Fonlanan Eşcinsellik ve Savunma Mekanizmaları / Klinik Psikolog Dr. Ahmet Emin Acar

Hocam, ruhsal savunmalarımızı konuşalım. Ruhsal savunmalarımız deyince ne anlamalıyız? Ruhsal savunmalarımızın bilinç ve bilinçdışıyla ilgisi nedir? Bilinçli ve bilinçdışı savunma örneklerini genel anlamda nasıl değerlendirmeliyiz? İsterseniz bölüm bölüm gidelim. Ruhsal savunmalarımız deyince ne anlamalıyız? Bilinç ve bilinçdışıyla bunun ilgisi nedir?
Ruhsal savunma, psikolojik savunma, savunma mekanizması, savunma düzeneği gibi isimler veriliyor. Demek ki bir şey savunuyor kendisini. Kim savunuyor; biz tabii ki. Savunulan nedir? En başta kendilik saygımızı korumaya çalışıyoruz, yani değerlilik hissimizi; kendi nezdimizdeki itibarımızı en başta. Peki koruyamazsak ne olur? Kaygı ortaya çıkar. Kaygı bir sinyaldir, bir işarettir. Psikopatolojinin en temel semptomudur. Psikoterapide biz bütün kurguyu kaygı üzerine inşa ederiz. Kaygı bize bir şeylerin yolunda gitmediğini söyler.
Kaygı nedir, bir semptom. Türkçede belirti diyoruz, çünkü içimizde beliriyor. O yüzden subjektiftir (öznel). Bir de bulgular var; hekim bulur onları. O yüzden onlar objektiftir (nesnel). Belirti bizim içimizde belirir. Söylemezsek hekim de farkına varamaz; özneldir çünkü. Ancak ona eşlik eden bulgular varsa, hekimin dikkatini çeker. Mesela öznel olan kaygıya, sık nefes almak, göz bebeklerin büyümesi, kalbin hızlı atması gibi nesnel bulgular (signs) eşlik edebilir. Fakat kaygının kendisi subjektiftir, yani özneldir.
Bir tehlikenin habercisidir kaygı. İçimiz sıkılır, bunalırız, daralırız ama sebebini bilmeyiz. Sebebini bilsek, ona korku derdik zaten. Yani korku ve kaygı vücutta aynı sistemdir, ama birisinin sebebi bilinir, diğerininki bilinmez. İkisinde de vücutta aynı değişiklikler meydana gelir. Kalp ve solunum hızlanır, göz bebekleri büyür, deri direnci düşer, ağız kurur, sindirim yavaşlar vs. Yani kaygıda ve korkuda, eşlik eden fizyolojik bulgular aynıdır.
Şimdi soruya gelelim. Savunma nedir? Neye karşı yapılır? İşte bu kaygıya karşı yapılır. Bu kaygıyı azaltmak zorundasınız, yoksa hayat çekilmez olur. Bir noktadan sonra depresyonlar, intiharlar başlar. Savunmalar bunu yaparlar. Yani azaltırlar kaygıyı; hatta hiç hissedilmez hale getirebilirler. E mesele hallolur mu o zaman? Olmaz! Çünkü o kaygıyı üreten şey her neyse, o hâlâ duruyor orada. Burada savunma dediğimiz şey, bir ağrı kesiciye benziyor. Meseleyi halletmiyor, sadece üzerini örtüyor. Bu durumda bir psikoterapi ne yapmalı? Daha mı örtmeli, yoksa deşmeli mi? İşte psikoterapileri ikiye ayırıyoruz; “örtenler”, “deşenler” diye.
Örtenler destekleyici (supportive) psikoterapilerdir. “Daha sıkı örtelim ki sıkıntı çıkarmasın alttaki.” derler. Yani kaygıyı azaltan, örten savunmaları güçlendirirler.
Deşenler ise açımlayıcı (explorative) psikoterapilerdir. “Örtmekle olmaz, ne varsa altta, açıp bakalım, ona göre bir hal çaresi bulalım, yani kökünden halledelim sorunu. Şimdi örteriz de yarın, öbür gün, savunmalar zayıflarsa, bu alttaki başa bela olur. İltihap ise bu, örtmekle olmaz, illa bir gün zarar verir, deşelim, akıtalım.” derler.
Bu ikinci daha makul görünüyor ama çok daha zor tabii. Emek ister, zaman ister. Sadece zaman olsa iyi; malum ya, “zaman para demek” olduğundan, pahalıya mal olur.
E peki neymiş bu “alttaki” de başımıza bela oluyor böyle?
Kaygının sebebi bilinmediği için, evvela ona sebep olan şeyi tahmin etmek zorundayız. İşte psikoterapi kuramları bu sebeple geliştirilmiştir. Yani bize kaygının sebeplerini izah ederler. Mesela Freud’un açıklaması, gerçi bugün artık tutulmuyor, kaygı sebebi olarak ensest korkusunu öne sürer, her türlü psikolojik problemi buna indirgemek ister. Bu sebeple konuyu zorladıkça zorlar. Freud diyor ki, “Bugünkü kültür, ensesti o kadar korkunç bir şey olarak gösteriyor ki biz bunu içimize gömmek zorunda kalıyoruz (bastırma). Ama bu his, gömdüğümüz yerde rahat durmuyor. Sürekli yukarı çıkmak, kendisini aşikâr etmek istiyor. Fakat bunu hissetmek bizim felaketimiz olur. İşte onu sürekli bastırmak zorundayız”. Bastırma en temel savunma mekanizmasıdır. Fakat bastırma yetmezse, ilave savunmalar da kullanmak zorunda kalırız. İşte Freud’un “altta yatan sebebi” budur, yani kaygının sebebi. Fakat bugün buna inanan hemen hemen hiç kimse kalmadı artık, çünkü Freud’a 125 sene mühlet verildi ki hâlâ hoşgörü ile bakılıyor, nihayet bu kuramın bize bir faydasının olmadığı anlaşıldı; önü tıkandı. Şu anda sadece bir avuç, marjinal, fanatik ideolojik bir grup klasik psikanalizi yani dürtü kuramını savunuyor. İdeolojik sebeplerle, bu öğretiye suni teneffüs yaparak yaşatmaya çalışıyorlar. Sağını solunu değiştirip minik rötuşlarla, başka başka makyajlarla, farklı kılıklarda tekrar piyasaya sürmek istiyorlar. Daha başarılı psikoterapilerin kimi özelliklerini ithal ederek, kendilerine mal ediyorlar ve böyle melez formlar ortaya koymaya çalışıyorlar. Hakikatperest değil kuramperestler. Bunlar kendi özel terminolojileriyle oluşturdukları bir ritüel dili içinde, adeta bir yankı odasında yaşarlar. Fakat dediğim gibi sayıca çok az, nesli tükenmek üzere olan, marjinal bir grup onlar artık. Nesillerinin tükenme tehlikesinden bizzat Kernberg bahsediyor.
Freud’un bu “klasik çerçeve”sini aşmak çok uzun sürdü, neredeyse bir yüzyıl. Bu insanoğluna çok şey kaybettirdi. Bugün artık çok daha geniş düşünebiliyoruz. Geçmişte bu Freudien kıskaç içinden çıkmak zordu. Üstelik bunlar akademiye, bilime de küs idiler. Çünkü bilimsel destek bulamadılar ve “bilim bizi ifade edemez.” diyerek bilimsel düşünen psikanalistleri dışladılar. Dışladıkları isimlerden biri de Kernberg’tir.
Bugün “nesne ilişkileri” başta olmak üzere çağdaş psikanalitik akımlar, çok daha geniş düşünebiliyorlar ve sürekli akademi ile iletişim halindeler. Bilimsel araştırmaların desteklediği doğrultuda gelişmelerini sürdürüyorlar. Mamafih çok vakit kaybettik, insan deneyiminin sınırsızlığını salt enseste indirgemek isteyen bu dogmatik Freudien önkabul yüzünden maalesef, travma gibi insanoğlunun en temel problemlerinden biri tam bir yüzyıl boyunca ihmal edildi.
Kaygıya geri dönecek olursak, demek ki “altta yatan” bir sorun, bir çatışma, bir tehdit algısı vesaire var ve biz bununla başa çıkacak durumda değiliz. E zayıfız demek ki; onunla yüz yüze gelmek istemiyoruz. Mesela, danışan, eşinin sadakatsizliğine inanmak istemiyor. Arkadaşları onun arkasından diyor ki “Kör mü bu adam yahu, görmüyor mu olan biteni.” Ama danışan bununla yüzleşmeye hazır değil; çünkü yıkılacak. Benlik büyük zarar görecek. Belli ki toparlanması çok zor olacak. Belki kendilikte kalıcı hasar bırakacak. Yani bir daha eskisi gibi olamayacak. Tüm bu değerlendirmeleri sistem kendisi yapar, kişi farkında olmadan. Muhtemel hasar raporu filan çıkarır. Durumları mukayese eder ve hangi yoldan gidilmesi gerektiğine karar verir. Bizden habersiz yürüyor bu işler. Bilinçdışı dediğimiz şey budur. Yani gizemli bir Alis Harikalar Diyarı değildir bilinçdışı. Veya Freud’un kendi fantezileriyle süslediği bir yer altı şehri değildir. Farkında olmadığımız bilgi-işlemlerdir.
Bu örnek vakamızda sadakatsizlik, “inkâr” savunma mekanizması sayesinde kişiden böylece gizlenir. İnkâr mekanizması “otomatik” olarak devreye girer ve mevcut durumu yani tehlikeyi kişiden gizler. Kişi gözünün önündeki ipuçlarına bigâne kalır, ipuçlarını birleştirmez. Buradan açıkça anlaşılıyor bu mekanizmaların bilinçdışı olması gerektiği. Amaç zaten kişiden bir şeyi gizlemek, farkında olmamasını sağlamak. Mecburen farkındalık dışı çalışacak bu sistemler. Hâsılı, savunma mekanizmaları otomatik olarak devreye girerler ve bilinçdışıdırlar.
Mesela bir başka kişi… Çocukken başından korkunç şeyler geçmiş olsun. Bunları bilincinin derinliklerine gömmüştür, çünkü bu korkunç hatıralarla başa çıkabilecek durumda değildir. Bunlar yüzeye çıkarsa, muvazenesini yitirebilir, çeşit çeşit sıkıntılar, semptomlar üretebilir, çalışamayabilir, uyuyamayabilir vs. Burada da bastırma mekanizması kullanılmıştır. Bastırma, bir biçimde, o hatıraların korteks ile bağlantısını kesiyor. Burada inhibitör bazı devreler varsayabiliriz. Ara-nöronlar üzerinden, bu bağlantı kesilebilir.
Bir başka örnek verelim savunma düzeneklerine. Bir kişide muazzam kıskançlık ve haset duyguları olsun. Ne yapacak? Yine bunları gömecek, yani yine bastırma kullanılacak. Fakat o kadar güçlü ki bu duygu; gömüldüğü yerde duracak gibi değil. Bariyerleri zorluyor yani bilinçli hale gelme eğiliminde. Fakat kişi için o kadar kerih ki bu duygu, istikrah ediyor. Yani o duyguya hiç tahammülü yok, o duygu o kişi için travmatik mahiyettedir; kendi benliğini yaralar. Kendisine hiç yakıştıramıyor. Kuvvetlice inandığı, sıkı sıkıya sarıldığı değerlerine, sabitelerine taban tabana zıt. O duygu bastırma bariyerini aşıp yüzeye, kişinin bilincine doğru yükselmeye kalkarsa, bir başka kuvvet o duyguyu fırlatıp karşıya atar, karşısındaki kişiye yükler. Bilince doğru yükselmesine mani olunamamış, fakat en azından başkasının üzerine atılarak benlik kurtarılmıştır. Kişi o yakıcı haset hissini duyumsamaktan kurtulmuş, suç karşısındakinin üzerinde kalmıştır. Bu kişinin dilinden artık haset düşmeyecek ama onu “başkalarının haseti”nden şikâyet ederken göreceğiz. Karşısındaki insanların davranışlarını, kendisine haset edildiği şeklinde yorumlamaya başlayacaktır. Yani haset artık onun gündemine girmiştir. Bastırma kâfi gelmemiştir. Bilinçdışında tutulamamıştır. Fakat bu savunma sayesinde, kişinin kendilik değeri, öz saygınlığı, kendi nezdindeki itibarı korunmuştur. Haset ona yakışmaz. Burada savunma neyi savunmuş oldu; kişinin kendi nezdindeki itibarını; kendi değerlilik hissini, benliğini. Bu savunmaya “yansıtma” adını veriyoruz, yani projeksiyon.
Diyelim ki bir insanın bilinçdışında güçlü eşcinsel dürtüler mevcut olsun. Dürtüler her zaman bilince çıkma eğilimindedirler. Bu dürtü de yukarı doğru çıkmaya başladığı zaman, yani bilinçli hale gelmek üzere olduğunda, kişi bir kaygı duyar. Kaygı, psişede alarm zillerinin çalması demektir. Bu kaygı neden duyumsanır? Çünkü bu durum aşikâr hale gelecek olursa, kişinin üzerinde muazzam bir baskı olacak, aşağılama olacak vesaire. Sadece dış kaynaklı bir kaygı olsa neyse. Asıl büyük baskı kendi içerisindedir. Çünkü bu durum eğer kendi değerlerine aykırı ise, kendilik saygısı zedelenecek, değerlilik hissi derin bir yara alacak, yani Türkçesi, kendisine saygısı kalmayacak. Mesela çok maço bir ortamda büyüdüğünü düşünelim bu kişinin. Bu durumda, bu kişinin kendisine saygısı yer ile yeksan olur. O kadar ki, kendiliğinin parçalanmasından korkar kişi. Kohut buna “fragmantasyon kaygısı” diyor.
Dolayısıyla kişi, bilinçdışında gizli bulunan, üstü örtülmüş olan bu dürtüye karşı kendisini savunur. Bu dürtüyü bulunduğu yerde tutmaya, yani bastırmaya çalışır. Böylece kendi nezdinde kendi itibarını korumuş olur. Başkalarının bakışı da önemlidir ama asıl önemli olan kişinin kendi gözündeki kendi saygınlığıdır. Çünkü kişinin kaçamayacağı tek kişi kendisidir. Alıp başını gitsen de, sen kendini her dem içinde taşırsın. Kendinden kaçamazsın.
Fakat bastırma kâfi gelmezse eğer takviye gerekir. Deminki örnekte “yansıtma”, “bastırma”nın imdadına yetişmişti. O sayede bir dürtü bilince tam ulaşırken, onu karşıya atıvermiştik. Böylece elimizde patlamamıştı. Şimdi başka birisi gelsin yardıma.
İçsel olarak kendimizin kendimize karşı yaptığı bir savunmadır yani.
Evet, asıl kendimiz. Burada önemli olan kendimiziz. Yani ne demek istiyoruz; savunulan şey kendiliktir. Başkalarının horlaması, aşağılaması elbette önemlidir ve kişilik bozukluklarında çok daha ön plandadır ama nihayetinde bizim kendilik saygımızı etkilediği ölçüde önemlidir. Mesela dışarıyı hiç takmıyorsa bir kişi, başkalarının aşağılaması önemini yitirir. Dışarısı artık onun için nazarı dikkate alınacak bir etken olmaktan çıkar. Yani aslolan kendimize saygımızdır, ama doğrudan olsun, ama başkalarının gözünden olsun. Savunmalar kendimize olan saygımızı korumayı amaçlarlar.
Ruhsal savunmalarımız, savunma mekanizmaları hep bilinçdışıdır o zaman.
Savunma mekanizmaları hep bilinçdışıdır, net!
Farkında olmadan yapıyoruz.
Kesinlikle! Verdiğimiz örnek üzerinden düşünelim. Kişi şöyle diyemez: “Ben galiba eşcinselim. Aman bunu bilinçdışımda tutayım ki farkında olmayayım. Farkında olursam kendilik saygımı yitirebilirim.” Böyle bir diyalog absürd olur, değil mi? Madem önemli olan, kişinin bu dürtünün farkında olmamasıdır, öyleyse mücadele bilinçdışı alanda cereyan etmelidir. Yani dürtü ve savunma, bilinçdışı alanda kapışmalıdır ki kişi hiçbir şeyin farkında olmasın. Savunmanın görevi, bu dürtünün varlığını öncelikle kişinin kendisinden saklamaktır, başkasından saklamak değil.
Eğer savunma başarısız olur da kişi bunun farkına varırsa, kişi bunu başkasından saklar, ama bu bir savunma mekanizması değildir. Çünkü o bilinçli bir çabadır artık. Yalan söyleyebilir, lafı dolandırabilir, kinayeli, kaçamak cevap verebilir vs. Bunlar bilinçli stratejilerdir. Bunlara savunma mekanizması demiyoruz. Bizim “savunma mekanizmaları” dediğimiz düzenekler bilinçdışıdır, yani biz onların çalışmasının farkında olmayız ve olmamalıyız da zaten. Savunma mekanizmaları bizim arkamızdan iş çevirirler. Bizi bizden gizlerler. İçimizdeki duyguların, düşüncelerin, fantezilerin farkına varmamamız için uğraş verirler. İşte dinamik psikoterapinin çalışma alanı da tam burasıdır. Bizden gizlenenlerin neler olabileceğini çözmeye çalışır dinamik psikiyatri. Amacı bunları bulup, ortaya çıkarmak ve deşmektir. Sadece ortaya çıkarmak değil. Bu dürtünün nedenselliği üzerinde çalışıldığında, dürtünün zayıfladığı veya yön değiştirdiği görülür. Çünkü o dürtü, bir başka dürtünün görünümü olabilir. Alttaki dürtü ortaya çıktığında, üstteki dürtü ortadan kaybolabilir.
O zaman gerçek kendilik üzerinden mi gideceğiz, kendilik algımıza yönelik bir saldırı varmış da onun savunmasını mı yapıyoruz?
Tabii. Kendilik algımıza yönelik tehditlere karşı savunma yapıyoruz. Daha doğrusu, “yapılıyor”. Bizim adımıza yapılıyor. Bu savunmalar otomatik olarak devreye girerler, hiç farkında olmayız. İş olup bittikten sonra geriye bakarak görebiliriz, nasıl bir savunma gerçekleştiğini. Ama tabii psikoterapi sürecinde, psikoterapist yardımıyla görebiliriz bunu.
Bu savunmalar, bir sahte kendiliğin ortaya çıkmasına da katkıda bulunurlar tabii. Bunlar sahte kendiliğin deşifre edilmesine de mani olurlar. Neden? Çünkü mesela kişi kendisini, affedersiniz, bir halt zanneder. Bu sahte kendilik ile avunmaktadır. Kendisini çok önemli ve vazgeçilmez zannedebilir. Hâlbuki ne önemlidir ne de vazgeçilmez. Ya bununla terapide yüzleşecek veya kafasını bir gün duvara toslayacak, anlayacak o zaman Hanya’yla Konya’yı. Fakat bunu bu şekilde anlamak tabii çok travmatik olur onun için; bir çok semptom geliştirir, depresyona girer, uykusuzluk, iktidarsızlık, panik atak, genel anksiyete bozukluğu vs. Aslında bunlar da birer savunmadır… Dikkati dağıtmak için…Acı hakikatlerle arasına girmek için… O yüzden, iyisi mi, gel sen bunu terapide öğren. Terapide yıkılsan da terapistin üzerine yıkılırsın, bir şey olmaz.
Biz sık sık savunmaları yorumlayarak kişinin dikkatine sunarız. Yani bunları bilinçli hale getirmeye çalışırız. Acı hakikate doğru yaklaşırken, danışan direnç göstermeye başlar; çünkü o yolun sonu belli. Mesela seansta danışana terapistin şöyle söylediğini varsayalım:
“Yine aynı şeyi yapıyorsunuz sanki. Ne zaman konu buraya gelse, konuyu değiştiriyorsunuz.”
Burada danışanı inkâr ile yüzleştirmek istiyor terapist. Demek ki danışan o alandan sürekli uzak duruyor. Orada bir tehlike seziyor ama ne olduğunu bilmiyor. O sahayı görmezden gelerek inkâr ediyor. Orada onun canını acıtacak bir şeyler var muhtemelen.
Dinamik terapilerde biz her zaman savunmanın gizlediği şeyin peşindeyiz. Dolayısıyla hep savunmalarla uğraşmak zorundayız. Ancak bu yolla sahte kendiliği deşifre edebiliriz.
Fakat savunmaları asla tümüyle ortadan kaldıramayız. Yine de en zararlı olanlardan başlayarak bir kısmını ortadan kaldırmamız gerekir. Çünkü onlar hem hayatı ve hem de kendimizi çarpıtır ve hakikat diye başka bir resim sunarlar bize. Biz de o resmi gerçek zannedip ona göre adım atarız; zarara gireriz. O resme “sahte kendilik” diyoruz. Savunmalar yoluyla ego kendisini çarpık algılıyor, çarpık resmediyor. Dış gerçekliği de çarpıtıyor tabii.
Ama bunun da farkında değil. Gerçeklerle bağlantımız açısından çok gerçekçi bir sorgulama yapamıyoruz.
Sahte kendiliğin varlığı bizatihi savunmadır aynı zamanda. Neden sahte kendilik inşa etmiş? Bir insan durduk yere sahte kendilik inşa etmez. Onu sahte kendilik inşa etmeye sevk eden bir şey var; bir tehdit, bir tehlike algısı; kaybetmek olabilir, kaybolmak olabilir, muhtaç kalmak olabilir vs. O yüzden, sahte kendiliği yaşayarak, tehlikeyi görmezden gelerek, kendini avutmaya çalışıyor, ama bu bir çözüm olmuyor. Yani sahte kendiliğe kaçarak kendisini korumaya çalışıyor, kendisini iyi hissetmeye çalışıyor; ama aslında hayatını da mahvediyor bir taraftan.
Savunma mekanizmalarına genel anlamda iyi ya da kötü diyebilir miyiz?
Diyemeyiz.
Yani insanın kendi durumunu korumak için aldığı bir tür gard gibi.
Mesela “inkâr”ı (denial) ele alalım. Mevcut problemi bir müddet görmezden gelerek zaman kazanabiliriz. Çoğunlukla bir süre geçtikten sonra kişi daha güçlü ve daha soğukkanlı olarak bir meseleyi ele alabilir. Bu savunma faydalıdır. Ama uzatırsa veya hiç geri dönmezse o meseleyle uğraşmaya, o zaman zarar verir. Veya acil ise konunun ele alınması, inkâr yine zarar verir.
Demek ki bir savunma düzeneği bile yerine göre yararlı veya zararlı olabiliyor. Savunmalar sık kullanılıyorsa, aşırı kullanılıyorsa zararlıdır. Herkes savunma kullanır. Bu, normal insan davranışının bir parçasıdır.
Biz daha çok savunmaların adaptif mi maladaptif mi olduğuna bakarız. Adaptif savunmalar faydalıdır.
Bazı ilkel savunma mekanizmaları vardır, onlar çok zarar verir danışana. Mesela “yansıtma” bunlardan birisidir. Kendinde beğenmediğin, tasvip etmediğin, seni kötü hissettirecek bir şey var, bir dürtü, bir içgüdü var ve bunun farkında değilsin. “Bu bende değil ki, sende” diyerek karşı tarafa atıyorsun bunu. Böylece farkında olmamaya devam ediyorsun. Böylece rahatsız olmuyorsun, rahat ediyorsun, ama gerçekliği çarpıtmış oluyorsun bir yandan da. Paranoid düşüncelerde yansıtmanın büyük rolü vardır. Kişi, kendi içindeki düşmanlık hislerini karşıdaki kişiye atar ve ondan düşmanlık beklemeye başlar. Bu da ilişkiyi zora sokar tabii.
Veya diyelim ki bir kadında hafifmeşrep haller var, içeriden onu zorluyor dürtü, ama o, bunların varlığını inkâr ediyor, kendisine asla yakıştıramıyor. Fakat dürtü güçlü ve bastırma kâfi değil. Dürtü bilince ulaştı, ulaşacak. Ne yapacak bu durumda? Karşı tarafa diyor ki, mesela komşusuna, “Sen niye oranı buranı gösteriyorsun, ne yapmaya çalışıyorsun, biliyorum ben senin niyetini, seni gidi seni!” Böylece dürtüyü karşısındakine yüklüyor, kendisi rahatlıyor. Karşısındaki de şaşırıyor, anlam veremiyor, “Niye böyle yaptı ki bu şimdi?” diyor.
Bizim bir danışana, annesi sürekli hafifmeşrep olduğunu iddia eden hakaretler etmiş, üstüne yürümüş; çok küçük yaşlardan itibaren. Çocukcağız tabii anlayamamış, incinmiş, kırılmış, travmatize olmuş. 30-40 sene sonra terapide bunları anlatıyor. Çocukken parçalanmış, bazı parçalar bu ithamları üzerine almış, işin içinden çıkılmaz bir duruma dönüşmüş. Burada anne, kendi dürtüsünü kusacak bir konteyner bulamamış, zavallı 8-10 yaşındaki kızına boca etmiş hepsini. Çünkü kendisi başa çıkamayacak o dürtü ile; başkasına ihraç etmesi lazım. Böylece konu gündeme geliyor, yani bilince çıkıyor dürtü, fakat başkası üzerinden… Kendisi üzerinden değil.
Mesela diyelim ki sende dünyayı dolandırmakla ilgili bir potansiyel var, bunu bastırıyorsun. Süperego buna izin vermiyor. Fakat içgüdü de oldukça şiddetli, bastırmak güç. Ego bastırmakta zorlanınca yine yansıtmayı kullanıyor ve sen suçu karşıdakine atıyorsun, böylece rahatlıyor sistem. Diyorsun ki, “Herkes dolandırıcı olmuş.” vs. Bir yere kadar haklısın. Fakat bunu ifade etmede bir aşırılık var; ifadenin şiddetinde, sayısında, rijitliğinde bir fazlalık var. Bu fazlalık hem bir sunilik hem tatsızlık veriyor üsluba. Bu da seni ele veriyor aslında, erbabı anlıyor durumu. Diyor ki, “Bunun bu konuda bir arızası var.” Çünkü sakin ve makul olamıyor. Rasyonel olamıyor, ölçüyü kaçırıyor, kafa şişiriyor, konuşmadan duramıyor. O zaman diyor ki, “Burada rasyonel sınırların ötesinde bir mekanizma var; bu bir savunma olmalı; bu adam yansıtma yapıyor muhtemelen.”
Bu savunma mekanizmalarına davranışsal bir anlam yükleyebiliriz. Yani karşıdakinin davranışlarını buluyorsunuz, ama problem kendinizde.
Evet. Burada davranışa yansıma var. Sadece his olarak kalmıyor, eyleme de vuruyor. Yani dile döküyor. İtham ediyor, suçluyor vs. Kendi içinde, derununda bulunan şeyi hissetmemek için karşı tarafa atıyor.
Bazı insanlar hissediyor ve bir sorun olmuyor onlarda. Onlarda bir savunmaya gerek yok. Ama bazı insanlar da var ki bunu hissettiği anda dünyası kararacak, depresyona girecek, bir şeyler yapacak; yani o dürtüye hiç yer yok bilinç düzeyinde. Bilinç seviyesindeki tüm yapılara aykırı; “kabil-i telif değil” der eskiler. Bastırma uygulanmış ama yetmemiş. Bastırma en temel savunma mekanizmasıdır. Ama yetmemiş ve dürtü yukarıya, bilince çıkmaya çalışıyor; demek ki çok güçlü. Bastırma kullanılarak aşağıda tutulmaya çalışılıyor ki kişi bunu hissetmesin. Hissetmemesi lazım. Hissetse dünyası yıkılacak, belki intihar edecek. Fakat yetersiz kalıyor, çünkü dürtü çok güçlü. O zaman bir başka savunma mekanizması daha devreye giriyor takviye için. Mesela “reaksiyon formasyon” savunma mekanizması kullanılabilir; “tersine döndürme” veya “karşıt tepki oluşturma”. Yani sende ne varsa tam tersi triplere giriyorsun. Mesela bilinçdışı eşcinsel dürtüler çok güçlü ve bastırma yetmiyor; o zaman, tam tersine maço oluyorsun. Yani sürekli erkekliği vurgulayan maganda, maço, değişik bir tip oluyorsun. Pala bıyık bırakıyorsun, kıllı bağır-göğüs açıkta dolaşıyorsun, eşcinselliği sürekli aşağılıyorsun vs. Herkes seni bu yönünle biliyor. Yani bu özellik çok belirgin hale gelmiş. Altını çiziyorsun erkekliğin sürekli. O zaman diyoruz ki “Burada bir aşırılık, bir rijitlik var, öyleyse bunun altında bir savunma olabilir.” Bu savunma, reaksiyon-formasyon. Çok sık kullanılan bir savunmadır.
Üstüne bir de “Ne biçim kırıtıyorsun lan sen!” dersen insanlara… Sürekli sataşırsan “Saç uzatılır mı hiç?”, “O küpe neyin nesi?” vs. diyerek. Bulaşıyorsun önüne gelene. Burada ne oldu, üçüncü bir savunma mekanizması devreye girdi, değil mi? Dikkat edersen, “yansıtma” da yapılıyor burada. Yani “bastırma” ve “reaksiyon formasyon” yetmemiş, bir de yansıtma devreye girmiş: Üçlü paket. Savunma mekanizmaları sık sık böyle kombinasyonlar halinde karşımıza çıkarlar.
Bu şahıs gerçek anlamda eşcinsel midir, kendini öyle hissettiği için mi savunma mekanizmalarına ihtiyaç duyuyor? Yani bu savunma mekanizmalarını kullandı şahıs, bastırdı, yansıttı. Gerçek anlamda bir eşcinsel mi o?
Aslı eşcinsel mi demek istiyorsun yani.
Çünkü eşcinselliği kabul etse, tam tersi bir şeyi ortaya koymaya kalkmaz. Demek ki, eşcinselliğe bir ret var; ama savunma mekanizması olarak, onu üzerine kondurmak istemediği için değişik şekillerde sergiliyor bunu.
Eşcinsel dürtülerin dinamik bir sebebi vardır ve bu dinamik sebep çözümlendiği zaman o eşcinsel dürtüler ortadan kalkar. Psikanalitik kuram da bunu öngörüyor. Adı üzerinde dinamiktir bu kuram, yani elimizde bir vektör varsa, o vektör “hangi vektörlerin toplamından veya çıkarılmasından ibaret”, bunu bulmayı amaçlar. Dürtü bir kuvvet vektörü olarak kabul edilir, çünkü bir basınç uyguluyor, zorluyor bariyerleri, ego bu basınca karşı koyuyor. Bu A vektörü belki de B ve C vektörlerinin toplamından ibarettir veya C ve D vektörlerinin farkından ibarettir veya çok daha komplike başka bir formül söz konusudur. Her hâlükârda incelenmesi, analiz edilmesi gerekir; zaten o yüzden psiko-analiz deniyor. Gördüğümüz şeyi bileşenlerine ayırmaya çalışırız. Öyleyse eşcinsellik, acaba asli bir vektör müdür kişide, yoksa farklı bir veya birden fazla vektörün bileşimi midir veya bir savunma mıdır? İşte bu anlattığım yaklaşımın sesi çok kısılıyor son dönemde malum çevreler tarafından; her düzeyde çok büyük bir baskı var bu konuda. Bu alanda rasyonel düşünce ve bilimsel araştırmalar çok güçlü bir lobi baskısı ile engelleniyor; malum ezberler dayatılıyor. Sesini çıkaranlar, cebren, baskı ile susturuluyor. Şâyanı hayret bir durum. Psikoterapi Enstitüsündeki hocalar, Vamık Volkan’ın bundan yakındığını söylemişlerdi. Yani Amerika’da psikanalistler bu düşünceyi ifade bile edemiyorlarmış, çok ilginç. Düşünce özgürlüğü Batılıların işine geliyorsa kutsaldır. Kendi kutsallarına zararlıysa hemen baskıyı tercih ederler. 1000 yıldır tanıdığımız Batı bu.
Şimdi onlar, elde hiçbir kanıt olmamasına rağmen, eşcinselliğin yapısal, kalıcı olduğunu iddia ediyorlar. Yani arızi, patolojik bir durum değil de insanda bulunan normal hallerden biri olduğunu dayatıyorlar bir süredir, fakat her ne hikmetse, bütün imkânlar ellerinde olmasına rağmen, bunu da bir türlü ispat edemiyorlar. Buna rağmen, sanki bu bir tabiat kanunuymuş gibi, aksini iddia edenlere hilkat garibesi gözüyle bakıyorlar. Sanki Galile’den 100 yıl sonra biri kalkıp “Dünya dönmüyor.” demiş gibi saldırıyorlar. Meslekten atıyorlar vs. Bilimsel çevrelerde böylesine muazzam bir mahalle baskısı, böyle bir linç görülmemiştir. Batılı akademik çevrelerin bu kadar gözünün döndüğü bir mevzu yok bilim tarihinde. O yüzden buradan her türlü komplo teorisi çıkarmak mümkün, hatta lazım da yani. Çünkü anlamakta zorlanıyoruz bu garabet durumu. Bilim çevreleri bir konuda nasıl bu kadar gözü dönmüş bir şekilde davranabilir?
“Eşcinsel dürtülerin dinamik bir sebebi vardır.” demiştik. Dindar bir kişi bunu böyle bilse, üzerindeki yük daha hafif olur, yani taşıyamayacağı kadar ağır olmaz. Yaşadığı hislerin bir sonuç olduğunu, arızi olduğunu, yapısal olmadığını bilir. Fakat bunun böyle kavranmasına mani olmak istiyorlar. Yani bu noktada kaderci bir tavrı dayatıyor bu çevreler: “Sen böylesin, bunu kabullen.” “Yapılacak bir şey yok, bu senin kaderin, bunu benimse.” Her konuda kadere karşı çıkan, insanın istese her şeyi yapabileceği fikrini yayan bu adamlar, konu eşcinselliğe gelince, kaderci kesiliyorlar.
Üstelik ergenlik dönemi, çok farklı duyguların hissedilebildiği bir çağdır. Ergenlik, adeta suyun altındaki kumun eşelenip suyun bulandığı bir duruma benzer. Yani dipteki her şey su yüzüne çıkma eğilimindedir. Genç, bu malzemelerden yararlanıp gelecekteki kişiliğini kurma aşamasındadır. İşte burada bir güç devreye giriyor. Eğer dipte, arızi, geçici bir eşcinsel duygu, düşünce, tasarım, arzu vs. var ise, “dur” diyor, “tut onu orada, kaybetme” diyor ve o arızi, fragmente malzemeye gencin fikse olmasını sağlıyor. O malzeme, aslında kişiliği kuran binlerce elementten biri olacak iken, onun gibi binlerce kırıntı (fragman) ile birlikte bir dolaba kaldırılacak iken merkezi bir öge haline getiriliyor. Adeta bir deniz feneri haline getiriliyor. Bunu, fonlanan çevreler yapıyorlar. O genci çevreliyorlar, ailesi ile bağını kopartıyor veya minimalize ediyorlar. Sürekli bu kırıntıyı (zihinsel malzeme) beslemeye devam ediyorlar. Bu duygu veya tasarım yeni yeni çağrışımlar edinerek, giderek büyüyor ve zihinde daha büyük bir yer kaplamaya başlıyor. Bir fragman, bir kırıntı iken, zihinsel süreçleri etkilemeye başlayan önemli ögelerden biri, temel aktörlerden biri olma yoluna giriyor. Kişiliğini kurma aşamasında olan ve her yola girme potansiyeline sahip olan genç zihin, bu doğrultuda ilerlemeyi seçip, bu yolda kendisini inşa etmeye başlıyor. Bu konu projelendirilmeye çok müsait. Bir bireyin ve bir toplumun yumuşak karnı burası. Mükemmel bir hedef. Devlet ve toplum proaktif davranmadığı sürece çok başarılı olurlar, bu kesin. Devlet önlem alacak, toplum da bilinçlendirilecek, başka çare yok. Bu fonlanan çevreler deşifre edilecek. Yoksa diledikleri gibi at oynatırlar. Biz Türklerin aklı başına hep iş işten geçtikten sonra gelir.
Yani eşcinselliği ne olarak, his olarak mı düşünüyorsunuz? Mesela hisler vardı gençte, önce bastırdı, ama sonra yapamadı.
Eşcinsellik ne demek? Erkek için düşünürsek, cinsel olarak erkekten hoşlanmak demek. Adam güzel bir kadına baktığında, hiçbir cinsel his ortaya çıkmıyor; fakat çekici bir erkeğe baktığında, cinsel olarak kuvvetli bir biçimde uyarılıyor. Buna eşcinsellik diyoruz. Bu arızi bir durumdur. Kendiliğinden gelir geçer anlamında söylemiyorum. Yanlış linklenmeler ve savunmaların ortaya çıkması ile böyle bir patoloji ortaya çıkmıştır. Bu savunmaların anlaşılması ile çağrışımların ortaya konmasıyla, bu durum ortadan kaldırılabilir, çünkü arızidir, asli değildir, yapısal değildir, kader değildir. Asli olduğunu iddia ediyorlar ama bir türlü ispatlayamıyorlar, fakat çoktan ispatlanmış da “Kaçıncı yüzyılda yaşıyorsun!” gibi bir hava estiriyorlar. Bu havayı çok güçlü estiriyorlar, çünkü bunlar medya yönetimi ve para gerektiriyor ve bunlara fazlasıyla sahip bu çevreler. Maalesef profesyoneller de bu havaya kapılmış durumdalar, bunu çok net söyleyebilirim.
Bireyin duyumsadığı bu his oldukça güçlü olabilir. Bu durumda tedavi gerekir. Bu, işin klinik tarafı. Bir şeyler yanlış gitmiş ve karşımızda patolojik bir durum var. Bir de gelişimsel tarafı var, yani ergenlik döneminde gençte bu tarz hisler olabileceği gibi, daha çok da bir tasarım, bir düşünce, bir imge olabilir. Bu durumda gençler gereksiz bir korkuya, hatta paniğe kapılabilirler, “Eyvah acaba ben eşcinsel miyim?” veya “Eşcinsel mi olacağım?” diye. “Merak etme, olsaydın bilirdin.”Onlara böyle söylemek gerek. Bir ara aklına böyle görüntü geldi, böyle bir his geldi diye insan eşcinsel olmaz. Bu panik, tersine, o görüntüye, o fikre, o hisse, o tasarıma yoğunlaşmaya, ona fikse olmaya yol açar. Söylediğimiz gibi ergenlikte dipler karıştırılır, alâkalı alâkasız pek çok imge, his, düşünce vs. ortalıkta gezinir. Bunlar tekrar dibe çökecek, tortu halinde kalacak. Bunlar ergenin, kişiliğini inşada kullanabileceği potansiyel malzemelerdir. Kimi kullanılacak, kimi dibi boylayacak. Bazı malzemeler, savunma kullanılarak bastırılır. Kişide böyle bastırılmış bir zihinsel malzemenin bulunması da endişe edilecek bir durum değildir. Kişinin eşcinsel olduğunu göstermez. Fakat yine malum çevreler, bu tür bir olguyu “kişinin aslında bastırılmış bir eşcinsel olduğu ve mutlaka bu bastırmanın ortadan kaldırılarak kişinin özgürleştirilmesi (!)” gibi değerlendirmeye çalışırlar. Böylece herkeste, tutup çekiştirebilecekleri bir kulp bulmaya çalışıyorlar.
Fakat şunu da konuşmak gerekir: Diyelim ki genç böyle güçlü bir duygudan muzdarip. Böyle olmasını o mu istedi? Hayır! Öyleyse burada bir mesuliyet var mı? Yok! Bu durumu kendisi mi ortaya çıkarmış; bazı yaşantılarla, tecrübelerle o mu meydana getirmiş? Hayır! Kişi, dahli olmadığı şeyden sorumlu tutulabilir mi? Yani önce kişinin rahatlatılması önemlidir ki soğukkanlı düşünebilsin. Çözüm için sakin hareket etmek gerekir.
Dinî olarak bakış açısı nedir; “Sen bunu pratize etme, yani eyleme dökme, Allah sana mükâfatını verir.” Yani bu durum, bekâr erkeğin, iffetini muhafaza etmesi gibi değerlendirilir.
Bu, egodistonik, egosintonik ayrımıyla mı alâkalı?
Burada egosintonik ve egodistonik terimlerinin bulanıklaştığı bir yer var, oraya girip uzatmayalım. Kısaca diyebiliriz ki bu durumu egosintonik ve egodistonik terimleri içine sıkıştırmak müşküldür. Bunlar aslında biraz kaba terimler, bazı incelikleri ifade etmede yeterli değiller. Ego durumu (ego state) terimine başvurmadan bu konuyu incelikle ifade etmek zor olacak. Eşcinsellik, bir ego durumunda egosintonik, diğer ego durumlarında egodistonik olabilir veya tersi. Eşcinsel eğilimleri olan ego durumları ne kadar çoksa, o kişide bu dürtünün o kadar güçlü olduğunu söyleyebiliriz.
Sonuç olarak burada yaptığımız şey eşcinselliği normalize etmek değil, bunu vurgulamak lazım fakat kişinin, pratize etmediği müddetçe, sorumlu olmadığını da aynı ölçüde vurgulamak gerek. Günah kavramı, kişi bunu pratize ettiğinde devreye girer. Bunu pratize etmeyen, eyleme dökmeyen dindar bir bireyin, bu suçluluk duygusunun da hafifletilmesi gerekir. Bu, o bireyin bu dünyadaki imtihanıdır. Bu dünyayı tek gaye olarak bilenler bu konuda kıyameti koparıyorlar. Fakat dindar bir birey asıl ahiret için yaşar. O tarafı tehlikeye atacak bir şey yapmak istemez. Bu dünya onun için bir imtihan alanıdır. Tedavi imkânı bulamamış ise, bu cinsel yönelimi pratize etmemek için göstereceği gayret elbette karşılıksız kalmaz; mükâfatını alacağını düşünür.
Bu sadece bir perhiz meselesi de değil. Psikolojik sağlık açısından da kişi, inandığı değerlere aykırı hareket etmemelidir, yani bunu pratize etmemelidir. Yoksa süperego baskısı hayatını karartır onun. İşte fonlanan çevrelerin görevi burada ortaya çıkıyor. Başlangıçtaki acı süperego baskısını adeta bir cemaat ortamına, bir kardeşlik örgütüne benzeyen bir çevre içinde yumuşatarak kısmen etkisiz hale getirmeye çalışıyorlar. Yani bir anestezi görev görüyorlar. Başlangıçta çekilen acıyı azaltarak kişiyi bu yola sokmayı amaçlıyorlar. Bir noktadan sonra, bu yola iyice gömülen genç, süperego baskısından kurtulmak için dinden uzaklaşmak zorunda kalıyor. Hatta bir noktada ipler kopuyor. Sıkıntılı bir kişiyi manipüle etmek kolay olur. O haleti ruhiye içinde kafasına pek çok fikir, kavram vs. ekilebilir.
Bir örnek verdik, ana konu haline geldi. Çünkü mevzu sıcak, gündemde; hele ki bugünlerde. Niye bu örneği vermiştik? Bilinçdışı eşcinsel dürtüleri olan bir kişi, eğer bastırma yetmez ise yansıtma ve reaksiyon-formasyon savunmalarını sıklıkla kullanır. Reaksiyon-formasyon kullanan kişi, tam zıt bir karaktere bürünür. Eşcinsellerden nefret eden, sürekli onları aşağılayıp kendi erkekliğini ön plana çıkaran maço birisi olur. O yüzden denir ki “Bütün magandaların altında potansiyel bir eşcinsel yatar.” Bu da magandalara kapak olsun diyelim.
Bu arada bir dipnot düşelim; maço kelimesi hep olumsuz bir şeymiş gibi kullanılıyor ama aslında bu doğru değil. Maço, gerçekte, erkekliğin üst düzey estetik bir dışavurumudur. Magandalığa bir manada zıttır diyebiliriz. Erkeksi değerleri toptan ve önkoşulsuz olarak aşağılayan hastalıklı bir bakış açısı, maçoluğu sürekli küçümsüyor. Biraz cehalet de var tabii. Sapla samanı karıştırıyorlar. Maço, Latin Amerika kökenli bir kelime ve zannedildiğinin aksine rafine bir erkeği ifade eder. Maganda ise bambaşka bir şey, görgüsüzlük demek. Görgüsüzlüğün abartılı bir ifadesi. Kaynağı belirsiz argo bir kelimedir maganda. Erkeğin görgüsüzlüğü çok fazla göze çarptığı için, kelime erkeklere hasredilmiş gibi duruyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir