İdealler ve Yalancılar / Kenan Kurban

40-idealler-yalanlarAkdeniz sıcağının, mavi suların serinliğiyle birleşip insanı ferahlattığı bir yaz gününde şehvetleri kalplerini, öfkelerini ve akıllarını esir almış. İnsanların huzursuzluğuyla huzur bulan dört adam ve onların ukala aileleri, sahile sıfır özel mülklerinde eğleniyorlardı. Erkekler dışarıya attıkları masanın başında okey çevirirken gözleri de sesi kısık televizyondaydı. Kadınlar ise yemek hazırlarken günlük dedikodularını yapıyorlardı.
“Beyler okey!” “Ulan, şeytan tüylü Zühtü!” “Mahir Şanlı şeytan tüyü değil, dikkat ve matematik. Hep derim hayat matematiktir.” “Yılın 365 günü zaten didişiyoruz. Bari tatilde oyun ve eğlencenin tadını çıkartın.”
Akdeniz’in ılık rüzgârı gökyüzüne taşıyordu. Masanın dördüncüsü ne kadar bu masada olsa da tüm zorlamalara rağmen yine de buraya yabancıydı ve ait değildi. Esprilere ve kahkahalara okey taşlarının sesleri eşlik ediyordu. Bir anda televizyondaki son dakika haberi ortama hâkim olmuştu. “Havaalanına iniş yapan devlet adamımızı binlerce vatandaş karşılamak için toplandılar. Sloganlar, dövizler onu adeta göklere çıkartıyordu. Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın tebrik mesajları alt yazı olarak akıyordu.” Zühtü dayanamayıp: “Ne kadar inkâr etsek de bu çarıklılar işi beceriyor.” Koca göbekli, kalın enseli kalantor olanı: “Peh, seni bile etkilemişler. Oğlum ipleri bizim elimizde bunların, saldığımız kadar ileri gidebilirler.” Uzun boylu, kumral adam: “Sacid Bey, ben de Zühtü Bey’le aynı fikirdeyim.” Sacid konumu sarsılmış ve sorgulanmış hissederek: “Mahir Bey, beni en iyi siz tanırsınız. Gücümü yakından bilirsiniz.” “Sacid Bey kendi gücünüze güvenmeniz güzel de karşınızdakinin elindekileri göremeyecek kadar gözünüzü kör etmesi yanlış. Yasin Bey siz de birkaç kelam etsenize.” Yasin ise habere, daha doğrusu devlet adamına odaklanmış adeta ortamdan kopmuştu. Zühtü her zamanki ukalalığı üzerinde: “Ne o hemşehrini kıskandın mı?” Yasin hırslı, öfkeli ve bir o kadar hased dolu gözlerle üç dostuna bakarak: “Ne kıskanacağım çarıklıyı. O bana abi diye hitap ederdi. Lisede benden iki sınıf alttaydı. Yazları Kur’an kursuna gittiğimizde ben hatim yaparken o elif cüzündeydi.” Sacid Bey’in yağ dokusuna gömülmüş gözleri büyüdü: “Siz Kur’an okumayı bilir misiniz?” Bu küçük bilgi Sacid Bey’in sorgulamalarını arttırdı. “Yasin Çamuroğlu? Gerçekte kimdi? Yoksa o bizim Yasin, bildiğin yobaz mıydı?” Mahir söze karıştı: “İnsanlar doğduğu yeri, anasını, babasını kendisi seçemiyor. Dalga geçmeyin kankamla.” Sacid can alıcı sorular sorup daha çok bilgi sahibi olmanın peşindeydi. “Bu çarıklı senin hayatının neresinde?” Yasin derin bir iç çekişten sonra: “80’li yıllar. Bizim gençliğe adım attığımız günlerdi. Dedemin tesiriyle ve yaşadığım ortama tepki olarak dindarlığa meylettim. Bir de buna orta ve lisede muhafazakâr, milliyetçi hocalarım da destek olunca hamurumuz iyice böyle yoğruldu. Düşünün! Kışın okula lastik mesh giyip gidiyor, eğlence ortamlarından uzak kalıyordum. O kadar mübarektim! Hedefimi çizmiştim. İdealist bir hukukçu olacak ve İslam’a hizmet edecektim. Kanımda liderlik de var, babamın da varlıklı oluşu gençleri toplamamı kolaylaştırıyordu. Lisede on beş kişilik ekibim vardı. Ayrıca idealist duruşum ve çalışkanlığım hocalar tarafından da takdir görüyor, hatta onlarla ahbap gibi muhabbet ediyordum.” Zühtü yine kendi tarzınca taşı gediğine koyarcasına tespitte bulundu: “Yani havam o biçimdi diyorsun.” “Aynen öyle.” Bu muhabbetin hiç hoşuna gitmediği Sacid’in ise yüzünden belliydi. Beyninin içinde haince Yasin’i sorgulayarak ağır ağır şöyle demeye başlamıştı: “Bir kere satan her zaman satar. Başkasına ihanet eden bir gün bize de ihanet eder.” Mahir de elini o kirli sakallı yanağına koymuş hikâyenin gerisini merak ediyordu. “Sonra kanka.” Bir yudum daha yuvarlayan Yasin: “Sonrası, haziranda ÖYS sınavı ve derece ile İstanbul Hukuk.” “Vaay! Dereceyle İstanbul Hukuk ha… Uçmuşundur oğlum.” “Hem de nasıl, kasabada parmakla gösteriliyorum. ‘Seyrekbasanın oğlu değil mi lan o? Maşallah maşalallah, okuyup büyük adam olacak, gururumuz.’ diyenler vardı. Ama her şeye rağmen aralarında ‘Ben bunların sülalesini tanırım bunlardan adam çıkmaz…’ diyen hasetler de mevcuttu. Övgüler beni çok mutlu ediyor, gururum okşanıyordu. Ama daha ziyade ideallerime, amaçlarıma doğru büyük bir adım attığımı hissediyordum. Küçük yerin baskısından, sığlığından kurtulup büyükşehrin kalabalığında kendim gibi düşünen büyük insanlarla oturup kalkıp duvarlarımı yıkabilecektim.” “Adamım, duvarları yıkmışsın yıkmasına da sanki yıkıntılarının altında kalmış gibisin.” Zühtü’nün bu patavatsız çıkışı, Yasin’in kendine itiraftan kaçtığı hakikatin en açık şekilde yüzüne vurulmasıydı. Ama yanlış yaptım deyip kendisine bile itiraf edemezdi! “Yıkıntıların arasında kalmadım azizim. Aslında bir duvar olmadığını gördüm. Rahatladım, onlar sadece sanal korkularmış.” Avukatlığın verdiği demagoji gücü veya gerçekmişçesine yalan söyleyebilme yeteneği her zaman kullanılabilecek güçlü bir silahtı. Sacid, her zamanki ustalığı ve kurnazlığıyla: “Onu nasıl fark ettin ya da kimler fark ettirdi?” Yasin çekik siyah gözlerini denizin maviliklerine dikti: “İnsanlar ve olaylar.” Mahir her zamanki dostane tavrıyla: “Kankam, çok acılar çekmiş kenar mahalle ezikleri gibi konuştun.” Yasin bu tespite fazla aldırmadı. Çünkü geçmişinden bahsettikçe vicdanını rahatsız eden yanlışlarını, hata ve günahlarına akılcı bahaneler bulup kendini ve çevresini inandırıyor ya da belli bir süre inanmışlık rolü yapıyordu. Aldığı bu güçlü hazla devam etti:
“İstanbul… Beyazıt’ta o tarihi kapının altından geçerken öyle derin, kuvvetli ve yüce duygular kapladıki içimi; kendimi mini bir süpermen ya da geleceğin kurtarıcısıymış gibi hissediyordum.”
Az konuşup çok dinleyen, sadece duygu ve düşünceleri taşınca konuşan Sacid yine döktürecekti: “Kurtarıcılık! Fare doğup kuş beyinlilikten gaza gelerek kendini aslan gören zavallıların aptalca hastalığı.” Aslında bu tipler onun aradığı kişilik yapılanmalarıydı. Aklı, duygularının esiri insanları biraz pohpoh, etrafına birkaç şakşakçı adam ve sonra avucunun içine aldın adamı. Etiketini yapıştır. İstersen “Kahraman terörist!” “Ülkesini seven tek vatan evladı!” ya da “Mücahit, müceddit, sahte şeyhler veya mehdiler, yalancı peygamberler.” Piyasadaki kaç tanesi onun eseriydi ya da yedekte kaç tane vardı. Bilinmez? Ama bir gerçek vardı; Allah’ın hikmet verdiği hakikat ehli Allah dostları güneş gibi parladığında bunlar kardan adamın erimesi gibi eriyip buhar olup gideceklerdi.
“Ey gece, karanlığını çek. Kara bulutlar, ya aradan çekilin ya da yağmur olup toprağa düşün!”
“Kurtarıcılıktan ne zaman kurtuldun?” “Ben de tam bilmiyorum. Zamanla iç âleminizde bir şeyler dengeleniyor ya da heyecanınız kayboluyor. Yeni insanlar, fikirler, hayatlar tanıyorsunuz. Bir süre sonra asla yapmam, oturmam dediğiniz işleri ufaktan yapmaya, insanlarla yiyip içmeye başlıyorsunuz. Bu fikirlerde, görüşlerde de gerçeklilik payı var ihtimali insana kapı açıyor, belli bir zaman daha geçince bilgileriniz, zihniniz bunlar yanlış dese de ortamlarda aldığınız süfli zevklere kalbiniz meyledip sevmeye başlıyor. Nihayetinde kopamıyorsunuz. Bu arada dostlarınızın ya da aynı yolun yolcusu olan insanların zaaflarını, kültürel eksikliklerini fark edip onları küçük insanlar sepetine koyup kendi değerlerinizi cilalayıp gemi değiştirip başka denizlere yol almaya başlıyorsunuz.” Bu uzun ve derin değerlendirmeden canı sıkılan Zühtü yüksek sesle eşine: “Rose, tatlım bizim mazotumuz bitti.” Hollandalı eşi, bildik Avrupai tipteki soğukluğunu atmak için gülücükler atarak kocasının isteğini yerine getirdi. Mahir eşeleyen soruyu sordu: “Bu gemi, saf değiştirmek mi oluyor?” “Biz ona saf değiştirmek demeyelim. Rüzgârı yakalayıp insanı yukarılara çıkartacak ve uzaklara götürecek, beyninizin kıvrımlarını açacak dostlar edinmek olarak görelim.” “Hangi olay bu kıvrımları açtı?” “Ben üçüncü sınıftayken bir konferansa davet edilmiştim. Konusu “Finans ve Hukuk” “Konferansı kim veriyordu?” “Prof. Calvin Thompson” Mahir’in gözleri büyüdü. Yasin devam etti. “Orada konuşulanlardan daha çok davetliler dikkatimi çekti. Televizyonda, gazetede gördüğüm büyük iş adamları, bürokratlar, ünlüler oradaydı. Hayatımda ilk kez böyle bir haz alıyordum. Güç ve gücün verdiği o özgüven. O zaman anladım. Kuru kuruya idealistlik bir yere kadardı. Asıl idealizmi belirleyen, hedef gösteren güçtü.” Çenesi gıdığına gömülmüş Sacid, kendi içinden sessiz sessiz en gür haliyle konuşuyordu. “Birçokları gibi sen de kılıf uydurup güç için ideallerini sattın.”
Ilık ılık esen Akdeniz’in havası sanki alttan alta ateşi harlıyor, Yasin’in konuştukça konuşma iştiyakı artıyordu. Bilim adamları derler ya “Yerküredeki fay hatları yıllar içinde sıkışma sonucu depremleri meydana getirir.” İnsanoğlunun içindeki iyi ile kötü fay hatlarının birbirini itmesi veya çekmesi sonucu oluşan depresyonda aciz muktedirler bile yardıma muhtaçtı. Zengin depremzedeler gibi imdat çığlıkları atıyorlardı. Günahlarından, hatalarından rahatsız olan, bir damla vicdanı olanlar, ayıkken cesaret edemedikleri itirafları birkaç damla alkol alınca sahte bir cesaretle şuursuzca ortalığa dökmekten geri kalmıyorlardı. Azıcık aklı olan her insanın en mutlak ihtiyaçlarından biri de “Ben iyi insanım.” deme ihtiyacıydı. İşte bu ahval içinde Yasin sekizlik bir deprem şiddetiyle patlamaya devam ediyordu.
Zühtü merakına yenik düşüp sordu: “Gücü eline geçirince ne oldu?” “O ortamları gördükçe daha önce beraber olduğun, yaşadığın insanların birikmiş küçük hataları sana daha büyük gözüküp iyiden iyiye onları beğenmemeye, küçük görmeye başlıyor, ‘Ben her şekilde kendimi kurtarırım, sağlam adamım.’ duygusuyla çevrenizi küçük küçük değiştirmeye başlıyorsunuz. Kısacası kopmak için geçerli bahaneler üretiyorsun. Zamanla ibadetleri terk ederken beyniniz ‘Sen her şeyi biliyorsun. Adamsın, bunlara takılma.’ diyor. Daha ilerisinde, asla yapmam dediğin işleri yapmak normalleşiyor. Bilgilerinizin uyarısı sizi etkilemeyip adeta bakar kör oluyorsunuz. Kısacası kalp değişince akıl, bilgi bir işe yaramıyor. En sonunda da o gücü kaybetme korkusu bütün benliğinizi sarıp sizi esir ediyor. İşte o andan itibaren doğrular-yanlışlar karışıyor. Kendinizi, terbiye edilip kafese hapsedilmiş aslan gibi hissediyorsunuz.” Dinledikçe Sacid yine içten içe en yüksek tondan konuşmaya devam ediyordu: “Sen bir fareydin, akılsızlığın verdiği budalalıktan kendini aslan zanneden bir salaktın ve hâlâ salaksın. Bir farkla, benim yönettiğim bir salak.”
Sacid, gerçekten zeki bir insandı. Hakikati anlayabilecek kadar muhakemesi güçlüydü. Onu diğer insanlardan üstün yapan birçok vasıflara sahipti ama iblisin bile; “Allahım, bu şeytanın şerrinden beni koru!” dediği, kötü olduğu için kötülük yapan bir insandı.
Okey unutulmuş taşlar rastgele atılır olmuştu. “Kanka, senin eski dostların seni fikrinden çevirmeye çalışmadı mı?” “Birkaç sorti yaptılar. Zaten kalbin soğukluğunu hissedince ister istemez yüzleri düştü.” Zühtü, çarıklıyı merak etmişti. Televizyonu eliyle göstererek: “Ya bizim köylüyle ne yaptınız?” “Tatillerde görüşürdük. Ankara’da üniversite okudu. Okul bitince İstanbul’a geldi. Birkaç kez de Fatih’te oturup çay içtik. O da benim fark ettiğim eksiklikleri görmüş. Ama tüm bunlara rağmen kendisini inancı, imanı ve davasında yukarı taşıyacak çağın getirdiği sorunları çözme yetisi yüksek insanları bulup kendisini inanılmaz bir şekilde değiştirmiş. Sanki o kasabadaki insanın üzerindeki sır perdesi ağır ağır çekilmiş, gizlenen bir hazine ortaya çıkmıştı. Orada çektiği garibanlık, yokluk ve eziyetler sanki onu bugünlere hazırlamak içinmiş. İçindeki durum onu savaşçı yapmıştı. Bir bardak su için bile savaşan biri ileride nasıl olur siz düşünün.”
O bu değerlendirmeleri yaparken Sacid çoktan sıkılmıştı. Onun moralini bozan, görmek bilmek istemediği şey; düşünen, akleden adamları yok edememekti. Birisini etkisiz hale getirse umulmadık yerden başka biri zihinleri ve gönülleri aydınlatmaya başlıyordu.
Masada duran siyah telefonu kalın parmaklarının arasına aldı, sert bir tonda; “Tekneyi hazırlayın.” talimatı verdi. Dedikoduya, hava atmaya doyamayan karısına gidiyoruz işareti çekti. Sonra da iskeleye doğru yürümeye başladı. Masadaki diğer üçlü şaşkın, bu ani ve umursamaz kalkıştan kırılmış bakışlarla zoraki olarak ayağa kalkıp uğurladılar.
İkindiye dönen güneşin ışıklarına, şehrin minarelerinden okunan ikindi ezanları eşlik ediyordu. Haleler halinde yüreklere ulaşıp kiminin günlünün kapısı kapalı olduğundan geri dönerken, bazılarında zerre miskal içeri sızıp sadece “Allah” dedirtebiliyordu. İman sahibi müminlerde ise Yaradan’ın huzuruna çıkacak olmanın neşesi zirve yapıyordu.
Yasin ise elleriyle kulaklarını sıkıca tıkamak istiyordu. Yaşadığı o huzur dolu günler hatırına geliyor, bir daha dönemeyecek olmanın hüznüne kapılmak istemiyordu. O bu kaçışı yaşarken sanki içindeki savaş malum olmuş gibi, Mahir: “Kanka, tövbe etsen Allah seni affetmez mi?” Yasin manalı manalı gözlerinin içine baktı. “Eee ne bakıyorsun koçum biz de bu milletin çocuğuyuz, gâvuristanda dünyaya gelmedik ya?” “Mesele Allah’ın affetmesi değil.” “Ya ne o zaman?” “Razı olması. Allah tövbe edenleri affeder etmesine ama rızasını kazanmak için bedel ödemek gerekir. Ben o bedeli bu saatten sonra ödemeye hazır değilim.” Azla yetinmeyi bilmeyen, takdire rıza göstermeyen, bazen ikinci olmayı kabullenemeyen, büyüklenmenin zirvesindeki insan, bile bile yanlışında ısrarcı olur ve cehennemin ta dibine yuvarlanır gider.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.