Kalbimle Dilim Bir / Halime Alçay

54-dilimİnsanoğlunun kalbi, kaynayan tencereden çok daha değişkendir.” (Camiüssağir-Hadis no: 7300) buyuruyor Efendimiz (sav). Evet, kalp, insanın vücut ülkesinde her türlü duygunun yaşandığı tek mekân. Sevinç, üzüntü, keder, mutluluk, doyumsuzluk, kanaat, kıskançlık, kibir, tevazu, sevgi, saygı, yani olumlu olumsuz tüm duyguların yeri kalbimizdir. Ve kalbimiz, hayatımız boyunca bu duygularla halden hale girer. Saniyeler içerisinde bile duygularımızın tesiri ile kalbimiz değişkenlikler gösterir. Doğal olarak da kalbimizdeki bu değişkenlikler fiillerimize, sözlerimize yansır; olumlu ya da olumsuz.

Zaman zaman yaşamışızdır: Gayet sakin iken bir tetikleyenle kalbimizde öfke fırtınaları kopar, öfkemizin ateşi adeta gözlerimizden fışkırır, yıkıcı, kırıcı farklı bir insan olup çıkıveririz. Ya da kalbimiz kederden kahrolduğu bir sırada Allah’ın rahmet dokunuşları ile mutluluktan uçar hale gelir, gözlerimizden evrene adeta pozitif enerji yayarız.

Aslında kalbimizin bu kadar değişken olması, orada, hem müspet hem de menfi duyguların bulunması, imtihanımızın ne kadar çetin olduğunun da göstergesi. Öyle ya, bazen bir çağlayan gibi kalbimize hücum eden menfi duygularımıza mukabil olumsuz söz ve fiillerden kaçınmak zorunda olduğumuz gibi, müspet duygularımızdan kaynaklanan söz ve fiillerde de denge lazım. İşte bu kaçınma ve denge hallerini sağlamak için Allah bize akıl, ilim, vicdan, irade gibi değerler vermiş. Yani kalp ile söz ve fiiller arasına aklı, vicdanı, ilmi, iradeyi koymuş. Mesela kalbimizde beslenen olumsuz duyguların kaynağı şeytan ya da nefsimizdir. Yüce Yaratan “vicdan” denilen olgu ile, bizim için uygun görmediği bu duygulara karşı tiksinti, rahatsızlık hissi oluşturmuş kalbimizde. O da yetmemiş, olumsuz duyguları reddeden akıl gibi bir mekanizma ve irade ile, nefs ve şeytana karşı durabilme gücü de vermiş.

Tüm bunlara rağmen aciz olmamız hasebiyle, kalbimiz ile söz ve fiillerimiz arasındaki dengeyi kurmakta çoğunlukla zorlanırız, ya da beceremeyiz. Konuşmak daha kolayımıza geldiği için olsa gerek, en çok da sözlerimizle kalbimiz arasında denge kuramayız. Hatta bunun için çok da bilindik bir savunmamız vardır. “Ne yapayım! Kalbimle dilim bir; benim kalbimde ne varsa dilimde de o var.” deriz. Yani patavatsızlığımızı bu şekilde kamufle etmeye çalışırız.

Asıl konuya girmeden, bu noktada düşünmediğimiz bir mevzuya da kısaca değinmekte fayda var. O da görünüşte bir et parçası olan dilin, her şeyi tasarrufatı altında bulundurabilme yaradılışına sahip olduğu. Bırakın var olanları, var olmayanları dahi ifade ederken biz dilimizi kullanırız. Aklımızdakileri, hayalimizdekileri, kurgularımızı, duygularımızı… dilimiz vasıtası ile aşikâr ederiz. Diğer duyu organları öyle değildir. Gözlerimiz gördüklerinden başkasını bilmez. Kulaklarımız belli desibelin altını ya da üstünü algılamaz. Ama dil ile; görmediğini, duymadığını, hissetmediğini -tamamıyla hayal dünyamızda var olanları- görmüş, duymuş, hissedemiyormuş gibi anlatmak çok da kolaydır.

İmam-ı Gazali şöyle der: “Her bir uzvun hüküm ve iradesi bedenin bir köşesindedir. Ama dilin hükmü, bütün bedende geçerlidir. Dil, kalbin karşısında durur. Kalbin hazinesinde bulunan garip suretleri, değişik şekilleri ifade etmekten başka, kalbin dışındaki nice suretleri kalbe ulaştırır. Dilin konuştuğu her şeyden, kalp ayrı bir sıfat, ayrı bir hal alır.”

Dilimizin konuştuklarından kalbin halden hale girmesi, sıfatının değişmesi, hakikaten bizim hem dünya hem de uhrevi hayatımıza yön vermesi hasebiyle çok önemlidir. Yaşamışsınızdır zaman zaman; ortada hiçbir şey yokken konuştuklarımızın ya da konuşulanların tesiri ile kalbimizde üzüntü, keder, sevinç halleri meydana gelir. Mesela, başınızdan geçen hüzünlü bir olayı anlattığınız zamanları hatırlayın; ağladığınız, kederlendiğiniz olmuştur. Ya da sizi mutlu eden olayları anlattığınızda kalbinizin sevinçle dolduğu da…

Yalan söylemeyi, gıybet etmeyi alışkanlık haline getirmemiş biri yalan söylerken gıybet ederken kalbi acı içinde kıvranır, yüzü kızarır, ses tonu değişir. Ama alışkanlık halinde ise zaten kalp, zaman içerisinde konuşulanların tesiri ile hayâ sıfatı zedelendiğinden tabiri caizse tık bile demez, yüzü ise kızarmaz bile. Çirkin sözün kalbe tesirinin en tehlikeli boyutlarından biri de budur herhalde. Kalpteki, insanı insan yapan değerlerin yitirilmesi.

Konumuza dönersek; kalbimizdekileri, aklımızdakileri pat diye söylemek, çoğunlukla farkında olmasak da bize oldukça pahalıya mâl olabiliyor. Biz ne kadar “kalbimle dilim bir” kamuflajıyla, patavatsızlığımızı masumlaştırmaya çalışsak da işin rengi aslında hiç de göründüğü gibi değil. Neden derseniz, birincisi; her şeyden evvel kalp ve akıldakiler her zaman aşikâr edilecek olsalardı, Allah onları setr etmezdi. Yüce Yaradan el-Ğafir ismi şerifi ile kalpteki ve akıldaki çirkin kötü sözleri, düşünceleri örtmüştür. Örtmüştür ki insanlar insan olma haysiyetini koruyabilsin, birbirlerini sevebilsinler, sayabilsinler diye. Hayat intizam içinde idame edebilsin diye. İkincisi: Bilirsiniz herkesin kendi şeytanı vardır. Hayat boyu kendisiyle birlikte kalır. Ama çoğumuzun bilmediği, şeytanın ne kadar organize çalıştığıdır. Misal; A şahsı B şahsına: “Filanca kişi benim için şunları şunları düşünüyor; bak gör şu şu durumda da bana bunları bunları yapar. Bekle de gör.” der. Bu arada tüm konuştukları çoğunlukla hem kendi zannıdır (yani aslı yoktur) hem de gelecekle ilgilidir. (Oysa bizim inancımızda gaybı yalnızca Allah bilir.) Gel zaman git zaman, her şey tam da A şahsının söylediği gibi gerçekleşir ve A şahsı muzaffer bir komutan edasıyla; “Ben dememiş miydim, nasıl da bildim, tam da benim dediğim gibi oldu.” der. Büyük çoğunluğumuz, yaşamadık mı, görmedik mi bu tarz şeyleri? Hem de defaten. Dedik ya çoğumuz, şeytanın ne kadar organize çalıştığını bilmez diye. Söylenenlerin tam da söylendiği gibi gerçekleşmesi her zaman altıncı hissimizin kuvvetinden değildir. Bizim şeytanımız, hakkında zanda bulunduğumuz kişinin şeytanına, ağzımızdan dökülenleri fısıldayıverir. Onun şeytanı da ona bizim söylediklerimizi yaptırana kadar uğraşır durur. Oysaki Efendimiz (sav) “Ya hayır konuş ya sus.” buyurarak; kalp, akıl, dil koordinasyonunu nasıl sağlayacağımızı netleştirerek, böyle hallere düşmememiz için bize müthiş bir reçete sunmuş. Aynı zamanda “Bela, ağızdan çıkan söze bağlıdır.” buyurarak, hayrı konuşmayan dil ile imtihanımızın farklı şekle girebileceği uyarısında bulunarak, konuşarak kendimize yapabileceğimiz haksızlığın boyutuna da dikkat çekmiştir.

Yıllar önce birisi ile tevafuken karşılaşmıştım. Hanımefendi, yirmi dört yaşında erkek kardeşini yeni kaybetmişti. Çok üzgündü. Aynı zamanda babasına da müthiş öfkeli idi. Nedenini sorduğumda, “Ben kendimi bildim bileli babam kardeşime kızdığında ‘tepesi üstü dikilesice’ derdi. Kardeşim on beş gün önce ırmakta balık tutarken sara krizi geçirmiş ve tamda babamın dediği gibi tepesinin üzerine düşmüş ve ölmüş. Babam kardeşime beddua etmek zorunda mıydı? Şimdi üzülüyor ama ne fayda?” dedi. Kadının hali ve söyledikleri beni çok sarsmıştı.

Birçok anne baba çocuklarına öfkelendiklerinde kızgınlıklarını, hiç düşünmeden, tartmadan beddua tarzı sözlerle dile getirir. Ve evlatlarının başına “beddua ile talep ettikleri” can acıtan şeyler geldiğinde ise çoktan söylediklerini unutmuşlardır bile. Ahlanıp vahlanırlar ama nafile.

Torunundan hayli sıkıntı çeken bir babaannenin şöyle bir itirafını duymuştum: “Bunun babası çocukken çok haylaz idi. Beni çok yorar ve üzerdi. Ben de o zamanlar ‘Bana ettiklerini evladından çekesin.’ derdim. Demez olaydım! Evladımı, evladı üzdükçe benim ciğerim parçalanıyor.”

Aslında ne kadar açık değil mi? Konuştuklarımız hem bizim hem de etrafımızdakilerin hayatının gidişatını değiştirebiliyor, imtihanı haline gelebiliyor. Bu yüzden “Ya hayır konuş ya sus.” hepimizin hayat düsturu olmalı.

Allah’a emanet olun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir