İnsan hürriyetinin yeme-içme ve kazançla anlamlandığını düşünen görüşler bugün modern hayattan yeterince nasiplenerek insan nefsine güzel sermayeler sunacak şekilde yol aldılar. Ama bu durum insanın varoluş kavgasında bazı metafizik düşünme biçimlerinin yolunu keserken ahlakî yozlaşmayı da zirvelere taşıdı. Pragmatik açıdan sadece dünyayı gözüne kestirmiş bir anlayış için bu bir kayıp değil yağlı bir kazançtı. Dünya-ahiret eksenli düşünme ve yaşama biçimi açısından ise daha işin başında büyük bir yanlış, insanın kendine attığı en büyük kazık ve sonsuz bir hüsrandı. Sermayenin getirdiği itibarı nerede ve nasıl kullanacağını bilememek ve sermayeye araç değil amaç olarak bakmak güdük bir anlayış olarak hayatın içinde çoktan yerini almıştı. Üstelik böyle bir anlayış daha başından beri büyük bir kurgu hatasıyla insanın modern hayatın içinde “amaçsız” bir varlık olmasına yetip artmıştı bile. Hiç şüphesiz sermaye sadece bedeni ve zevklerini değil insan ruhunu da ayağa kaldıracak kadar güçlü bir fırsat. Lakin eksik ve yanlış düşünme biçimleri nedeniyle böyle bir hikmetin önü alabildiğine kapalı ve insan bu haliyle kendi ruhunun hürriyetine büyük bir rezerv koymuş durumda. İnsan ruhunun ve nefsinin ne kadar büyük bir potansiyele sahip olduğu düşünülürse sadece nefsi semizleştiren yaklaşımlar insana geçici bir ferahlık sunarken ruhunun açlığına yönelik hiçbir tedbir alınmamış görünüyor. İnsan hiç şüphesiz açlığa, fakirliğe, mağduriyete mahkûm ve mecbur olmamalı. Bu hem insanî değil hem de alçakça… Ama hayatın içinde kutsala yer kalmamışsa bu da hem insanî değil hem de alçakça… Bilinen bir gerçek var ki, insan hürriyeti konusu hem ahlakî hem ekonomik hem irfanî bir alan… Eğer öyle olmasaydı Son Nebi (sav); “Fakirlik az daha küfür olacaktı.” demezdi. İnsanın hürriyet ve varoluş mücadelesinde sermayeye yüklenen aşırı anlam ise toplumsal açıdan insanları, ruhu körelten savrulmanın içine atıveriyor. Belki de asıl sorgulama burada başlıyor. Büyüdükçe şişen ve sonunda patlayan bir kapitalizm ile insanı mankurtlaştıran bir komünizm insanların vazgeçilmez sonu ya da tercihi olmamalı… Tarih ve yakın gelecek bunu tescil etmeye yetecektir… Dünyada yayılan mutsuzluk, huzursuzluk, adaletsizlik, bir türlü bitmeyen zevkçilik ve sapıklıklar bunun günümüze yansıyan ve inkârı mümkün olmayan fotoğrafları… İnsan nefsi doyumsuz, ruhu ise aç… İkisinin hakkını layıkıyla vermek ise henüz insanın uydurduğu hiçbir sisteme nasip olmamış… Evet, insanlığa dair poz vermeden alınan resimde “aç bırakılan ruhun yamalı bohça gibi her tarafı yırtık” resmi ve “diş temizliğini yapmadığı için midesi ağrıyan nefsin ihtiraslı ve kibirli” duruşu var. Çünkü karnı tok, ama haram lokma ile… Burada Şenel İlhan’ın “Zevk Almak Ayrı, Mutlu Olmak Ayrı Şeydir” başlıklı ölçü sohbetini aktararak, kararı siz kıymetli okurlara bırakıyorum:
“Bugün insanların pek çoğu zevk almanın ve mutlu olmanın aynı şeyler olduğunu sanıyorlar. Oysa zevk almak ayrı şeydir, mutlu olmak yine ayrı… Mesela bir insan düşünün; önünde bir porsiyon baklava olsun ve onu yesin. O insan o tatlıyı yerken hiç şüphesiz zevk alacaktır. Çünkü fıtratı gereği dilindeki tat cisimcikleri nedeniyle zevk almak zorundadır. Ama yine aynı insanın hem bir cenazesi olduğunu hem de önünde bir porsiyon baklava bulunduğunu düşünün!.. O insan aynı tatlıyı yemek zorunda kalsa hiç şüphesiz ki yine zevk alacaktır… Dilindeki tat cisimciklerini yitirmediyse eğer, bu böyle olmak zorundadır. Çünkü insanın biyolojik formatıdır bu… Ama ne var ki, o esnada mutluluktan söz edilemez. Nitekim yediği lokmalar boğazında düğümlenir kalır, yutkunur ama yutamaz insan… Yani biyolojik yapısı gereği zevk alan, ama mutsuzluğa mahkûm bir insan görürüz orada.
Ya da çok affedersiniz ama, kötü yola düşmüş bir kadın düşünün ki, bütün işi gayri meşru bir cinsellik… Ve o sürekli o iğrençliklerle meşgul… İşte bu insan da sürekli olarak, biyolojik yapısı gereği, yaptığı işten zevk alır ama asla mutlu değildir. Çünkü o her hâlükârda, kendi gözünde de “fahişedir.” Ve bu şekliyle asla kendine saygısı olmadığı gibi, kendinden hoşnut da olamaz ve bir o kadar da “mutsuz”. Çünkü bu şartlarda bir insanın mutlu olması mümkün değildir.
Bu iki örnekten sonra, hayatı hiç de kolay geçmeyen yani ciddi bir şekilde bedenini yorarak bizzat alnının teriyle çalışan ve kazanan bir hamal düşünün ki akşama kadar çok ağır yükler bu garibanın sırtında ve akşam evine döndüğünde de alabildiğine yorgun… Üstelik de önünde yemek için bir kuru soğanı olan, onu bir vuruşta dörde bölmüş ve kendi yemek kültürüne göre de iştahla yiyen bir insan, yorgun ama kanaatkâr ve mutlu… Mutluluğunu da, o kuru soğanı yedikten sonra bir dal sigara yakarak, “Yahu, şu bizdeki keyif, Vali’de de yok!” diye ifade eden bir insan… Evet, bedenî bakımından çok yorgun yani biyolojik anlamda zevksiz bir durumda ama ruhî bakımdan da keyifli ve “mutlu…” Bu örnekten de açıkça anlaşıldığı üzere; zevk almak ayrı şeydir, mutlu olmak yine ayrı…
Peki, insan nasıl mutlu olacak? Bu sorunun cevabına geçmeden önce, yaratılan her canlı ile yaradılışı yani fıtratı arasındaki ilişkiyi görmek gerekli… Bu manada şirin ve kıvırcık tüyleri olan bir koyunu düşünün ki o koyun “mee!” demekle mutlu olan bir hayvan. Çünkü o “meelemek” için yaratılmış ve özellikleri de bu doğrultuda… Yine bir aslan düşünün ki o da “kükremek” durumunda ve gayet iri ayakları olan, hızlı koşan, alabildiğine kükreyen “Ormanlar Kralı”, her şeyiyle mağrur ve hâkimiyet için yaratıldığı besbelli… Evet, işte o aslan da “kükreyince mutlu!..” Çünkü o amaçla yaratılmış… Demek ki insan-fıtrat ilişkisi çok önemli… Nitekim insan da “Ne için yaratılmışsa ve öyle yaşarsa mutlu olacak tarzda yaratılmış bir canlı!..” Evet, insanın mutlu olma şartı da yaradılış amacına uygun yaşamak… Bunun formülünü ise bizi yaradan Allah (c.c.) Kur’an-ı Azimüşşânında şöyle ifade ediyor:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat, 51/56)
Savaşta Sağlıklı Düşünmek
Düşünün ki, düşman karşısında tutunmaya çalışan bir kalede, güçlü bir tazyik altında, o hengamede kalenin içinde mağdurlar var, açlar var, bunun yanı sıra fedakârlar var hatta mağrurlar var… Bir de ilk fırsatta ya kaçacak ya da düşman saflarına geçecek olanlar var. Bunların bir kısmı komutan bir kısmı asker bir kısmı siviller… Hepsi de insan neslinin herhangi bir olay karşısında karakteristik diyebileceğimiz olası tepkilerine benziyor. Sosyal sınıflamalar ve psikolojik duruşlar böyle… İnsanlık tarihinden mülhem bir tecrübe bu… Bir güç onlara şekil verirse de o gücün baskın karakteri yaygınlık kazanıyor. İnsan her zaman, ateş altında sağlam duramıyor ya da kutsala öykünen taraflarıyla olağanüstü durumlara imza atıyor. Korkaklık ya da kahramanlık gibi… Mağruru mağrur, fedakârı fedakâr, korkağı korkak, asili asil yapan ne acaba? Tabii ki uğruna varlık ortaya koyduğu değerler… Yoksa her insan tekinde bu iyilik, kötülük ya da acizlik hallerinin hepsi bir şekilde var ve imtihan gereği olmalı da… İmam Gazali’nin “kalbin askerleri” metaforunda da aynı gerçeğe işaret ediliyor. Kendi iç dünyasında, ebedî bir hayatı, dogmaların ötesinde sağlam bir imana dönüştürmüş insan için, kendine ait muhasebe sürekli ve kaçınılmazdır. Mesela kibirle mücadele ölene kadar devam eder. Hakeza insandaki nefse ait hastalıklar anlamında riya, ucub, haset, bencillik için de geçerli bunlar. Bu konudaki aklî kodlamalar kaçınılmaz. Ama akıldaki kurguların hepsine vicdanî yani kalbî bir boyut kazandıramazsak kalbin tasdikini almamış her duygu yüzeysel kalmaya mahkûm… İlkeler ya da ölçüler olmadan sadece kavramları zihnimizde döndürüp durmak da bir işe yaramıyor. İlkeler ve ölçüler bize bir usul ve yol gösteriyor. Neyi nasıl yapmak ve düşünmek hususunda usuller ve yollar…
Bu anlamda düşündüğümüzde en çok emek ve sermaye isteyen şey, maneviyattır. Havanda su döver gibi maneviyat tahsil edilemez. Kendini kandırarak maneviyat tahsil edilemez. Maneviyat yani kısaca ahlak… “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” buyuran Hz. Muhammed (s.a.v.), son din olan İslam’la en kâmil manada maneviyat tahsilinin de önünü açmış ve ahlakî inceliklerle donanmak, bezenmek hususunda bir hedef göstermiştir. İnanç dünyamızdaki verimsizlik ve başarısızlıkların, kötü temsillerin bütün nedeni, başlangıç itibarıyla böyle sağlam bir düşünme biçimine sahip olamamamızdır.
Bir insan neden hazımsızdır, hased ehlidir? Niçin elinde olmadan sık sık kibirli insan durumuna düşer? Niçin riya yapmak ya da farklı görünmek ihtiyacındadır? Neden kötü taraflarını hiç görmez de iyi taraflarını sürekli ballandıra ballandıra anlatır? Kendisiyle ilgili konularda nasihate niçin kapalıdır? Kendisiyle hiç uğraşmaz da niçin işi gücü hep başkalarıyladır? Niye bir türlü layıkıyla sevemeyiz ama öfke her daim patlamaya hazır bir potansiyel gibi icra olur durur? Bir solukta saydığımız şu başlıklar, bütün tasavvuf tarihinin kötü ahlak konusunda kafa yorduğu ana unsurlardır. İrfan meclisleri bu konulara kafa yoran bir ciddiyet ve süreklilikle hareket etmezse, kendi kültür ve irfanımızın insan tipini asla hayatın içinde göremeyiz. Yani merhameti, tevazuyu, samimiyet ve ihlası, diğergamlığı, adalet duygusunu…
Daha iç problemlerimizle baş edememişken dış dünyada İslam ümmeti aleyhinde gelişen madrabazlıkları göğüslemek durumunda olmak; fitnelerle baş edemezken yok olma tehlikesiyle yüzleşmek; büyük bir zulüm altında inleyenlere el uzatamazken büyük bir hesaplaşmaya bölük pörçük girmek… Tüm bunların altında “Küçük cihattan büyük cihada dönmek” hadisini hakkıyla anlayamamak var. Amellerimize her türlü nefsanî marazı bulaştırmak, insan ilişkilerinde sevgi ve diğergamlıktan uzak bir marazî duruşu bilerek korumak, bencillik ve nefsaniyeti sanki değiştirilemez bir fiil gibi alabildiğine sürdürmek, kısacası bırakın İslam’ın yüksek değerlerini, günümüz hayatında felsefî açıdan dahi kabul edilemez bir avam ahlakıyla hayata tutunmaya çalışmak, günümüz Müslümanlarının en büyük açmazlarıdır. Tabii bunun kişilik, kimlik yansımaları da ucube görünüşlü bir canlıyı hür dünya(!)da da görünür kılınca, İslam adına temsil kabiliyeti çok cılız bir duruş kaçınılmaz oluyor.
“İslam’ı öyle yaşayın ki aranızda münafıklar barınamasın.” düsturu, hiçbir münafık eylemi İslam cemiyetinde barınamaz hale getirmesi gerekirken, her türlü fitne ve fesadın İslam toplumlarında barınır ve kendine yer bulur hale gelmesi, söylediklerimizin en büyük delili…
“Müslüman, bir delikten iki defa sokulmaz.” düsturunu günümüz açısından düşündüğümüzde “delik-deşik” olmuşuz ama haberimiz yok… Ferasetin olmayışı, İslamî yaşantının da gerçek manada olmadığının en büyük delili. Abdulkadir Geylani (k.s.)’ye Müslüman kılığında bir papazın soru sorması üzerine, “Sen önce belindeki zünnarı çıkart!” diyerek, papazı deşifre etmesi çok çarpıcıdır. Maalesef günümüz bu açıdan ya çok bereketsiz bir zaman dilimidir ya da gelecek yeni maneviyat arslanlarını beklemektedir bu Ümmet… “İnandığı gibi yaşamadığı için yaşadığı gibi inanmaya başlayan” bu Ümmet, ölçüleri düzgün, ilmiyle âmil, feraseti yerinde olan birileri yetişirse, korkarım ki onlara da tepki gösterecektir. Daha tâbiîn döneminde sahabeler için söylenen söz çok çarpıcıdır: “Onlar sizi görseydiler size deli derdiler, siz de onları görseydiniz onlara deli derdiniz.” Saadet asrından bugüne İslam tarihinde nice güzel insanlar, Salihler, Veliler, Allah Dostları yetişti. Sırf Cumhuriyet tarihindeki zaman diliminde dahi ihlaslı, kendi bulunduğu zamanı iyi okuyan, ferasetle yaklaşan Allah Dostları yetişti. Türkiye özelinde ise 01.09.2016’da Feyz Dergisi’nde bu konuya işaretle şöyle söylemiştik:
“Bu millet, kendi tarihî ve iç çalkantıları da dahil çok zor günlerden bugünlere geldi. Öyle ki ayakta kalma ve hayata tutunma mücadelesi vererek yol aldı. Üstelik Türkiye’de dini öğrenme ve bu vesileyle Allah’ın rızasına uygun olarak hayatı idame etme çabası da bundan menfi manada fazlasıyla payını aldı. Bu arada yüksek maneviyatı ve keskin feraseti olan Mehmed Zahid Kotku (k.s.), Muhammed Raşid Erol (k.s.), Gönenli Ahmet Efendi, Alvarlı Efe Hz., Nevşehirli Abdullah Efendi, Erbilli Esat Efendi, Muzaffer Ozak Efendi, Ramazanoğlu Mahmut Sami Efendi, İskilipli Atıf Hoca, Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.), Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu, Ladikli Ahmet Ağa, Ahmed Amiş Efendi gibi çok mümtaz, hakiki Allah dostları yetiştiği gibi; kitleleri bir şekilde peşinden sürüklemeyi başaran, Hakk’tan yana görünen ama hakikatten nasiplenmemiş insanlar da yetişti. İşte bunlar hep geçiş döneminin ürünleriydi. Bu millette eğer bir maneviyat varsa hep bu büyüklerin yaralara vurduğu neşter ve yaptıkları akl-ı selim tedavidir hiç şüphesiz… Geleneğin aslî unsurları ve hakiki maneviyat erleri olan bu insanların yerleri bugün ne yazık ki doldurulamadı ya da aynı bereketli tablo henüz görünmemektedir. Ehlinin azalarak gittiği bu maneviyat vadisi, yerini bugün bazı temel öğretileri aktarabilen ortalama bir ilmî geleneğe dönüşmüş, belki de geleceğin güçlü erlerini yetiştirmekle meşguldür. Ama görünen o ki toplum bu konuda sahipsizdir. Bu haliyle dahi İslam’ı savunan, hürriyeti, onuru, iffeti için canını fedaya hazır dirayetli insanlar varsa o da ancak bu çalışmaların milletin sinesine kazıdığı hakiki imanla ilgili olsa gerektir. Yukarıda isimlerini saydığımız büyükler milleti ayakta tutan bu çabayı sadece ve sadece Allah’ın (c.c.) rızasını kazanmak için yaptılar ve ihlasları kadar da makam sahibi oldular. Bireysel, pragmatik, dünyevileşmeye dayalı bir kaygıları yoktu ama Allah için dünyayı imar etme gibi bir davaları vardı. Bu uğurda bir ömür mesai eylediler Allah için…”
Türkiye ise bugün hâlâ İslam dünyasının gözbebeği… Bugün Türkiye’de bazı unsurlar taassup yani kendinden başkasını tanımama, feraset eksikliği ve yaşadığı zamanı hakkıyla tanımama ile temsil kabiliyetlerini yitirdiklerinin farkında olmasalar da -kendi çalışmalarında kendince mevzi kazanmış görünseler de- hür dünyaya İslam adına orijinal çözümler sunamamış olmak, doğru fotoğraf çekmeye yeter de artar bile… Son elli yılda bu tespitlerin yapılmamış olması bizleri bugünlere getirdi. Dostça tavsiyeler, iç muhasebeler, bazı şeylerin konuşulabilir kılınması çok önemli… Bütün bunların Allah için, ihlasla, ego dayatmadan olması ise bu muhasebeyi insanca ve İslamca kılmaya yetiyor. “Sahici adamlar, sahici sorular sorarlar ve bu onlara sadık ve müstakim yollar açar.” sözü Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’na aittir. Ne güzel söylemiş… Daha İslam dünyasının elindeki tüm imkânlara rağmen içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal mağduriyetlere, sosyal ve psikolojik sorunlara hiç değinmedik bile…
Hz. Ali’nin sözüyle yazımızı sonlandırmak gerekirse;
“Dert bizdedir, çözüm de bizdedir.”