Her Şeye Rağmen 4 / Kenan Kurban

Yılmaz, Halil Uzungider ile kahvaltı yapıp Kartal Korkmaz hakkında röportaj yapmak için ömrü hayatında bu kadar az uyumuş ve erken kalmak zorunda kalmıştı. Yarı uyanık yarı uyur halde yaptığı yolculuk nihayet Eminönü Tramvay durağında son buldu. İçinden “Ulan! Bu kışta kıyamette, sabahın köründe, dondurucu soğukta Beylikdüzü’nden kalk, bir ihtiyar ile saat yedide buluşacağım diye koştura koştura Tahtakale’ye gel. Arabam olsaydı bu kadar zorlanmazdım. Ama biz daha aylık öğrenci abonmanını zar zor dolduruyoruz.” diye söylenerek yürümeye devam etti. Nihayet Sabuncu Han’ın kapısının önüne gelince burnuna temiz hava ile birlikte tereyağında sucuklu yumurta kokusu geldi. Şöyle bir derin nefes alıp “Bu iki yoldaş da soğuk havada ne güzel gidiyor. Anlaşılan bugün ziyafet var…” dedi. İçi bir nebze ferahladı. Adımları otomatik olarak kokuya doğru ilerledi. Handa bu saatte tek açık olan yer Beyaz Sayfa Kırtasiye’siydi. Kapısının önünde otuzlu yaşlarında kumral saçlı, iri ela gözlü, iri kemikli ve sert yüz hatlarına sahip adam piknik tüpünün üzerinde sanatını icra ediyordu. Yılmaz’ı görünce gözleriyle içeri gir işareti yaptı. Yılmaz gıcık kapsa da denileni yaptı. Küçük, dar bir koridor gibi olan dükkâna girince içinde bir umutsuzluk belirdi. Lakin beşinci adımdan sonra sola dönünce mekân öyle bir genişliyordu ki Yılmaz birkaç saniye şaşkınlıkla dükkânı seyre daldı. Raflardaki rengârenk boyalar, kalemler, silgiler, defterler… O an her şeyi bırakıp tüm boyaları bir kâsenin içine boca edip sonra da büyük büyük kâğıtlara, duvarlara umarsız, anlamsız, içinden geldiği gibi resimler, şekiller çizmek istedi. Tam karşıdaki emektar masanın arkasında oturan ihtiyar neşeli haliyle “Hoş geldin evlat.” diyerek yaşına rağmen misafire hürmetten ayağa kalktı. Eliyle de balın, kaymağın, eski kaşarların, Ezine peynirinin, kırmızıbiber ve kekikle soslanmış zeytinyağında yüzen zeytinlerin, hepsinden daha can alıcı buram buram sıcak ekmek kokularının yayıldığı sofraya davet etti. Yılmaz içinden “Valla insanın karnı tıka basa dolu bile olsa bu güzelliklere mutlaka bir yer bulur.” diyerek yürüdü. Yılmaz “Hoş bulduk Halil Bey…” diyerek elini uzatıp ihtiyar ile tokalaşırken karşılaştığı manzara yolda çektiği tüm zahmetleri unutturdu. Yılmaz ihtiyarın karşısındaki sandalyeye otururken sanki kırk yıllık bir ahbabın sofrasına oturuyor gibi huzurlu ve rahat hissetti. Bu onun için tuhaf bir durumdu. O sırada dışarıdan gelen ayak seslerine gür bir nida eşlik etti, “Halil Baba, krala yer açın.” Elinde sucuklu yumurta tavasıyla gelince Halil “Her zamanki gibi harika gözüküyor Savaş’ım…” dedi. Savaş sofranın tam ortasına bırakırken “Kral yeri de hazırmış.” dedi. Birkaç saniye sessizlik oldu. İhtiyar besmele çekip ekmekten kopardığı küçük bir parça ile tavaya banarken “Hadi gençler, afiyet olsun…” dedi. Yılmaz’ın içi kıyım kıyım kıyılırken yine de ağırdan davranmayı tercih etti. Onun çekingenliğini fark eden genç, o iri gözleriyle işaret ederken ekmeği de banarak “Hadisene genç, çekingen davranma, göm… Bu şaheserin soğuk soğuk tadı çıkmaz…” dedi. Halil bu kez ekmeğine bal, kaymak sürerken “Karnını iyice doyur, seninle çok işimiz var.” dedikten sonra Savaş’a bakıp “Rahmetli dostum Kartal Korkmaz’ın hayatını derleyip bir dergide neşredecek.” dedi. Savaş bu kez gayet ciddi alıcı bir göz ile Yılmaz’a bakıp “Bu işi beceremez.” tavrı ile dudak bükünce Halil, “Ya çocuk kendi kafasından bir şeyler uyduracak değil ya… Ben anlatacağım, o da temiz bir Türkçe ve şahsiyetimize yakışır bir üslupla kaleme alır.” dedi. Savaş lokmaları indirirken ikna olmamış bir tavırla “İnşallah.” dedi. “Temiz Türkçe…” tabirini duyunca Yılmaz ihtiyarın zannettiği gibi boşboğaz, beleşten bir adam olmadığı anladı. Halil tevekkül bir sesle “Hayatta hiçbir şey tesadüf değilse, ki değil, yüzlerce insanın içinde gele gele yazarlık yapan bu genç camide yanıma geldi. Tanıştık, üç beş ayaküstü sohbet ettik. Sonra bu işe talip oldu. Bir murad-ı İlâhi vardır. Yaşayıp göreceğiz.” dedi. Savaş ile Yılmaz peş peşe lokmaları indirirken ihtiyar ise konuşmasını aralıksız devam ediyor, arada küçük lokmalar alıyordu. Savaş konuşmanın insicamını bozmak istemediği için Yılmaz’a gözüyle işaret edip ses kaydını açmasını istedi. Yılmaz anladı ki soru cevap ile değil, doğal akışı içinde muhabbetle akıp giden bir söyleşi olacaktı. Ekmeği tam tavaya banacağında bırakıp telefonun ses kaydını açtı. Halil tane tane, içli bir sesle, “Bin dokuz yüz seksen yedi sonbahar mevsiminde gür saçlı, buğday tenli, yaşına göre olgun tavırları olan bir genç tam karşı dükkânı devraldı. Bu kişi, yeni komşumuz Kartal Korkmaz’dı. Önceleri spot piyasadan bulduğu malları alıp satmaya başladı. İşine çok düşkün olduğu kadar başkasının işinde de gözü yoktu. Aksine buradaki her esnafın işinin görüldüğüne bakardı. Bu eli açık, gönlü geniş, cevval insanla ilk ben tanıştım… Kısa zamanda tanışıklık arkadaşlığa sonra da dostluğa evrildi. Ben onu yakinen tanıma fırsatı buldum…” İhtiyar Halil, burada biraz durdu, hâkim olmaya çalışsa da gözleri nemlendi, hatta birkaç damla sıcak göz yaşının dökülmesine engel olamadı. Hüzünlü bir sesle, “Kartal Korkmaz’ı anlatan cümle nedir dersen, her şeye rağmen iyi olan bir adam derim… Kötülük mayasında yoktu… İstese de düşünemiyordu… Toprak gibiydi… Kendisine pislik atanlara bile o hiç usanmadan bahar mevsimindeki gibi en güzel çiçeklerle karşılık veriyordu. İkramlarını eksik etmiyordu. Misal kendisi sekiz çocuğun beşincisi… Muş’ta sarraf dükkânı açıyor. İşin beyni bu, tüm aile onun üzerinden geçiniyor… Her geçen gün kazançları artıyor. Diğer kardeşler daha çok pay almak için onu katakulli ile çırak çıkartıp kapı dışarı ediyorlar… Kardeşleri tarafından ihanet edilmiş, her şeyi elinden alınmış bir adamın kimseye güveni kalmaz. Öfkeden damarları çatlar… O ise acılara yaslanıp, birilerine küfredip ümitsizlik denizinde bunalımlı takılmak yerine hiçbir şey olmamış gibi metin halde İstanbul’a gelip her şeye yeniden başlıyor… Kartal azmi, dürüstlüğü ve güven veren kişiliğiyle kısa zamanda tekrardan toparlanırken kardeşleri ise altın yumurtlayan tavuğu kesmenin cahilliği ve perişanlığıyla borçlar içinde, onun kapısına dayanıp yardım dileniyorlardı… Kartal ise hatalarını yüzlerine vurup onları aşağılamak yerine yine yanında iş, aş verdi.” Halil bir yudum su içip “Bir gün dedim ki; yaptıkları zulmü dinlerken beni bile çileden çıkartan bu kardeşlerine karşı hiç mi intikam alma duygusu içinde alevlenmedi?” Yılmaz kendinden geçmiş şuursuzca, “Ne dedi?” diye sordu. Halil devam etti. “Abi ben şunu keşfettim, Rabbim bana başka insanlara vermediği ticari yetenekler vermiş, bu çoğu insanda yok. Onların beni anlaması çok zor. Ben şerefim, namusum, vatanım ve dinime sataşmadığı sürece kimseyle fazla vakit kaybetmem. Ayrıca…” Halil eliyle arkasında asılı bulunan hat levhasını gösterip “Bu bana onun hediyesidir. Meali; “Ey mutmain olan nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. Razı olduğum sâlih kullarımın arasına katıl ve cennetime gir…” Nefsini terbiye etmek onun asıl mefkûresi, düsturuydu. Diğer insanlarla ilişkilerini bu minvalde düzenlerdi. Kızması da Allah içindi, sevmesi de…” dedi. Yılmaz “Bu sebepten tanınmaktan çekiniyordu. Hakkında çok fazla bilgi yok.” dedi. Halil hafiften toparlanıp “Günümüz marazı maalesef malumatın bilgi olarak birinin varlığından haberdar olmanın onu tanımak zannedilmesidir. Yalanın, iftiranın ise bedava hatta sosyal medyada, dijital dünyada alkış aldığı bir devirde akılsız, hased, boş beleş adamlarla uğraşmayı kendine zül görüp zaman kaybetmek istemiyordu. Haksız da değildi hani.” Halil eliyle telefonunu havaya kaldırıp küçük küçük sallama işareti yaparak “Adam alıyor eline telefonunu, çayını, rahat koltuğunda saydırıyor da saydırıyor…” Yılmaz o an içinden “Daha birkaç gün öncesine kadar ben de öyle yapıyordum ihtiyar.” derken bir an dalıp gitti. Küçümsediği hatta hor gördüğü bu adamın yaşanmışlıklarının tecrübesiyle birlikte engin bir hayat felsefesinin olduğunu anladı. Hayalci değil pratikti. Menfaatini düşünüyordu ama kimsenin de menfaatini çiğnemiyordu, sanki kendi menfaati ile toplumun menfaati iç içe geçmişti. Halil anlatmaya devam ederken Yılmaz onu duymuyordu, en sonunda, “Yılmaz yeğenim, başka kimler ile görüşmek istersin.” diye sorunca Yılmaz irkildi, “Heee…” diyerek toparlanırken önceden hazırladığı kâğıdı uzattı. Halil gözlüğünü takıp okurken simasında hallederiz ifadesi belirdi. Hemen telefonunu eline alıp arama yaptı. İlk çalışta karşı taraf açtı. Halil “Memduh vekilim, günaydın. Nasılsınız? Evet, cenazede sadece ayaküstü görüştük… Şimdi yanımda bir yiğit var. Merhum Kartal’ın hayatını bir dergi için kaleme alacak, seninle de görüşmek ister. Ankara’ya döndün… Soruları sana mail atsın… Tamam… Allah’a emanet ol.” Gözleriyle Yılmaz’a “Anladın mı?” işareti yaparken tekrar arama yaptı. Bu kez telefon uzun uzun çaldıktan sonra açıldı. Halil “Cem evladım… Günaydın… Senden bir ricam olacak… Estağfurullah ne demek emir? Yanımda acar genç bir yazar var. Merhum Kartal kardeşimin hayatını iş dünyasına ait bir dergi için yazacak, senin de katkını bekliyor. Nasıl yaparız? Yardımcı olmak tabii ki boynumuzun borcu, saat onda müsaitsin, tamam o zaman, tam o saatte sendeler. Allah’a emanet…” diyerek görüşmeyi sonlandırdı. Halil “Bu da tamam.” derken tekrar arama yaptı. Yılmaz bir yandan leziz taamlarla son cilayı çekerken sevindiren hızlı gelişmeleri hayretle izliyordu. Halil’in son aramasına cevap veren olmadı. Halil yan çekmeceden lüks aracın anahtarlarını çıkartıp Savaş’a uzattı, “Cem saat onda Zekeriyaköy’deki villasında sizi bekliyor. Yılmaz yeğenim sana emanet.” dedi. Savaş her zamanki gibi başını sallayıp “Eyvallah Baba.” dedi. Halil, Yılmaz’a bakıp “Vekil bey Ankara’ya dönmüş, sorularını mail olarak ulaştırırsın. Ailenin şu an acıları taze, onlarla görüşme işine ileride bakarız. Ayrıca ben sana hiçbir yerde olmayan fotoğraflarını da göndereceğim.” dedi. Yılmaz “Size çok teşekkür ederim…” dedi. Halil “Ne demek… Elimizden gelen bir hususu esirgeyecek değiliz. Hadi şimdi siz yola düşün, ancak Zekeriyaköy’e varırsınız.” dedi. Yılmaz çayının sonunu yudumlarken Savaş hızla sofrayı toparladı. Vedalaşırken Halil “Yazı bitince bana da gönderir misin?” dedi. Yılmaz “Hiç şüpheniz olmasın.” dedi. Halil “Hadi yolunuz açık olsun.”
Savaş görev adamı modunda mesafeli ve sakin bir şekilde arabayı kullanırken Yılmaz ilk defa bindiği dünyaca ünlü lüks aracın rahatlığına kapılıp kaybolmaktan korktu, kendisini toparlarken mevzu olsun babında konuşmaya başladı. “Halil Baba diye konuştuğunuza göre çocuk yaştan beri Halil Bey’in yanında çalışıyorsunuz.” dedi. Savaş’a biraz ter bastı, camı açtı, müteessir bir çehre ile “Cahillik işte, bundan on beş sene öncesine kadar ben kendi çapımda haraç toparlıyordum. Halil Baba’yı gözüme kestirdim. Bir gün mekâna girip en üst perdeden raconu kestim. O ise hiç korkmadan sakince masanın altından bir beyzbol sopası çıkartıp, “Bu Chicagolu Haydar.” Sonra belindeki altı patları koyup, “Bu da Massachusettsli Smith…” Sopayı gösterip “Bu Haydar, öldürmez ama ibretiâlem için sakat bırakır.” Makineyi gösterip “Bunun ne yapacağını söylememe gerek yok…” Savaş duraksarken Yılmaz büyümüş gözlerle “Yapma be! Bunu beklemezdim.” der gibi baktı. Savaş devam etti. “Sonra bilirsin, eski adamların mutlaka cebinde bir mendil olur. Onu çıkarttı, alnını silip bana uzattı. “Bu alın teri belki seni rahat yaşatmaz; her gün bal, kaymak, kebap yiyemezsin ama haysiyetinle yaşar, şerefinle ölürsün. Seçim senin.” dedi. O günden beri Halil Baba’nın yanındayım. Sağ olsun, beni bataklıktan alıp adam etti.” Yılmaz “Vay bee… Yürekli adammış…” dedi. Savaş sesinde yine de hafiften özlem kırıntıları olan bir tını ve radyoda çalan “Uzun İnce Bir Yoldayım” türküsü eşliğinde “Mafya olsa İstanbul’un haracını ondan başka kimse yiyemezdi…” dedi. Yılmaz “Doğru söylüyorsun galiba.” cevabını verirken bir yandan vekil beye soruları mail atmaya çalışıyordu.
Saat dokuz elli beşi gösterirken villanın kapısına araba yanaşınca geniş iki kanatlı otomatik kapı açıldı. Hâlâ ayak basılmayan karların bulunduğu geniş bahçede yapraksız ağaçlar birer heykel gibi duruyordu. Kilit taşlarıyla döşenmiş yolda düşük hızda ilerleyip tam kapının önünde durdular. Onlar araçtan inerken hizmetçi kapıyı açtı, içeri buyur ederken “Savaş ve Yılmaz Beyler?” dedi. Savaş başıyla “Evet” işareti yaptı. Hizmetçi “Cem Bey sizi üst katta, kütüphanede bekliyor.” diyerek önden yürümeye başladı. Yılmaz hayranı olduğu sanatçının evinde olmanın heyecanı ve dost meclislerinde eze eze anlatacağı malzeme olması için evi dikkatle kesmeye başladı. Cıvıl cıvıl renklere boyanmış duvarlar, Türk müziğinin ünlü isimlerinin fotoğrafları, tablolar, çıkılan turnelerden alınan hediyelik eşyalar, her köşesinde ayrı bir hayat vardı. Elini telefonuna atıp çaktırmadan resim çekmek istese de uygun olmaz diyerek vazgeçti. Cilalı ahşap basamakları nazik adımlarla çıkarak üst kata vardılar. Hizmetçi kapıyı tıklatıp açarak onları içeri aldı. Masasında oturan Cem uzun saçları, gür sakalları, siyah tişörtü ve yırtık jeans pantolonu ve rahat tavırları ile rol yapmayan bir adamdı. Okuduğu kitabı kapatıp ayağa kalkarken “Hoş geldiniz.” dedi. Savaş “Hoş bulduk” deyip tokalaştı. Yılmaz’ı biraz ter ve heyecan basarken Cem onunla hafif çak yaptı. Salonun aksine beyaz duvarları ve sade dekoruyla bu oda insanı başka bir yolcuğu çıkartıyordu. Cem tekrar koltuğuna otururken misafirleri de tekli deri koltuklarına oturdular. Sıcak bir havada tanışma, hoş beş safhası geçildikten sonra Yılmaz kayda başlayıp ilk sorusunu sordu. “Kartal Bey ile ne zaman, nasıl tanıştınız?” dedi. Cem içli derin bir nefes çekerken gözleri nemlenince odaya hüzün çöktü. Cem “Ben konservatuvarda okurken bir grup kurmuşum. Sahneye çıkıyorum. Sosyal medyada dinleniyorum. Herkes bir plak yapmam için ısrarcı, elimde kendi bestelerim de var… Ama tek eksik para… Hadi yine para olmasa bile ünlü bir yapımcıya ulaşıp kanatları altına girmem gerek. Ben de kapı kapı dolaşıyorum. Elim boş ama yılmıyorum. Bir gün güç bela zengin bir sanatseverden on beş dakikalık randevu almışım. Biz grup olarak heyecanla yapacağımız projeyi anlatıp parçalardan bir kaç bukle seslendiriyoruz. Netice malum ‘Bana böyle çok hayalci gençler geliyor… Boşa atılacak para yok…’ Bunun gibi atlatma cümleleri bizim yine ümitler kırılmış çıkacakken bizi sakince dinleyen misafir sanatsever beyefendiden gözleriyle müsaade isteyip cebinden çıkarttığı kartvizitin arkasına bir şeyler yazıp bana uzattı. Ben bu alakasız adam ne istiyor diye çevirip baktım şöyle yazıyordu: Bu akşam saat on sekiz de bekliyorum. Ön yüzünde ise Kartal Korkmaz ismi vardı. Biz o gün akşamı zor ettik. Artık o saatten sonra ümitlenmemeyi, hayal kurmamayı öğrenmiştik. Temkinli bir ruh hali içinde şirket binasına vardık. Bizim için mükellef bir sofra kurdurmuş. Yemek yerken bir konuyu tekrar açacaktık ki elini kaldırıp ‘Gerek yok gençler… Ben size gereken finansman desteğini vereceğim… Ama sizden ufak bir ricam olacak…’ Tabii biz biraz gerildik… O devam etti. ‘Bu milletin inancına, fikrine, örfüne aykırı işlere imza atmayın ve arkasında durmayın…’ Biz zevahiri kurtarma amaçlı tamam dedik. O ise samimi bir şekilde devam etti. ‘Bir de dünyada bir numara olma hedefiniz yoksa bu işe girişmeyelim…’ Bu son cümle onun yüreğinde nasıl bir yangının olduğunu hücrelerimize kadar hissettirmişti. Tabii biz her şeye evet derken bu kadar ikram ve kolaylık bizi şüphelendirdi. Acaba arkasında başka bir şey var mı, sorusu hep içimizi kemirdi.” Cem sonra kollarını yana açıp “Bugün geldiğim yer de ve sahip olduklarım da onun desteğiyle…” Hizmetçi elinde tepsi, üzerinde özel karışım çaydan ikram etti. Cem çaydan içip “Tabii ilk başta ben sadece ekonomik destek anlamıştık… Zaman geçip başarılar gelmeye başlayınca insanın ayaklar yerden kesiliyor. Çevren değişiyor, sosyal ilişkilerde beklentiler başkalaşıyor; sonra kendini kaybetme, iç âleminde anlam kaymaları başlıyor. Sonra sen sen olmaktan çıkmışsın, alkol ve uyuşturucu batağında dibe doğru sürükleniyorsun. İşte Kartal Bey bana asıl bu eşiklerde sahip çıktı. Yoksa bugün her şeyini kaybetmiş ayyaş ve müptezel biriydim. Sayesinde hayatın gerçek yüzünü, insan olmanın erdemini anladım.
Dünyanın en büyük belasının açlık, parasızlık değil; kimliksizlik olduğunu idrak ettim. Aslında köklerine sahip çıkmanın kendine sahip çıkmak olduğunu anladım. Gün geçtikçe fark ettim ki onun bana yaptığı yatırım çok sevdiği milletine yaptığı bir yatırımmış. Eğer gençlere iyi bir rol model şahsiyet sunabilirse tek tek uğraşmadan iyiye iyi olanı sevdirmiş olacaktı. Neresinden bakarsan az bir maliyetle yüksek bir kazanç…” Cem’in gönlü taşmış, anlattıkça anlatıyordu. Her kelimesinde, cümlesinde bir hayranlık, bitmeyen bir özlem vardı. Nihayet söyleşi bitince anı ebedileştirmek için fotoğraflar çekildi. Tabii zamanımızın olmazsa olmazı sosyal medya için öz çekimler yapıldı. Saat on dördü gösterirken evden çıktılar… Savaş, Yılmaz’a Sarıyer’de güzel bir balık yedirdi. Sonra da Beylikdüzü’ndeki evine bırakmak için yola viran oldular. Yılmaz yazının başlığını kafasında çoktan atmıştı bile “İyi İnsan… Her Şeye Rağmen…”
Devamı gelecek ay…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.