İstila Ve Su / Kenan Kurban

32-istila-ve-suKara kışı arkasında bırakıp bütün ümitleriyle ilkbahara giren insanlar Nisan ayında yaşanan devalüasyonla sarsılmış, ümitlerini yitirmişti. Sitelerdeki işyerine gitmeye çalışan Nuri usta bu milyonlarca insandan birisiydi.
Dolmuşun insanı pek rahat ettirmeyen ortamına rağmen içinde aniden ve büyük bir umut belirmişti. Derbeder görünümlü liseli bir gencin dolmuşa bindiğinde hemen kalkıp;
“Buyur amca” diyerek yer vermesiyle, azalan umutları yeşermişti. Çünkü doğal bir refleksle bunu yapmıştı.
Sitelerde indiğinde kulağına atölyelerden gelen komprosör, hızar seslerine karışan vernik, boya ve ağaç kokuları ona eşlik ediyordu. Ve hepsinden önemlisi çalışanların bunlara karışan alın terleri, el emekleri, göz nurları ve hayalleri bütün çekilen sıkıntıları daha bir anlamlı ve değerli yapıyordu.
Karacakaya Cad. Alınteri ofis mobilyanın kapısından girdiğinde mağazayı temizleyen çalışanlar meraklı gözlerle; “Abi hoş geldin!” çektiler. Beklenen soruyu en kıdemli ve nazı geçen Cavid sordu.
“Abi, arabayla niçin gelmedin?” Tedirgin, telaşlı bir o kadar da merhamet dolu gözlerle bakan Nuri usta: “Evlat, birçok dostumuz iflas etmiş, etmeyenler borçlarla boğuşuyor ya da malını mülkünü yok pahasına satmış. Bizim caka satarcasına dolaşmaya hakkımız yok.”
Birçok yakınını kaybetmiş, bazıları da komada yatan bir insanın artık yeni ölüm haberleri duymamak için Yaradan’a yalvaran haliyle, ofis mobilyalarının arasından üst kattaki yazıhanesine geçti. Çok yorgundu. Bu bedeni değil ruhi bir haldi. Böyle zamanlarda en güzeli şuursuzca oturmak ve kendini kaderin kollarına bırakmaktı. Koltuğa kurulurcasına oturdu. Pilli radyosunu açtı. Kısa dalga radyonun cızırtılı çıkan sesinden pillerin bitmeye başladığı belli oluyordu. O her seferinde inatla pil alıp değiştiriyor, yeni elektrikli bir radyo istemiyordu. Çünkü ilk haftalığıyla rahmetli annesine aldığı radyoydu. Ve şimdi sadece bir eşya değildi. Geçmişin sesini bugüne taşıyordu. Bütün olumsuzluklara rağmen icra edilen esere eşlik etti. “Şimdi uzaklardasın gönül hicranla dolu. Hiç ayrılamam derken kavuşmak hayal oldu.” Onu alıp götürdü. Sonra gayri ihtiyari geri dönüp duvarda asılı siyah-beyaz iki resme baktı. Birisinde anne-babası diğerinde ise ustasının resmi vardı. Ahh koca Hüsrev usta… Beyaz kalın kaşlarının kapattığı gözlerle tanıdığı her insanı ve eşyayı işlemek istercesine bakardı. Az konuşur ama sözünün üstüne söz konuşulmazdı. Sitede Hüsrev ustanın çırağı olmak bir ayrıcalıktı. Askerden geldiğinin birinci yılında, bir sabah cumalık kıyafetleri üzerinde, yüzünde hem hüzün hem sevinci beraberdi. “Ustam hayırdır. Bugün böyle giyinmişsiniz?”
“Bir çay bana bir de kendine kap getir.” Karşılıklı çay içmek hem de ustanın isteğiyle olacak iş değildi. Çayları getirdi. Usta koltukta kendisi ayakta öylece duruyordu.
“Nuri artık senin ayrılma vaktin geldi.”
“Aman usta bir hatam mı oldu?”
“Hayır, hayır öyle değil. Artık kendi işinin başına geçmelisin. Askerden geldin. Evlenip barklanacak, çoluk çocuğa karışacaksın. Benim verdiğim haftalıklarla bunlar olmaz.”
“Ne haddime usta”
“Ustaya karşı gelinmez. Sen zannedersin ki işi bilmen, elin yatkınlığı çalışkanlığından sebep ben sana böyle diyorum. Yanılıyorsun. Senden daha mahirleri geçti elimden. Ama az yüz verdim şımardılar. Parayı bollaştırdım ahlaksızlaştılar. Ben de yol verdim. Sen ise belki farkındasın belki değil, bu imtihanlardan tek tek geçtin.”
“Şimdi son bir defa ustan olarak öp bakayım elimi.” Usta gerçekten de eli öpülesi bir insandı. Sonra sıkıca sarılıp kucaklaştılar. Baba-oğul gibi.
Sonra usta ilk olarak bütün tedarikçileri tek tek dolaştırdı. “Bu evladım ne isterse para sormadan vereceksiniz. Ben kefilim.” En son Yağız sokaktaki dükkânın önüne geldiler. Usta cebinden bir çift anahtar çıkardı. Al bakalım dükkânın anahtarlarını, çek besmeleni aç ekmek teknesinin kapısını. Bu yarı bodrum yüz metrekarelik bir dükkândı. İçi bomboş ve şimdilik soğuktu. Nuri de fakirlikten karnı sırtına yapışmış bir adama aniden zengin bir akrabadan miras kaldığında ne yapacağını bilemeyip şaşırmasıyla beraber yeni konumundan dolayı bilmediği korku yaşıyordu. Durumu fark eden Hüsrev usta “Çocuk üzülme, korkma benim dükkândan istediğin tezgâhı alabilirsin. Hem sana yadigârım hem de ilk dükkân hediyem olur.” Sonra cebinden bir zarf çıkarttı. “Bunlar sana borç, çalışıp zamanla ödersin. Ve evlat sana ustan olarak son nasihatim: Para kazandıkça hırslanıp harama dalma. İşçinin, sana mal verenlerin parasını borç bul öde. Sekiz günlük yemek için dokuz günlük çalışman gerek. Borcunu zamanında ödediğin gibi alacağını da zamanında almaya bak. Sağlam adam deyip bırakma, dünyanın bin bir türlü hali var. Sermayenden eksiltip mal mülk edinme. Bir kere itibar kaybettin mi düzenin bozuldu mu, yüz ev bir işyeri açmaz. Ama bir ekmek teknesi bin ev alır.”
Bir yandan yapamaz mıyım, yapabilir miyim? Diğer yandan ustasının güven telkin eden söz ve fiilleri. Bu ikilemleri arasında bir ay içinde atölye işlemeye başlamıştı. Daha ilk keresteyi işlemek için kesecekti ki kalantor görünümlü birisi selam verip içeri girdi. “Nuri ustayla görüşeceğim.” dedi. Biraz şaşırmışlıkla “Buyurun benim.” dedi. “Sizi bu çevrede çok meth ettiler. Ben kendime yeni bir bina aldım.” “Hayırlı olsun.” “Sağolun. Şirket merkezi yapacağım. Ofis mobilyalarını baştan aşağı yenileyeceğim. Temiz, sağlam ve güzel bir işçiliğin yanı sıra fiyatının da hesaplı olması gerekli. Siz yapar mısınız?” “Tabi beyim, biz bunun için varız.” Biraz mahcup bir eda ile küçük bir sedir benzeri derme çatma tabureyi ilk müşterisinin oturması için altına sürdü. Müşterisi biraz mütebessim biraz “ah gidi yıllar” dercesine oturdu. Bu arada çırağı “Çabuk getirmesi” tembihiyle kahve almaya gönderdi. İçini bir heyecan, mutluluk ve sevinç kapladı. Ne de olsa öncekilerden farklı olarak ilk defa kendi adına bir sipariş alacaktı.
Müşteri ne istediğini tane tane anlatmaya başladı. Dikkatle dinleyen Nuri usta kafasında projeleri çizmeye başlamıştı bile. Son yudumlanan kahvelerden sonra adam “Usta, sen benim derdimi sanıyorum anladın. Bir de mekânıma gel ölç biç, bana kesin fiyat ver.” “Tabi, tabi hiç endişeniz olmasın doğru adrestesiniz.” “O zaman el sıkışalım. Şimdi ben sana Bismillah 500.000 TL kapora bırakayım.” Parayı aldı cebine koydu. İlk alınan paranın sıcaklığını cebinde hissetti. Bir güven geldi. “Ben öğleden sonra gelir ölçüleri alır, hemen işe başlarım.” İşin hacmi hakikaten büyüktü. Ama gece gündüz çalışıp on beş günde işi teslim etmişti. Ciddi miktarda da kâr kalmıştı. Hatta getir götür işleri için zar-zor da olsa bir Kartal araba bile almıştı. Yapılan ilk ticaretteki başarısıyla artık gemiyi kendi nefesiyle götürebileceği kanaati pekişmişti. Ve yıllar yıllar sonra tevafuken öğreneceği gerçek onu daha bir sarsacaktı. O da şuydu; kendisiyle aynı işi yapan ofisci Celal ustaydı. Parayı severdi, pintilik de vardı. Ama insanlığını unutmaz, kardeşlik, abilik hukukunu çiğnemezdi. İşte o ilk müşteri Celal ustanın hem eski bir ahbabı hem de iyi bir müşterisiymiş. Buna rağmen alışverişini yeni açan bir yerden yaptırmış, diğergamlık örneği göstermişti. Bunu bir gün bile söz konusu etmemişti. Bu gerçeği öğrendiğinde onun muhabbetli bir anında “Celal usta! Yeni dükkân, işyeri açana niye kendi müşterimi göndereyim ya da göndermek gerekir mi?” diye sordu. Bir anda çehresi kararıp sertleşen Celal usta: “Evlat o kul Bismillah demiş. Darlık, sıkıntı içinde bir yer açmış ve Allah benim rızkımı gönderir diye itikat edip güvenmiş. Biz hem o kulun Rabbi’ne olan güvenin tecellisinin sebebi olalım hem de “Kim bir Müslüman’ın dünya sıkıntılarından birini giderirse Allahu Teâlâ da onu kıyamet günü sıkıntılardan korur. Kim, Müslüman’ın ayıbını örterse Allahu Teâlâ da onun dünya ve ahirette ayıbını örter. Kişi, arkadaşına yardımcı olduğu müddetçe Allahu Teâlâ da onun yardımcısı olur.” hadisindeki müjdeyi umarak yaşayacağız. “Ya o sana rakip olacak ayrıca ileride seni geçme ihtimali de var?” “Ne güzel işte bir kardeşimiz güçlenmiş, kuvvetlenmiş biz seviniriz. Allah yolunu açık etsin bize geçsin, o zaman da yolumuzu açar bilmediğimizi öğrenir, görmediğimizi görürüz. Biz de onun sayesinde gelişiriz. Her hâlükârda kazanırız evlat.”
Eski insanlar sadece kendini değil. Elinin değdiği herkesi, her şeyi düşünürdü. Büyütmeye çalışırdı. Paylaşarak çoğaltırdı. Sonra ülkeyi bir haftadır şok eden devalüasyon ve neticesindeki ekonomik krizi düşündü. Üç kuruşluk çıkarları için ülkelere, insanlara böyle bir muameleyi reva görenlere hafızasının derinlerinliklerindeki en galiz küfürleri salladı. Sanki öfkesi boşalmış rahatlamıştı. Bir daha küfredecekti ama gene de kendine yakıştıramadı. Kader çizgisinde bu bir anlık rahatlama bile ona çoktu. Çalan telefonun sesiyle geçmişin hatıralarını bir kenara bıraktı. “Alo” karşısındaki muhasebeci Ünzile Hanımdı. “Nuri Bey günaydın.” “Günaydın kızım.” “Efendim size kötü bir haberim var. Denizli müşterisi Hacı Bayram Ali abinin çeki karşılıksız çıkmış. Ne yapalım, hemen avukata vereyim mi?” “Hayır, kasaya koy ve hiç bir zaman hiçbir kuvvet onu oradan çıkartmasın.”
Bu son haberle, kendisini komadayken aniden, düşüncesiz ve düşmanca fişi çekilen hasta gibi hissetti. Hacı Bayram Ali mutlaka ölmüş olmalı yoksa ne yapar eder borcunu öderdi. Arasam alacak için aramış gibi olur diye düşünülür, ayıp olur, en iyisi birkaç gün beklemekti. Üstelik o tanıdığı en düzgün esnaflardandı. 30 yıllık müşterisiydi. İlk alış-verişlerinden sonra zamanla samimiyetleri artmıştı. Ona çok güvenirdi. Bayram Ali usta bunu bildiği halde asla istismar etmez, dostlukla ticari ilişkilerin sınırlarını çok iyi korurdu. Gözünün önüne ilk mağazaya girdiği gün geldi. Hafif beyazlamaya başlamış saçları, yumuk gözleri, tatlı Ege şivesiyle: “Ben yeni bir dükgen açıvecem bizim oğlan. Akideşlerden koltuk, moltuk alıvedim. Ofis mobilyalarını senden alsek olumu?” Her halinden buraların acemisi olduğu belli oluyordu. O saflığa karışan telaşı ona bir tatlılık vermişti. Daha çok konuşturmak için “Oturuvee bakem bizim oğlan” dedi. Hemen çayları söyledi. “Anlat bakalım sen kimsin?” O da tüm samimiyetiyle anlatmaya başladı. “Denizli Çınar’da beş katlı bi yer tutuvedik. Çeğiz, koltuk takımları, çekyat incik boncuk birçok malzeme va… Bürolar içinde bişeyler oluvesin diye düşündüm. Uzun lafın kısası senin dükgeni gördüm. Bakem anlaşısek alırım.”
“Bu işten ne kadar anlarsın, bilir misin?” “Heee. Hem anlarım hem anlamam.” “Nasıl yani?” “Benim asıl işim baba mesleği değirmencilik. Zamanla işler azalıvemeye başladı. Ben de yanına bidene hızar alıverip ağır ağır marangozluğa başlevedim” Adamın sözlerinin doğruluğunun şahidi parmaklarıydı. Olmayan parmakları. Çoğu marangoz ustasının başına gelen, adeta nişanı olan hızarın testeresine kaptırılan birkaç kesik parmak. Duygulanmış, gözleri mahmurlaşmıştı. Bayram Ali usta tüm içtenliğiyle anlatmaya devam ediyordu. “Oğlanla da bu arada büyüvedi. Güccük oğlan burda okuveriyo. Paytar olcek nasip olusa. Gocuman yanımda. Dedik olmu olmaz mı deken bir mağaza açıverilem. Hindi ağır ağır başladık. Hani hiç korkmeyom desem yalan olu emme Allah yardımcımızdır.” Nuri usta son anlatılanları pek duymuyor. İşitse de idrak etmiyordu. Çünkü onda kendisinin ilk günlerini görmüştü. “Ustam ben seni çok iyi anladım. Benden sana açık hesap, istediğin kadar mal alabilirsin. Seç, beğen, al götür. Hizmetindeyiz.” Duyduklarına şaşıran Bayram Ali usta Nuri ustanın kendisiyle önce dalga geçtiğini zannetti. “Sen ne devedin farkında mısın beyfendi? Daha beni tanımeyon bile” “Evet senin şahsını tanımıyorum. Ama mayan, özün tanıdık. Ben de senin geçtiğin yollardan geçtim. İnşaallah beni yanıltmazsın. Eğer görüşüm yanlış çıkarsa giden mallara değil umutlarımın boşa çıkmasına, ferasetsizliğime yanarım.” Bazı zamanlarda bu duygu, yemek içmek gibi en elzem ihtiyaçtı. Birine, birilerine güvenmek, güvenilmek. Bu sebepten belki de aklını fazla kullanmadan bu hisle hareket ediyordu. Gene de bunu tetikleyen muhatabının duruşuydu. Bayram Ali usta ardına kadar açılan kapıdan yine de temkinli girmiş, gücü kadarlık alışveriş yapmış, kendi eliyle senetleri imzalayıp vermişti. Yıllar içinde çoğu zaman telefonla anlaşıyorlardı. “Bayram Ali usta yeni modeller çıktı. Bunlar sende gider.” “Sen öle deyosen tamam bizim oğlan.” İki taraf da fiyat bile konuşmadan görüşme biter. Fatura gider evrak veya para gelirdi.
Böyle bir hukukun sahibi iki insan diğerinin durumunu düşündükçe içi daralıyordu. Nuri usta kendisini kafese kapatılmış kartal gibi hissediyordu. Can havliyle kendini sokağa attı. Hiçbir hesabı, hedefi yoktu. Ama yüreği vardı ve bütün bedenini o yönetiyordu. Kamyonetlerin, dolmuşların, arabaların, seyrek de olsa gelen müşterilerin, ince hızar tozlu üst başlarıyla malzeme taşıyan çırakların doldurduğu sokaklardan geçti. Yürüdü yürüdü. Neredeyse Hüseyin Gazi tarafına gelmişti. Bir anda narkozdan uyanan hasta tepkisiyle durdu. Ve “Ben nereye gidiyorum?” dedi kendi kendine. Karşısında bir sokak tabelası duruyordu. “Gülbahar Sokak” Tebessüm etti. Altı ay öncesine kadar burası en kötü, ücra sokaktı. Şimdi adeta müdavimi olmuştu. Yaşananlara kendisi bile şaşıyor. Kendi haline bıyık altından gülüyordu.
Sitenin ayaklı gazetesi, şaşkın Münir: “Abi duydun mu, Gülbahar sokağa yeni bir mağaza açılacakmış?” İnanması gerçekten de zor bir haberdi. “Oğlum sen çok konuşmaktan, dedikodu yapmaktan beynin sulanmış. Bildiklerin, gördüklerin, duydukların iç içe girmiş. Orada ancak bir atölye açılır. Karacakaya Caddesinde mağazası olur. De get işine.”
“Kimse bana inanmıyor. Ama vallahi billahi usta, doğru söylüyorum.” Hatta bizim varyemez Cezmi’nin dükkânını tutmuş. Tutan demiş ki: “Ben burayı güzelleştireceğim, masraf edeceğim, kaç ay kira almazsın?” diye sormuş. Tabi bizim varyemez Cezmi, yok mok demiş ama sekiz ayda tamam demekten de kurtulamamış. “Valla inanılır gibi değil! Kıyamet alameti, günahını bile vermeyen adam sekiz aylık kiradan vazgeçiyor. Bu işi beceren babayiğidin eli öpülür.” “Babayiğit değil abi. Otuz-otuz beş yaşlarında gençten birisiymiş.” “A akılsız o zaman iki kez öpülür. Babayiğit oğlu babayiğit diye. Kim bu tanıyor muyuz?” “Bizim buralardan değil. Ortalıkta namı dolaşıyor ama cismini gören yok.” Bu konuşmadan iki gün sonra tadilat başladı. Ve ilerleyen günlerde sadece dükkânda değil sokağın girişi de kendi de değişti. Nasıl becerdiği, hangi ara yaptı bilinmez bir şekilde dükkân dahil sokağın kaderi değişti. Artık yol tarifleri bile bu sokağa göre yapılmaya başlanmıştı. Namı meşhur cismi meçhul kişiyi görme arzusunun ağır bastığı bir gün, meraklı gözler ve hızlı adımlarla sokağa girdi. Hakikaten genç, düzgün giyimli, mert bakışlarıyla beraber kendinden emin tavırlarla ustalara talimatlar verdiği belli olan bir aslan parçası duruyordu. Evet, belki de denildiği gibi otuzlu yaşlarındaydı. Ama bin yılların öncesinin kokusu, bilgi birikimi, tecrübesi, hafızası sanki sinesine sinmiş ve her bir davranışında kendisini belli ediyordu. Etrafında gözle görülmez bir alev topu vardı. Ama bazısını yakıyor bazısını ise kendisinden soğutup uzaklaştırıyordu. Bu sayede o fark edilmez ateş koruyucu bir el gibi onu kem gözlerden saklıyordu. Bedenin ve ruhunun derinliklerinde daha önce hiç yaşamadığı, hissetmediği cinsten bir korku kapladı. Anlayamıyor, anlamsız geliyordu. Saniyeler içinde belki de yüzlerce duygu ve düşünceyi kalp imbiğinden inceltip akıl süzgecinden geçirdi. Bu dayak yemekten, ölmekten, malı mülkü, itibarı kaybetmekten dolayı oluşan, gelecek endişelerinin artması sonucu hezeyana dönen korkma gibi değildi. Üst düzey saygı duyduğunuz, ilk defa görseniz bile yıllar önce kaybedip kavuşmaktan ümit kestiğinizde, aniden karşılaştığınızda taşan sevgiye benzer bir sevme ile seversiniz de onu bir daha kaybetmekten ve kırmaktan korkarsınız ya işte öyle bir duygu olduğuna kanaat getirdi. Gidip tanışmaya cesaret edemedi. Başı önde ama yüreği sanki refahlamışçasına geri döndü. İlerleyen zamanda da içindeki bütün meraka rağmen cesaret edip gidemedi. Ta ki yeni açılan mağazanın açılış yemeği için davet edilene kadar. Cuma namazı çıkışı esnafla birlikte iştirak etmişlerdi. Yaz günü caddeye dizilen masalar ve mis gibi havayı dolduran yemek kokuları açılışın cazibesini artırıyordu. Hatta bazı açıkgözler önceden gelip yemeği yemeye başlamışlardı bile. Zaten ortam da yavaş yavaş kalabalıklaşıyordu. Yarım saat içerisinde bütün masalar dolmuştu. Sitelerin çok az şahit olduğu bu kalabalığa rağmen çok az kişi kaldırımın kenarına çökerek hallerinden memnun bir şekilde yemeklerini yiyordu. İkramların pişirilip sunumunun güzelliğinden mi yoksa yemeği verenden mi bilinmez, çok hoş bir tadı haz veren bir lezzeti vardı. İnsanlar kendinden geçmişçesine yemeğe dalmışlardı. Ama yine de fısıltı gazetesi küçük harflerle yayınına başlamıştı. “Kardeşler buranın patronu kim, hale göremedik.” “Tokatlıymış” “Bizim buralarda pek Tokatlı olmaz ama…” “Bir de şey, neydi?” “Ne şeyi oğlum?”
(devamı gelecek ay)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.