Yaratılmışların en üstünü olarak yaratılan insanoğlunun, yaratılış ve yaşayış amacında farklı bir gaye vardır. Bu gaye Allah’a kul olma yolunda ilerlemektir. Ve ancak kulluğumuz, bizlere tayin edilmiş bu ömrü nasıl geçirdiğimizle başlar.
Allahu Teâlâ peygamberler aracılığı ile insanlara varlığını birliğini bildirmiş ve insanın hem bu dünyada hem de ahiret hayatındaki mutluluğunu istemiştir. Emir ve yasaklarını bizlere bildirmiştir. Ayrıca her bir emrin bizler için ayrı bir hikmet içerdiğini de bizzat müşahede edebilmek mümkündür. Bizler için sunulan hazır bir dünya, hazır bir düzen ve en büyük ihtiyacımız olan hiç şüphesiz Allah’ın varlığı… İnsanlık tarihine baktığımızda hep bir inanma ihtiyacı hissedilmiş ve insanoğlu bunun sonucu çeşitli inançlar aramıştır. Kimi aya, kimi güneşe, kimi ise çeşitli putlara inanıp onlardan medet ummuşlardır. Yani insanoğlu, iç âleminde olan inanç boşluğunu doldurma ihtiyacı ile çeşitli şekillerde kendilerini tatmin etmeye çalışmıştır. Fakat nafile, yaratılıştaki insan fıtratı ancak tek gerçeğin sahibiyle huzura kavuşur.
Bu yazıyı okuyan Müslüman kişi şunu bilmelidir ki, gerçek dinin sahibi olarak çok şanslıyız ve çok da özeliz. Fakat bir o kadar da sorumluyuz inancımızdan. Müslümanlığı gerçek manada yaşamak, özünden ayırmamak gerekir. Müslüman, kaygan zeminden uzak durandır. Hani Allah’a kul olma yolunda ilerlemek dedik ya, işte bu yolun gerçek merkezinde durandır. Yani Müslüman’ın mükellef olduğu sorumluluklar, sadece bildiği birkaç ibadet adı altında yaptığı eylemler değildir. Müslüman olmayı, sakalını uzatıp elinde tesbih ya da camide beş vakit namaz kılmak olarak algılamak ve bu şekilde yaşadığını sanarak cennete gideceğini ümit etmek en büyük ahmaklık olsa gerek. İslam tek başına bunlar değildir. Böyle bir din ve dolayısıyla bu şekilde Müslümanlığı yaşamak olsaydı, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz (sav) niçin cihattaki en ağır mücadeleyi verdi? Efendimiz, neyin savaşını verdi? Çoğu insanın kolayı tercih ettiği ritüellerle Müslümanlığı yaşamanın mı, yoksa dünyanın geçici sembolik merkezlerine aldanmayıp olması gereken gerçek Müslümanlığı yaşatmanın mı? Peygamber Efendimiz, Allah’ın varlığını bildirmiş, emir ve yasaklarını insanlara duyurmuş, onlara iyiliği tavsiye etmiş, onlara nasihatçi olmuş, hem bu dünya hem de ahiret hayatındaki mutluluğunu istemiştir. Bunu en güzel üslupla ve iletişimin insanda olması gereken bütün incelikleri ile yapmıştır. En yakınından başlayıp tüm insanlığı fethetmiştir. Ve Müslümanlıktan nasibini alan bu din ile şereflenmiştir. İman ışıklarını dünyanın semasıyla birleştirmiştir. Güneş artık bir başka doğmuştur. Ve Efendimiz’in varlığı göklerden nur yağdırmıştır tüm dünyaya… Bu nur Efendimiz’in nesli ile bu dünyada hep var olacaktır. Rabbim yanlarından ayırmasın.
Peygamber Efendimiz (sav), müşriklere ve inanmayanlara karşı en güzel şekilde mücadele etti. Etrafında inanan birkaç kişi ile oturup Müslümanlığı yaşamayı tercih etmedi. Bizlere iman hakikatlerini tebliğ etti. Günümüz insanına baktığımızda oturduğumuz yerden Müslümanlığı yaşamak daha kolayı tercih etmek alışkanlık haline geldi. Ve bunun adı bence İslam değil, seküler dünyanın değişik bir kırıntısıdır. Böyle bir Müslümanlık, kendini besleyerek avutmaktır. Hatta kendi benliğini beslerken etrafındaki insanlara da acımasızca bakmaktır. Beslediği nefsinin büyüklüğü içinde karşısındakini bakışıyla, sözleriyle ve düşünceleri ile ezmektir. Ve sonuçta “günahkâr!” sıfatını çok kolayca yamamaktır. Evet, etrafımızda böyle insanlar yok mu? Elhamdülillah Müslümanım, ibadet ve taatteyim. Mutluyum çok şükür, deyip ömrünü geçiren… Dünyanın aldatıcılığına ve istemedikleri yanlışlara bir şekilde düşmüş kişilere karşı dilinde; “Allah ıslah etsin…” sözleri ile nefsine bir nefs daha katarak ilerleyen… Bu yazdıklarımla çok mu ileri gidiyorum. Hayır! Gerçekten etrafına duyarlı gözlerle bakıp acaba bilseydi böyle yaşar mıydı? Bütün bu hayatın karanlık katmanlarında dolaşıp durur muydu diyen kaç kişiyiz acaba? Belki kendini sandığı her şeyin nefsinden olduğunu bilseydi, tövbe kapısının hep açık olduğunu, Allah’ın affedici ve kuluna merhamet sahibi olduğunu ve en önemlisi Allah’ın onu çok sevdiğini bilseydi düşer miydi bu uçurumlara. Kim bilir hangi sevgisizliğin esiri oldu ya da hangi yobazlığın pençesinde yaralandı kalbi… İşte bu duygu, bu duyarlılık, bu bakış bir adım daha yaklaştırırdı çaresiz benliklere. Çaresizlere çare olan gerçeği duymak, öğrenmek yeniden diriltmez miydi kalplerinde var olan fakat üstü örtülmüş imanlarını.
Artık ana haber bültenlerinde defalarca izlediğimiz ve gazetelerde okuduğumuz intihar ve cinayet haberleri gün geçtikçe çoğalmaktadır. Daha hayatının baharında olan bir gencin intihar sebebi neydi acaba? Neyin eksikliği, neyin yokluğu, yaşamaktan vazgeçiren mutsuzluğu neydi? Hiç düşünmeden denizin soğuk sularına kendini atan, ölüme pervasızca koşan ve hayatın çıkmaz sokaklarında kalıp cinayete başvuran ve geri dönüşü olmayan bu yolların gerçek faili kimdi? Bütün bunlar “büyük bir günahtır, nasıl kıydı kendine, tüh yazık” nidalarıyla acımasızca belleklere kazınan birer haber olarak mı kalacak?.. Müslüman düşünmeli… Dünyada nelere şahitlik ettiğine oturup bakmalı… Belki ufacık bir sevgi ile hayatı düzelecek, yanlış bildiği ve kendini sandığı nefsini çıkarıp atacaktı omuzlarından. Hafifleyecekti ruhu… Yeniden soluyacaktı oksijeni ve etrafa gözleri ışık saçacaktı. Mübalağa yapmıyorum, insanların çıkmaza düşmüş, vesveseleri ile boğulmuş hallerinin sonucu vahşet olmamalı. Çünkü bu vahşetten kendimize de paylar çıkarmalıyız. Ailemize, etrafımıza, çevremize, hâsılı dünyaya daha kuşatıcı gözlerle bakmalıyız. Belki yanında güveneceği bir dostu olsaydı, sığınacağı bir liman bir kapı, nasihat eden, doğru yolu gösteren olsaydı ve daha nice belkiler… Hepsinin bir cevabı vardı ve bu bilinen tüm cevaplardan yoksun kaldılar. Nitekim tebliğ, haber vermek bildirmek değil midir? Allah’ın emrettiği gibi güzel öğütle çağırma ve en güzel şekilde mücadele etmektir. İslam’ın büyüklüğünü, görkemliliğini ve tekliğini her defasında tekrar tekrar duyurmak ve böylece hayatın insana oynadığı zalimce kötülüklere karşı engel olmak, perde kapamaktır. Çünkü İslam, hayatın her aşamasındaki ihtiyaç sahibi insanlara tüm incelikleri ile yardım etme, yol gösterme ve elinden tutmaktır. İslam sevgi dinidir, dostluktur, merhamettir. İslam hayatın her boyutunda diyalektiği olan bir dindir. Her kesimden insanı ikna edici yönü vardır. Herkese hitap eder. Her insanı muhatap alır. Her sorunun cevabı verilir, her sorun çözülür. İslam’la insanın ruhunun tatmin dorukları aşılır. Aşıldıkça iman, aşk, muhabbet özgürlüğe kavuşur. Her yeri kaplar ve artık dünya bir başka gözle seyredilir.
Buradan İslam güneşinin doğduğu Arabistan çöllerine uzanalım ve İslam’la nelerin değiştiğine şahit olalım. Evet, İslam’ın daha ayak basmadığı Arabistan’daki cahiliye devri, İslam’la şereflenip tam bir aydınlık devre dönüşmüştür. İslam’ın nuruyla kalkan cehalet sisleri, kişiler arasındaki yardımlaşma, kardeşlik, sencillik gibi yüksek ahlaklar ile yok olmuştur. Kızını diri diri toprağa gömen, güçlünün zayıfı ezdiği, kan dökmenin mübah olduğu, büyüklenmenin gururun boy gezdiği, mazlumun haklarının çiğnendiği karanlık devrin insanlarından; İslam’ın parlak yıldızları ortaya çıkmıştır. Tüm bu hasta ruhlar gerçek huzura kavuşmuşlar ve gerçek mutluluğu yaşamışlardır. Yani Peygamber Efendimiz (sav) insanlık alemini tedavi etmiştir. Bütün bunları İslam’ı tebliğ ve insanları iyiliğe tavsiye ile yapmıştır. Peygamber Efendimiz (sav) ve O’nun yolundan gidenlerin en önemli görevi de budur… “emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker” iyiliği tavsiye ve kötülükten men etme, her mü’minin görevli olduğu önemli bir husustur ve her mü’minin davası olmalıdır.
İşte bu dava hayat kurtarma davasıdır. İmanla bezenen hayatın yeniden doğmasıdır. İnsanların dehşetli vesveselerinden, fitnelerinden, sevgisizliklerinden sıyrılıp onları ulvi gayelere yönlendirme davasıdır. İşte bu dava şeytanın akıl almaz tüm planlarını yok edip kulluğun zevkini tattırma davasıdır. İşte bu dava Allah’ın razı olduğu yollarda çırpınmak koşmak davasıdır. Bizler için bu yüksek ideal ilahi bir lütuftur. Bu dava peşinde koşmak insanlığın tedavisidir, şifasıdır… Ve asr-ı saadete kavuşmanın müjdesidir. Allah yar ve yardımcımız olsun. Amin.
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

