Faruk Saraç kimdir? Bugünlere nasıl geldiniz? Hayat hikâyenizi anlatabilir misiniz?
Benim hayat yolculuğum uzun bir maraton. 1955 Urfa doğumluyum. Bir kızım, bir oğlum var. İlkokul, ortaokul ve liseyi Urfa’da bitirdim. Çocukluğum Urfa’da geçti. Memur bir ailenin oğluyum. Annem de Dikiş Enstitüsü’nden mezun olmuş, o zaman pijamalarımızı, yorgan yüzlerimizi diken bir ev hanımı. 1972’de İstanbul’a geldim. Urfaspor Genç Takımı’nda, A Takımı’nda, sonra İstanbul’a geldiğimde Tophane Tayfun’da oynadım. İstanbul Şampiyonu olduk. Sonra Konya Ereğli’ye oradan da Adanaspor’a geçtim. Ardından 1975 yılında Beşiktaş A Takımı’na geldim. O zaman Çırağan Sarayı’nın önündeydi yerimiz. Sonra, Allah rahmet eylesin Beşiktaş’ın Kaptanı Vedat Okyar’la beraber Karagümrük’e gittik. Orada menisküs oldum ve futbolu bıraktım. Esasında ben terzi bir ailenin çocuğu değilim. 1981’de de ilk mağazamı açtım, dolayısıyla mağazacılıktan gelen bir insanım. Ardından tasarım ve moda işine başladım. 1991’de haute couture dikişi yapmaya başladım. Ama bugün zaten dikişi bilmeden bir kıyafete hükmedemezsin, kumaşı tanımazsan koleksiyon yapamazsın gibi olmazsa olmazları var. Nasıl futbol topu olmadan futbol maçı oynanamıyorsa, bizde de kumaş olmadan asla tasarım olmaz. Bir akrabamızın yanında kumaş deposunda işe başladım. Sonra kendisinin bir alacağı vardı bir firmadan, onun yanına gönderdi beni. Adamın bütün borçlarını ödedik, benim de çalışmamla mağazayı 1981 yılında Butik Faruk olarak açtım. Opera Nur Çarşısı’nın zemin katında ufak bir butikle başladım. Butiğin ismi 1987 yılında Faruk Saraç oldu. Aradan geçen zaman içinde yabancıların ismini, adını soyadını koyuyordum; Gioanni Versace, Giorgio Armani gibi. Daha sonra Faruk Saraç ismini kullanmaya başladık.
YEMEĞİN BAŞINDA DEVAMLI BEKLEYEN BİR USTABAŞIYIM
Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz; modacı mı, tasarımcı mı?
Kendimi önünde önlük olan ve ev yemeği yapan bir ustabaşına benzetiyorum. Çünkü hâlâ elbisenin düğmesine kadar ben seçerim ve ilgilenirim. Müşterim 10 yaşında bir çocuk bile olsa ayağına kadar eğilip provasını kendim alırım. Devamlı yemeğin başında bekleyen bir ustabaşıyım. Asla karavana pişirmedim. Öyle bir şey olsa 50 tane Faruk Saraç butiği olurdu. İsviçre’den, İsveç’ten, Almanya’dan şube açmamı istediler. Amerika’da koleksiyon yaptım. Türkiye’nin bütün geneline şube istediler. Ama ben ev yemeği yaptım, çok fazla büyümek istemedim. Çünkü salevat kuvvete bağlıdır. Salevat getirebilmek için bile kuvvetinin olması lazım. Kuvvetin olmadıktan sonra salevat bile getiremezsin, şükür bile diyemezsin. Önce iyi bir nefes, iyi bir yürek, iyi bir kalp lazım. Evet, Faruk Saraç kendine göre bir marka. Tamam, yarın 50 tane mağazası oldu, döviz yükseldi, başka olumsuzluklar oldu, Allah korusun, diyorlar ya “düşmeye, gör.” Rahmetli babam hiç önümüze baktırmadı. Ben ayakkabımın rengini hâlâ bilmem ve haddimi bilmek isterim. Onun için çok fazla büyümek istemedim.
AVRUPA MODA KİTAPLARI BENİM DÜKKÂNIMDAN İÇERİ GİRMEZ
Türkiye’nin en iyi erkek modacılarındansınız. Bir moda okulunuz var. Bu başarınızı hangi kişisel özelliklerinize, ahlakî değerlerinize borçlusunuz?
Bir kere herkesin gittiği yoldan gitmem, bu benim kendi yapımla ilgili. Hayatım boyunca başkasını taklit etmedim, bakmadım da. Avrupa moda kitapları benim dükkânımdan içeri girmez. Ben yorumluyorum hayatı. Milyarlarca insan var, hepimizin bir nefsi, bir kalbi var. Onu tutup tutmamak da senin elinde. Ben çocuğuma da söylüyorum, “İyiler var, kötüler var. Kötüler bu, iyiler bu. Seçip seçmemek senin elinde.” diye. Ayrıca Üzeyir Garih, Ayhan Şen, Kadir Has gibi insanları giydirdim ve kendilerinden çok şey öğrendim. Kadir amcamla en son okulunu açmaya beraber gitmiştik. Okulu açarken “Oğlum, burasıyla gurur duyuyorum.” demişti. Şimdi her şeyin bir ustası var. Bize öğretmenimiz a’yı, b’yi öğretmeseydi biz nereden bilecektik. Mümkün değil ki. Hiç kimse yumurtadan çıkmadı. Bizim ülkemiz örfü, âdeti, geleneği olan bir ülke. Okul kurmak çok bambaşka olan bir şey. Bir üniversite sahibi olmak, hele o üniversitenin Türkiye’nin ilk Tasarım Meslek Yüksek Okulu olması benim adıma ayrı bir gurur. Şimdi bir sürü tekstilci, fabrika sahibi, tasarımcı insanlar var. Konfeksiyonda 1 numara olanlar var. Bunların hiçbir tanesinin bir moda okulu yok. Bu açıdan baktığımızda bu çok anlamlı bir şey. Tarihe bir ışık tutacak. Aradan seneler geçse “Evet, böyle bir adam vardı, ilk moda okulunu o kurdu.” denilecek. İlkler çok güzeldir. İlk erkek modacısı olmak da öyle. Benim 32. yılım. Çok güzel koleksiyonlar yaptım. Yaptığım koleksiyonlar bir belgesel gibi: Padişahın Esvabı, Sarı Zeybek, Geçmişten Günümüze Bir Polis, Tılsım gibi koleksiyonlarım var. Bunlar da benim klasiklerim ve devam edecek. Tabi ki yetenek dediğimiz şey çok çalışmak, inanmak, hayatta farklı bakış açısını bulmak. Hayat zaten zıtlardan oluşmuştur; artı-eksi, gece-gündüz gibi. Hayat hep yeniden başlıyor, zirve diye bir şey yok. Eğer böyle düşünürsen kendini kandırırsın. İyi, düzgün, doğru çalışmak zorundasınız. Çalışmak da bir ibadettir. Ben sabahleyin kalktığım zaman “Ya Fettah, ya Resul, ya Allah, Rabbi yessir velâ tuassir Rabbi temmim bi’l-hayr.” (…Yarabbi her şeyin hayırlısını ver) diyorum. Normal sağlıklıyken bile “Ya Rabbi çok şükür” demeliyiz.
PORTFÖYÜM İŞ ADAMI, SANAYİCİ VE POLİTİKACILARDAN OLUŞUYOR
Birçok ünlü ismin kıyafetlerini belirliyorsunuz, bunun zor tarafları var mı? Size direkt teslim oluyorlar mı?
Sanatçı, siyasetçi, sporcu, yurt dışı, yurt içi… Yurt dışından Boris Yeltsin, Ricky Martin, Alman Devlet Bakanı Bodo Hombach ve Jamaika Cumhurbaşkanıyla çalıştım. Tabi bu onların kendi stillerini ortaya koymalarıdır. Gelenler devlet büyükleri de olabilir. Ben her gelene tüm saygımı gösteririm. Zaten iyi bir berber değiştirilmez. Gittikten sonra da müdahale etmeyeceksin. Eğer sana hitap ediyorsa orada hiçbir problem olmaz.
FATİH TERİM KARİZMADIR GÜZEL GİYİNİR
Türkiye’de hangi ünlülerin giyimlerini beğeniyorsunuz?
Mesela Fatih Terim ağabey benim kendi okulumda mütevelli heyetindedir. Fatih Ağabey bir karizmadır, güzel giyinir. Giyimine özen gösteren insan sayısı da çok az kaldı. Çünkü Türkiye’de moda tartışılmıyor. İstanbul’da çok önemli bir moda okulu açıyorum. Uluslararası modayı Türkiye’de tartıştırmak istiyorum. Modanın bir editörü olmalı ve yazmalı, çizmeli. Onun dışında gidip bir defilede normal fotoğraf çekip hem de onun yazısını yazmamalı. Fotoğrafçının işi fotoğraf çekmek. Moda editörü modayı yönlendirmeli, kumaşını anlatmalı. Ben 200 tane defile yaptım. Dediğim gibi moda tartışılmıyor, konuşulmuyor.
“BEN BUNU YAPIYORUM, BU MODA OLACAK” DİYE BİR KURAL YOK
Modayı kimler yönlendiriyor?
Belli gruplar yönlendiriyor. Esasında bu sanayi ve beraberinde ekonomi ile ilgili. Mesela borsacıların kravat takmasına karşıyım. Adamın her gün adrenalini yüksek, onu sıkar. Baktığınız zaman önce rahat ettirmek lazım. Tabi burada tasarımcı bu işin üçüncü dördüncü aşamasında. Bir defa bu işin pamuk ipliğini, desenini, kumaş halini konuşmak lazım. Biz tasarım yapıyoruz tamam. Örneğin bir kadife pantolon veya gabardin koleksiyon hazırlayacağım. Onun kumaşını bulamadıktan sonra yapamazsınız ki. Bunun garnesi, içi, ürünleri, işçiliği, malzemesi var. Modayı yönlendirenler hem boyaya, renge, ipliğe karar verenler. Arkasından sektör içerisinde duayenler dediğimiz bu işin şeklini yapanlar devreye giriyor. Onlar için de en önemlisi kumaştır. Kumaş da ipliğe bağlıdır. İpliği alıp dokutturacaksın. Dolayısıyla modacı, tasarımcı bu sıralamada ancak üçüncü dördüncü sırada gelir. Yani bir tasarımcı “Ben bunu yapıyorum, bu moda olacak.” diyemez, böyle bir kural yok. Modacının yapacağı kıyafet ne olacak ki. Önemli olan bu işin şeklidir. Bu işi yönlendirenler sayesinde siyah renk beş senedir moda. Şu anda lacivert ve tonları başladı. Zaten siyahtan aşağıya indiğiniz zaman gri, lacivertten aşağıya indiğiniz zaman da maviyi yakalarsınız. Bizim her zaman ana renklerimiz vardır; lacivert, siyah gibi. Laciverte ‘bürokrat rengi’ diyorum. Dikkat edin, bütün milletvekilleri lacivert giyer. Çünkü daha kurumsal bir renktir. Liderler siyah giyer.
MODADA 1970-75’LERE TEKRAR GERİ DÖNECEĞİZ
Genel olarak erkek kıyafet modasında neler değişiyor bu sene?
70-75’lere tekrar geri döneceğiz. Ceket yerini yavaş yavaş derilere bırakıyor. Artık deriler, yamalar ve kadifeler görmeye başlayacağız. Ama monokl düğme bu sene tamamen trend. Geçen sene de öyleydi. Artık üç düğmeler bitti. Kravatlar biraz daha ince. Gömleklerin yakaları biraz daha ufak, dar, kuplu ve oturmuş. Pantolonlar pilesiz, daha dar paça. İnsanlar biraz daha fit görünümlü. Şalvar gibi pantolonlar artık kalmadı. Bununla beraber 1950-60-65-70’lerin ceketlerinde kruvaze, çift düğmeli, yakalar biraz daha geniş, biraz daha evaze, kulplu. Trikolarda selanik örgülü dediğimiz kalın örgüler. Çünkü hepsi bir bütün altında canvas, koton pantolon. Dikkat edin, klasik ayakkabı da kalmadı artık. Daha bot tarzı ayakkabılar var. Çünkü deri geri dönüyor. Klasiğin altına bir bot giyemezsin. Onun için hepsi bir grup. Yani içerisindeki trikosundan kaşkoluna kadar daha selanik, daha kalın örgüler göreceğiz. Zaten bu üç beş sene sürecek.
BU SENE ÇOK İYİSİN AMA SENEYE ONDAN DAHA İYİ OLMAK ZORUNDASIN
Son dönemde çok fazla genç tasarımcı görüyoruz. Genç tasarımcılara ne tavsiye ediyorsunuz?
Hepsi de başarılı. Onlar bir defa uzun bir maraton koşacaklar. Bakın 32 sene az bir zaman değil. Bugün ben iki tane üniversitemden bahsediyorum: Bir tanesi 1852’deki Fabrika-ı Hümayun, ilk saraylara ev sahipliği yapmış, Bursa’nın ilk İpek Fabrikası. Diğeri, İstanbul’daki ilk Dikimhane, 1870’lerde yapılmış, erkeklerin savaşa gittiği yıllarda hanımefendilerin çalıştığı bir dikimhane olarak kullanılmış. Şimdi ben burasını uluslararası bir üniversite olarak açıyorum. Bundan daha büyük bir haz olabilir mi? Sadece insanlara öğretmek adına. Gençlere tavsiyemiz sadece şu: “Evet, iyi bir tasarımcı olabilirsiniz. Evet, bu sene çok iyisindir. Biraz da biz duyguyla hareket ettiğimiz için eğer sen kendini iyi hissediyorsan iyi koleksiyon çıkartırsın. Bunun ekonomik boyutu da var. Çok güzel bir kıyafet yaptın, hazırladın, diktin. Nerede satacaksın, kim alacak, hedef kitlene ulaşabilecek misin?” Uzun maraton dediğim bu. Bunları yan yana getirdiğiniz zaman zaten uzun vadede bu işi yapabiliyorsun. Marka değeri dediğimiz de bu. Devlet desteği yok, kendi kendimize bir şeyler yapıyoruz. Genelde genç arkadaşların hepsi başarılı, güzel şeyler yapıyorlar. Bu işin içinde olmak istiyorlarsa çok çalışacaklar bir defa, önce onu öğrenecekler. Bu sene çok iyisin ama seneye ondan daha iyi, bir sonraki sene ondan da iyi olmak zorundasın. Ben bir Osmanlı Koleksiyonu hazırladım, 6 Valide Sultan, 1 Şehzade Mehmet. Koleksiyonum 700 parçadan oluşuyor. Şu anda da Harbiye Müzesi’nde bütün padişahların fotoğrafları, resimleri hepsi benim koleksiyonlarım. Tarih bunu yazacak. 100 sene sonra o fotoğraflara bakanlar diyecek ki “Allah Allah kıyafetlerine bak.” Hâlbuki o kıyafetler benim kıyafetlerim. Ben yorumladım. Biz kaftanı satmak için yapmadık ve bunun ticarî bir tarafı da yok. Onun için Kapalıçarşı’da hâlâ fes satılıyor. Çünkü gelen yabancıya satılabilecek bir tane ürün yok. Sürekli Avrupa’yı taklit etmek pek hoş bir şey değil diye düşünüyorum.
YERLİ MODA MARKALARIMIZA SAHİP ÇIKILMIYOR
Türk erkeğinin giyinişinde hangi eksiklikleri gözlemliyorsunuz?
Türk erkeği dediğinde hepimiz aynıyız da kendi ülkemizde kendi markamıza sahip çıkmıyoruz. Önemli olan bu. Yabancı ürünlere bu kadar yatırım yapılıyor. Ben yabancı futbolculara da karşıyım. Bu kadar para verilir mi? Güreşçiyi de futbolcuyu da yetiştireceksen öncelikle ilkokuldan başlayacaksın. Beslenmesi de dahil olmak üzere onların bir ayrıcalığı olacak. Bu kadar parayı alıp da birinci olsan ya da altıncı olsan ne olacak? Uluslararası başarı başka bir şeydir ve devamlılık ister. Bir sene iyi, bir sene kötü. Evet, on beş sene önce başarılarımız oldu, bu çok güzel. Şimdi de on beş sene oturacak mısın? Onun için kendi markamıza öncelikle bir defa sahip çıkmamız lazım. Burası bizim ülkemiz, bizim markamız. Hacı Bekir Şekercisini takdir ediyorum. Yetkililere sesleniyorum! “Hacı Bekir’e bir plaket verin, bir nişane verin arkadaş. Adam sana 200 senedir vergi ödüyor. Onu ödüllendirin.” Torunları onu 200 senedir ayakta tutuyorsa biraz ayrıcalıkları olacak. 150-200 yıllık kaç tane Hacı Bekir var, ya da kaç tane marka olan firma var? 100 yılın üzerindeki firmalara özel bir belge verilmesi lazım. 100 senedir ülkesine hizmet ediyor. Kendi markasına sahip çıkmayan bir ülkeyiz. Bugün Nişantaşı ve Osmanbey’e gidin, hepsi yabancı terimlerle yazılı bir sürü mağazayla karşılaşırsınız. Onun için Türk erkeğinin tarzı, stili çok fazla yoktur. Genç nesil biraz daha iyi giyinir.
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

