İnsanın kalbi bir eşyaya bu kadar mı benzer! Oturup ağlayasım geldi. Sabah sabah kuru zihin tahtamın “entelliği” tuttu… “Halı metaforu” dedim kendi kendime…. N’oldu sabah sabah, coştun yine… Gözlerim biraz nemlenmiş… Yalnızlık mı acaba dedim. Yok, hayır, o kadar doluydum ki, hiç kendimle baş başa kalamayacak kadar… Bir halının, hafif kirlenmiş bir ev halısının, beni bu kadar duygulandırması, sabah sabah… Düşündükçe hüznüm arttı… “Halı kirlenmiş!” dedim kendi kendime… Dönerek espri yaptım Şeyma’ya, büyük kızıma… Halı kirlenmiş dedim… Bahaneyle sabah namazına kaldırdım, iki lafladım uykusu açılsın diye… Ne halısı dedi… Annene söyleyeyim de yıkatalım bu halıyı, beyaz halı siyahlamış biraz dedim. Yarın misafir gelirse… Yıkatmaya vakit yok, ama biraz silersiniz şimdilik… Kenan abinin umre fikri geldi aklıma, umreye gitmeliyim hiç olmazsa dedim, halı kirlenmiş, o bunu mevsimlik arınma olarak anlatırdı hep…
Sabah namaza kalktığımda salondaki gri beyaz halının bir tarafının diğer tarafından hafif kirli hale geldiğini fark ettim. Bunun beyazı solmuş dedim kibarca… Onun da temizliğe ihtiyacı var. Halılar, ah halılar, sabah sabah nerden gördüm kirini… Halıya koyduğum alnım mıydı söz konusu olan, o kadar da kirli değildi halı, seccade ser canım dedim, secde ettiğin yer temiz olsun, tertemiz.. Aslında tam da bu yüzden hüzünlenmiştim… Namaz, secde, Allah’a secde, tertemiz olmak, halı ayna oldu bana… Halı değildi derdim, ama halı da temiz olsundu canım, niye rengi soluk, uçuk… Tertemiz olamamanın hüznü kapladı o an beni…. Ayşegül Hakverdi Hanım yazdığı “tövbe” yazısı geldi aklıma, duygulandım… Yıllardır tövbeyi anlatıyorduk… Ah tövbe… İçim sızladı aniden… İç sızlar mı? “İçim” evet içim, “tövbe/ halı/ içim…” Hemen oturup yaz dedim, sabaha bir şey kalmayacak yoksa… Yazının ızdırabı tuttu bu kez… Yaz kurtul mu acaba derdim, yazarsam kurtulur muydum bu sabah ızdırabından, inlemeden, sessiz ağlayıştan… Halı kirlenmişti… Yıkatırım geçerdi… Halı böyle yavaş yavaş kirlenince hemen fark edilmiyor… Halı beyaz olmasa yine fark etmeyecektim… Oysa halı hergün kirleniyordu yavaş yavaş… Sabah sabah salonda ne işim vardı, beyaz halılı odada, geniş odada. Seviyordum salonu, salonda namaz kılmayı, ah nerden çıktı bu beyaz halı… Renkli olsa fark etmezdim o kiri. O kir, biraz solukluk işte, abartacak bir şey yoktu… Ama kirlenmişti bir defa, yıkanmasa olmazdı; “gelen olur, giden olur, ne derdiler canım” değil mi? İyi güzel ama sabah sabah seher vakti misafir yoktu ki, neden duygulanmıştım… Ahh halı, biraz kirli beyaz halı, sabah sabah canımı yakmıştı… Ne kadar da benziyordu insana halı… İnsanlar da öyleydi, çeşit çeşit; öyle ya uçan halı, kirli halı, eski halı, ilmikleri dökük halı, kök boyalı halı, bünyan halısı, kaliteli halı, anti-allerjik halı… Binbir türlü halı vardı… Hepsi de ayrı işlenmiş… Hepsinin bir özelliği vardı… Ah ama bir de kirlenmeseydiler… Hafif kirli beyaz halı, sabah sabah yakmıştı canımı…
Evet, gözyaşlarında zehir var, ağlayınca insan o yüzden rahatlar derler… İçimdeki zehir ağlamakla geçer belki… Diner acım… Halı mı kirli ben mi kirliyim… Sadece halı kiri beni bu kadar üzmezdi, biliyorum… Ama ah o halı… Kalbe ne kadar da benziyordu, kirleniyor, temizleniyor, siliniyor, parlıyor, yine kirleniyor, yine temizleniyor, eskiyor/gönül yorgunluğu mu acaba?/bazen temizlenemeyecek kadar eskidiği de oluyor?/Kabir yalnızlığı… Halı, sabah sabah yaktın beni, ey halı!…
“Harabat ehline hor bakma zakir hazineye malik viraneler var…” Sen halına hor baktın ama onu bir dokuyan şekil veren var. “Allah kulundan vazgeçmez evladım!” derdi Kasım Baba…
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

