulağına eğilip bir sır veriyor; bu sırrın ne olduğunu kimse bilmiyor. Çünkü yazılmamış. Onun dışında bütün şeyler yazılmış ama şeyhin sırrı yazılmamış… Zaten sırrı alan da hiç kimseye söylemediği için yazılmamıştır. Bir takım yazarlar “Bu sır Enfâl sûresinin 17. ayetidir.” diyorlar. Öyle bir şey olsa sır olmaz zaten…

Belki de herkesin kendi seyr-i sülûk’una uygun bir şey söylüyordur, “Evlat kibir yapma, riya yapma…” gibi…

Tabii herkesin durumuna göre… Çok enteresan vakalar var. O zaman ki meşhur kemankeşler şimdiki futbol yıldızı gibiler… Halk yolda görünce onlara itibar ediyor…

Meydanlarda toplanıyorlar, şaşalı gösteriler oluyor, padişah da katılıyor merasimlere, muazzam bir olimpiyat gibi…

Padişahların hepsi aynı zamanda kemankeş, hattatların da hemen hemen hepsi… Türkler Müslüman olduktan sonra doğudan getirdikleri o eski kültürü İslami kültürle birleştirip yeni bir format ortaya çıkarıyorlar. Artık okçuluk tasavvufî bir disipline dönüşüyor. Çile çekmesi, sabır eğitimi, ardından adamın okçu olarak yetişmesi… Buna rağmen kibirden uzak durmaları gerekiyor. Hatta yaşanmış bir olay var. Bir kemankeş böyle toplu bir gösteride rekor kırıyor ve padişahın huzuruna davet ediliyor. Padişah kendisine ihsanda bulunacak… Padişah soruyor: “Nasıldı pehlivan?”  Kemankeş: “Onları öyle yendim böyle yendim…” diyerek edepsiz bir şekilde cevap veriyor. Padişah da diyor ki: “Götürün boğun şunu…” Hemen araya giriyorlar “Aman sultanım, bu çok büyük bir pehlivan böylesi çok zor yetişiyor ne olur affedin.” diyorlar da öyle affettiriyorlar adamı. Yani pehlivanın kibir göstermesine padişah çok sinirleniyor. “Nasıl yendim ama!” gibilerinden tavır kesinlikle kabul görmüyor. Bildiklerimizin hepsi çok büyük tevazu içinde yaşamışlar… Birkaç istisna dışında hemen hemen bütün kemankeşler hattat, ya da bütün hattatlar aynı zamanda kemankeş…

Kemankeşler içerisinde padişahlar da var mı?

En meşhuru Sultan Mahmut’tur. II. Mahmut en büyük rekor sahibi. IV. Murat, III. Selim de büyük kemankeşlerden. Sultan Mahmut’un üç dört tane taşı var Okmeydanı’nda…

Okla yayın yapılması konusunda bilgi verir misiniz? Okçuluk bir sanat, yapımı da bir sanat…

Tabi. Mesela bunun adı “bakkam ağacı” tropik bölgelerde yetişen bir ağaç. Çok sert ve esnek bir ağaç, o yüzden kirişte bu ağaç kullanılıyor. Hattatlar da bu bakkam ağacını kâğıt boyamada kullanıyorlar. Özellikle kâğıdı kızıllaştırmak için renk versin diye kullandıkları bir ağaç. Ok yaparken kullanılan malzemelerin neredeyse hepsi hattatlıkta da kullanılan malzemeler. Avrupa okları düz silindir çubuktur. Osmanlı okları böyle su damlası gibidir; uca doğru incedir, ortası tombul, arkaya doğru tekrar incedir. Su damlası gibi aerodinamik bir yapısı var. Havada rahat süzülmesini sağlıyor ve menzilin artmasını sağlıyor. Bütün Osmanlı oklarında dizayn arkadan uca doğru incelir. Savaşlarda attıkları oklar muazzam işlemelidir. Sanat eseri yapmışlar okları. Üzerindeki tezhipleri varaklarla küçük küçük kalem işleriyle süslemişler. Böyle bir oku insan ne kadar zamanda yapar? Bir anda atıp kullandığın bir şey. Ama üzerinde bir sanatçıyı bir ay meşgul edecek kadar işleme var. Çok ince işlemeli süsler var üzerinde. Kızılderili okları gibi değil. Hatta üzerinde yazıları olan oklar var. Bir üstatla konuşurken dedi ki: “Bir okun bedeli bir can…” Osmanlı’nın insan hayatına verdiği inceliği de gösteriyor. Bir sanat eseri yapıyor, bunu da “Ya Hakk” diyerek atıyor… Kime gideceğini Allah biliyor zaten. Düşmanı görmeden atıyor, karşısında sadece toz bulutu görüyor belki oraya doğru atıyor bu oku ve ok gidip sahibini buluyor. Bu oku bile bir sanat eseri hâlinde gönderiyor. Avrupalılar okları, eğri büğrü bir sopanın ucuna bir demir takıp atıyorlar. Eskiden antibiyotik yok… Okun parçalaması gerekmiyor, çizse bile yetiyormuş. Böylece asker diskalifiye oluyor ve iki gün sonra mikroptan ölüyor…

Ok yapımının çok uzun bir sürede gerçekleştiği söyleniyor?

Evet, her ok altı yedi yıllık bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkıyor. Ahşabı sedir ağacından kesilip bekletiliyor. Dönmeyen ağaçları ayıklayıp terbiyeden geçtikten sonra gübrede yatırıyorlar, tıpkı ney yapar gibi -neyi de gübrede yatırırlar- bir sene gübrenin altında kalıyor. Daha sonra çıkarıp yine belli işlemlerden geçiriyorlar. Okları bir yere asıyorlar, bir yaz bir kış geçiriyor gölge bir yerde, ayaz gören yerde de kuru yerde de duruyor. Oklar yedi sene boyunca tımar oluyor. Bu işlemlerden sonra ok hâline getiriliyor, ucuna temren takılıyor. Osmanlı’nın kullandığı temrenlere, şekli yaprak gibi yassı olduğu için “yaprak temren” deniliyor. Ucuna bir delik delip içine batırıp etrafını hayvan tendonuyla sarıyorlar.

Okun ucuna takılan bu temrenin özelliği nedir?

Elimdeki “darp ucu” dedikleri bir temrendir. Bu temren mümkün olduğu kadar çok ‘parçalaması’ için tasarlanmış. Çünkü savaşta öldürmekten daha önemli olan diskalifiye etmektir. Osmanlı oklarını değişik kültürlerin oklarıyla kıyasladığınız zaman son derece insancıl son derece zarif ince ok uçları görürsünüz. Diğer kültürlerde mesela Japonlarda ucu çentik çentik oklar, saplandığı zaman çok incitici… Korkunç temrenler yapmışlar. Osmanlı’da böyle değil, her şey zarif.

Osmanlı müthiş bir medeniyet, bütün sistematiğini acısız halletmek üzerine kurmuş…

İngilizlerle Fransızların Ortaçağda yaptıkları Agincourt Savaşı vardır. Savaşı, İngilizler okçuları sayesinde kazanıyor. Daha sonra Fransızlar İngilizleri esir aldıklarında ok atamasın diye orta parmaklarını kesip bırakıyorlarmış ki bu işaret de oradan çıkmış. Bak parmağım hâlâ sağlam sana gününü gösteririm anlamında bir tehdit, zaman içinde anlam kayması olmuş. Bizim de o meşhur hareketimiz aslında bir okçu hareketi. Zaten bu hareketi gördüğün zaman “yaşama şansın yok” derler, eğer görebiliyorsan…

Avrupalılar oku üç parmakla atıyorlar. Osmanlı yayları tek parmakla, başparmakla atıldığı için bırakıştaki kalite daha farklı… 

Orta kısmı manda boynuzu, ortada akça ağaç var. Şu tonç başı dediğimiz yerler abanoz cinsi sert ağaçlarla yapılıyor, bunun üstü hayvanın tendonuyla kaplanıyor. Erkek geyik, güçlü atların ya da boğaların arka bacağından alınan tendonlar… Özel bir tutkalla fiberglas yapar gibi kıl kıl tendonları tutkalla yedire yedire bütün yüzeyi sıvıyorlar. Arka tarafına da manda boynuzu kaplanıyor. Çok güçlü bir yay oluyor, çektiğiniz zaman da şekli laleye benzer…

Bunu yapan ustalar hâlâ var mı?

Altı yedi sene önce İzmir’de bir arkadaş yapmaya başladı. Polonya asıllı Kanadalı bu işleri araştıran bir adam ilk o yapmaya başladı. Onun internetten verdiği eğitimle İzmir’deki arkadaş yapmaya başladı. Onlardan bağımsız olarak eski kitapları karıştırarak Tokat Devlet Hastanesi Başhekimi Yaşar Metin Aksoy başladı bu işi yapmaya… Yaşar Metin Bey çok paylaşımcı bir insan, güzel bir birim oluşturdu ve 20–25 kişiyi yetiştirdi internetten. Edirne’de de Çanakkale’de de öğrencisi var. 20–25 kişi üretiyorlar ama satılacak kadar yok şu anda, herkes kendisi için yapıyor. Ama en azından bilgi olarak kurtuldu sayılır, uygulama olarak da çok güzel şeyler yapılıyor.

Bu işe meraklı olanlara ne tavsiye edersiniz?  Sizin çalışmalarınız nasıl, siz nasıl böyle bir araya gelebildiniz?

Biz biraz şanslı biraz şanssız durumdayız. Şanslı oluşumuz, biz okçu anlamında çile çekmedik sonuçta okçuyduk zaten. Daha sonra Macaristan’da yayları bulduk. Macaristan’da eski Türk usulü yayları hakikaten güzel yapıyorlar. Onlar 60’lardan beri bu işle uğraşıyorlar.

Yayın fiyatı ne kadar?

İyi bir yay alırsanız 250 Euro civarında. Tam organikler tamamen eski usul yapılmış 1500–2000 Euro’ya kadar çıkan fiyatları var. Ama üzerindeki emeği düşününce kendim yapıyor olsam bu paralara satmam yani. Çünkü çok ciddi emek veriliyor. Bir yayın yapımı iki üç sene sürüyor. Sentetik yay daha hızlı yapılıyor ama organik yay en az iki üç sene sürüyor. Sırf bir sene ağaç tutkalda bekletiliyor. Balık tutkalı çok özel bir tutkaldır. Mersin balığının hava kesesini kaynatarak yaptıkları bir tutkaldır. Bazen, bu nasıl bir bilgidir nereden gelir kimin aklına gelir mersin balığının hava kesesini çıkarıp onu tutkal yapmak diyorum. O zaman keşifle mi yapıyorlardı, akıl erdiremediğim enteresan bir durum.

Tabi bu, birçok yolu denedikten sonra bu noktaya varmış bir şeydir…

Tabii tabii, yaklaşık üç bin yıldır üzerinde kullanılan organik malzemede bir değişiklik yok, üç bin yıldır bunu yapıyorlar. Osmanlı’dan sonra yayları kısaltmışlar. Daha kısa ve daha çok esneyen yaylar yapmışlar. O kadar çok sembolik şey var ki. Mesela yayda kullanılan her şey çift parçadır. Tonç başları iki tanedir. Yayda tek parçadan oluşan bir tek parça vardır o da kabza. Kabzadaki çentik iki boynuzun birleştiği noktadır. Buraya “vahdet noktası” derler.

Bu uğraşının meraklıları olarak kaç kişisiniz?

Hızla artıyor. İlk başladığımızda beş altı kişiydik tesadüfen bir araya geldik. Normal olimpik bir grupla ok atarken bu işin üzerine eğilmeye başladık. Şahap Ayhan’ın çok büyük katkısı oldu bize. Türkiye Gazetesinde yıllardır çizerdi; ressamdır. Yayı vardı, ilk o göstermişti bana nasıl olduğunu. Ondan sonra daha bir coşkuyla bu işe sarıldık. Birkaç arkadaşımız var fedakârca öğrenci yetiştiriyorlar ve bu işe çok ciddi zaman ayırıyorlar.

Bir bakıma okçulukla ilgili tarih tekrar yazıldı, tekrar güncellendi, günümüze taşındı…

Oku atmak fazla zaman alan bir şey değil. Gidersiniz bir antrenman sahasına 15–20 dakika ok atarsınız… Zaman alan bu değil, asıl zaman alan bu konuda araştırmalar yapmak. Şu zihgirin bile nasıl kullanıldığını aslında biz kendimiz öğrendik. Zihgirin nasıl kullanıldığı kitaplarda vardı. Ama biz sahada kullanmaya başlayınca anladık işin aslını.

Çok enteresan, benim garibime giden mesela Sultan Mahmutlar, Yavuz Sultanlar… Batılılaşmaya yönelmiş fakat ısrarla bunun kültür olarak yaşaması için çaba göstermiş bu işe sahip çıkmışlar. Bizzat sahaya inip ok atmış, üstelik rekor kırmış bir adam Sultan Mahmut… Ardından o zamanki kânici başı Mustafa Kâni Efendi, aynı zamanda özel bir tekkenin şeyhi… Kâni Efendiye kitap yazma vazifesi veriyor ve “Telhis-i Risale-i Rımat” isimli kitabı yazıyor. Bu kitap için rahmetli Necmettin Okyay: “Okçuluk dünyadan tamamen silinip kalksa bu kitap sayesinde tekrar sıfırdan öğrenilebilir.” Ok ve yay yapmaktan atmaya kadar bütün detaylarıyla anlatılmış. Fetih cemiyeti bir çevirisini yaptırdı. Çeviride ufak tefek bir takım hatalar var. O da şundan kaynaklanıyor: Bunun kendi içinde bir literatürü var, sadece Osmanlıca bilmek yetmiyor; okçuluğun terminolojisini bilmek de gerekiyor. Fakat bizim için acı olan, bu kitap 1940’lı yıllarda Almancaya çevriliyor 60’larda İngilizceye çevriliyor ama bizde ancak 2011’de çevrilip piyasaya çıkabiliyor. Böyle bir ayıbımız var, kendimiz sahip çıkmıyoruz.