Filinta projesi nasıl doğdu, bahseder misiniz?
Aslında bu bir Kadı Hikâyeleri Projesi. Osmanlı döneminde adaletin nasıl sağlandığına dair bir sorudan yola çıkarak geliştirdiğimiz bir proje. Osmanlı’da adaleti sağlayan kurumlar nedir, kadılıktır. Bunun üzerinde, Kadı Hikâyeleri diye bir proje geliştirdi yapımcımız Burhan Özkan Bey. Onun üzerinden yapılan bir projeydi. Daha sonra gelişti, geliştikten sonra da kadı hikâyelerinin üzerinden bir tür çıktı ortaya. Bu bir Osmanlı polisiyesi olsun ki kadılık ve adaletin nasıl sağlandığını bir aksiyon ve bir hikâye üzerinden kuralım diyerek geliştirdik ve Filinta ortaya çıktı.
Dizi 1850’lerle 1900 başları arasını konu alıyor. Bütün çalışmalarımız bu tarih danışmanı üzerinden yürüyor. Yönetmenimiz de tarihi olaylarla çok ilgileniyor. O dönemin bütün aksesuarlarını kendisi birebir incelemeye çalışıyor ve dekorları, tarihi atmosferi bütün arkadaşlar birlikte çalışarak oluşturuyoruz. Bu anlamda, gerçekten elimizden geldiğince tarihi verileri kullanmaya çalışıyoruz.
Dizinin dekoru, çekimleri, senaryosu orijinal; dizi için büyük bir hazırlık yapılmış ve emek harcanmış olmalı.
Yapımcılarımızın gözü kara ve Türkiye’de yapılmayan bir işi yaptılar, Türkiye’de bir ilk gerçekleşti. Avrupa’nın ve dünyanın en büyük platolarından birini gerçekleştirdik burada. O dönemin Pera’sını, İstiklal Caddesini birebir oluşturduk. Hatta biz biraz daha abarttık, sokakları daha büyük yapmışız. O yüzden sokakları figüranlarla doldurmakta zorlanıyoruz. Çünkü yüzlerce figüran üzerinden yapılan bir çalışma. Yani hem prodüksiyon hem de vizyon olarak gerçekten çok büyük bir çalışma ve çok eşi benzeri görülmüş bir şey değil ülkemizde; bir de haftalık dizi olarak görülmüş bir yapım değil. Bütün bunların da 6 günde bitmesi gerekiyor.
Peki, izleyiciye bir mesaj vermek istiyor musunuz, yani öyle bir çabanız var mı?
Dizide, mesajdan daha çok, bugünle ilgili karşılaştırmalar yer alıyor. Dizide, bizim bilmediğimiz ve özellikle kendi seyircimizin, bu topraklardan çıkan insanların bilmediği birçok detay ve günlük yaşam biçimleri var o döneme ait. O insanlar o dönemde nasıl yaşıyorlarmış, adaleti nasıl sağlıyorlarmış, emniyet nasıl sağlanıyormuş, ticari ilişkiler ne durumdaymış, kötüler nasıl kötüymüş, iyiler nasıl iyiymiş, bugünkü tüm şablonlar Osmanlı’da nasılmış? İşte bunu gerçeklikten uzak olmadan, çok fazla fanteziye de kaçmadan, gerçekliğe uymaya çalışarak, hakikat neyse onun kurgusuyla anlatılma biçimi, derdimiz bu. “Orada şu mesajı verelim. Osmanlı şöyle güzelmiş, böyle güzelmiş, şöyle büyükmüş…” değil. Osmanlı’nın zaten kendisini anlatırsan ne kadar büyük olduğunu görüyorsun.
Özellikle de adalet vurgusu üzerinde duruyorsunuz.
Osmanlı’yı Osmanlı yapan şey adalet zaten; adaletli paylaşım ve adaleti gerçekten sağlama. Osmanlı, mesela ticarette çok başarılı değil o dönemde. Dizide de görürsünüz; ilk kez bir Osmanlı Bankası kuruluyor o dönemde. Adaletli üretim, adaletli paylaşımı en iyi yapan imparatorluklardan bir tanesi Osmanlı. Bunu da en iyi nasıl anlatırız; bir kadı karakteri üzerinden anlatabiliriz diye düşündük.
Dizide manevi ve tarihi değerler noktasındaki hassasiyetiniz göze çarpıyor.
Biz bu diziyi sadece bizim kendi seyircimize değil, Ortadoğu’ya değil, yani sadece İslam dünyasıyla sınırlı bir hedef kitlesine değil; Avrupa’ya ve diğer dünya ülkelerine de ulaştırmak istiyoruz. Avrupa standartlarında bir polisiye çekmeye çalışıyoruz. Bu polisiyeyi çekerken insani değerleri öne çıkartmaya çalışıyoruz. Yani sadece bizim inançlarımız, kültürümüz değil; diğer dinden insanların da anlayacağı insani değerleri öne çıkartmaya çalışıyoruz ve burada da gerçekten başarılıyız.
Dizinin bir bölümü yaklaşık 2 saat civarında. Bizim önümüze gelene kadar nasıl bir hazırlık süreci işliyor, nasıl bir mesai var?
Polisiye bu ülkede çok sevilen bir tür değil. Polisiye çekmek çok zor bir iş. Bizim seyircimiz dramaya ve entrikaya alışmış. Bizim seyircimiz, aşk olmadığı zaman dizilere çok fazla yaklaşmıyor. Biz tamamen bir sinema dili üzerinden çıkmaya çalışıyoruz. O yüzden, bilmediğimiz ve bu ülkede altyapısı olmayan birçok şey var. Bu ayrıntılara girersek, büyük çatışma sahnelerini, büyük aksiyon sahneleri bu ülkede çekmek çok zor. Bunun altyapısı yok. Hem özel efektler hem de bu işleri yapan dublörler çok fazla gelişmemiş ülkemizde. Bu yüzden, Amerika’dan, Hollywood’dan büyük bir dublör efektörünü buraya getirmek zorunda kalıyoruz. Bunun dışında, Lost’un yönetmeni Bobby Roth’u getirip özel danışmanlık alıyoruz ki sırf Hollywood değil, dünya standartlarında bir aksiyon nasıl yapılır, onları öğrenmeye ve iyi uygulamaya çalışıyoruz. Ama bütün bunların dışında 400 tane figürasyon. Bu figürasyonların tümünü İzmit’ten sağlıyoruz, yani yerel. Bu figürasyonları İstanbul’dan getirmeden sağlamaya çalışıyoruz. Çoğu da bu diziye, sinemaya ilk kez giren insanlar.
Amerika’da 40 dakikayı 8 ya da 10 günde çekiyorlar. Biz 2 saati 6 günde çekmek zorundayız. “Bu mümkün değil.” diyorlar. Bence de mümkün değil tabi. Yani dizilerin uzunluğu ve kısaltılmıyor oluşu çok ciddi bir sorun.
Siz bir film çekiyorsunuz sanki.
Tabi film tadında bir dizi çektiğimiz için, sadece uzunluk olarak görmemek lazım. Yani uzun metraj bir film çekiyoruz demek kolay, onu bütün diziler diyebilir; ama biz gerçekten film tadında bir dizi çekiyoruz. Bütün bölümlere baktığımızda, hepsini teker teker sinemaya götürsek ve daha büyük isimlerle oynatsak 4-5 milyon seyirci toplayabilecek filmler çekiyoruz. Bir de 6 günde çekiyoruz bunu; yani imkânsızı başarıyoruz.
Diziyle ilgili geri dönüşler nasıl?
Reytingleri görüyorsunuz zaten. Kadın seyirciye daha çok hitap edemediğimizi varsayarsak bizim gerçekten ciddi anlamda bir kadın seyirci kitlemiz var. Tür olarak baktığınızda “Polisiyeyi sadece erkekler seyreder.” derler. Ama türden daha çok, kendi izleyici kitlemiz, özellikle sosyal medya üzerinden dönen geri dönüşlerde ve diğer araştırmalarımızda görüyoruz ki bizi gerçekten kadınlar da çok izliyor. İyi bir iş yapıyoruz ve iyi iş yapınca da seyirci bunun karşılığını veriyor. Çünkü kendimizden, kendi içimizden bir hikâye anlatıyoruz. Bizim geçmişimizle ilgili, tarihimizle ilgili ve insani bir hikâye anlatıyoruz.
Ben hep söylerim; Türkiye seyircisi, bu topraklardan çıkmış hikâyeyi seviyor ve kucaklıyor. Bu, Diriliş dizisi olabilir, bizim gibi bir polisiye olabilir ya da bir drama olabilir. Bu topraklardan çıkan hikâyeler olursa kendi hikâyemiz olursa insanlar seviyor.
“Bizim sadece Türkiye içinde değil, yurtdışında da bir izleyici kitlemiz var, hedef kitlemiz var.” diye belirttiniz. Biliyoruz ki yabancı diziler ülkemizde değişik kanallarda yayınlanıyor ve izleniyor. Dizilerimizin de artık yavaş yavaş kitlesini bulduğunu biliyoruz; ama tam olarak ne durumdayız ve sizin diziniz özelinde, dizilerimizin yurtdışında izlenme oranları nedir?
Bütün dizi sektörüne baktığımızda, şu anda İslam dünyası ve Ortadoğu’da iyiyiz. Pastada payımız çok büyük olmasa bile, 26 bölümü aşan bütün diziler kötü olmadığı sürece satılıyor. Ama Avrupa’ya ve diğer ülkelere (dünya standartlarında) satış konusunda çok başarılı değiliz. Polisiye, Avrupa’nın da alabileceği Batı’nın da alabileceği diğer dünya ülkelerinin de alabileceği bir tür. Ama biliyorsunuz genelde bu tür satışlar 26 bölüm tamamlandıktan sonra oluyor.
Burada bir çelişki daha var. Aslında Türk dizi sektörünün en önemli sorunlarından biri bu. Biz total seyirciye yönelik dizi yaptığımız sürece, kalitemiz dünya standartlarının altında kalıyor. Yani sadece bizim ülkenin reyting ölçümlerine göre hareket eden diziler bunlar. Hem kültürel düzeyi düşük hem kalitesi düşük. Çünkü total seyirciyi yakalaman için düzey düşmeye başlıyor. Bunu yaparsan bu sefer yurtdışı satışların yok oluyor. Bu yüzden, Türk dizi sektöründe bir kalite kaybı var.
Bizim görüntülerimiz gerçekten kalitelidir; dünya sinemasının polisiyeleri kadar kaliteli görüntülerimiz var. Dünya sinemasını Hollywood ve Avrupa diye ayıracak olsak bile, aksiyon sahnelerinde, sahne atmosferi ve düzenlemede çok başarılıyız; yani bizim kalitemiz çok yüksek. Hem kalitemizin yüksekliği hem de seyirciyi yakalayabilme imkânımız ve bizim TRT’de yayınlanıyor olmamız büyük bir şans. TRT de arkasında durduğu için bizim böyle bir imkânımız var. Ama diğer özel kanallarda mesela bunu yapamıyorlar. Özel kanallar, reyting alamıyorsan hemen diziyi kesiyorlar.
Genelde Amerika’da ya da Avrupa’da aslında 9 bölüm, 13 bölüm ya da 40 bölüm üzerinden proje olarak anlaşma yapılıyor ve ona uyulmaya çalışılıyor. Ama Amerika bu konuda çok daha katı aslında, tutmayınca onlar da harcıyorlar. Ama genelde ilk 13’e uymak istiyorlar, uyuyorlar da; yani öyle bir ön anlaşma yapılıyor. Avrupa’da, anlaşma yapıyorsanız reyting tutsa da tutmasa da finale kadar bırakıyorlar. Bizdeki gibi değil tabi; “3 bölüm sonra, 4 bölüm sonra tutmadı, gönderelim” tavrı yok. Bizde her şey günlük olduğu için, plan program olmadığı için, biz daha günlük çalışıyoruz, daha günlük hesaplıyoruz her şeyi.
Buradaki yoğun mesaiyi biliyoruz. Bir şeyleri aktarmak veya kâr açısından baktığımız zaman, film çekimi daha kârlı ve daha etkili değil mi? Film ile diziyi karşılaştırma yapabilir miyiz?
Ben kişisel olarak aslında televizyonlarda dizinin yayınlanmasından yana değilim. Çünkü bu, sinema sektörüne ciddi bir darbe vuruyor. Bu, benim kişisel düşüncem; Filinta’yla çok ilgisi olan bir şey değil. Avrupa’da daha çok, büyük paralı dizilerin tümü paralı televizyonlarda yayınlanır, ücretsiz TV’lerde yayınlanmaz. Ama bizde çok farklı bir sektör oluşmuş. O ülkenin dinamiklerine göre sektörler oluşuyor. “Bu, Avrupa’da böyledir, bu doğrudur.” diyemezsin. Benim kanaatimce, diziler kesinlikle paralı TV’lerde oynatılmalı. Burada böyle bir sektör oluşmuş ve bu sektör sonuçta karşılığını bulan bir sektör. Reklam olarak da gelir olarak da karşılığını bulan ve sürekli gelişen bir sektör. Peki sinemaya etki ediyor mu bu? Bir taraftan ters etkileri var ama çok da pozitif etkileri var. Mesela, geçen yıl 104 tane Türk filmi çekildi. Bunun tümü, aslında bizim dizi sektörünün altyapısından gelen çocukların, ekiplerin ve paraların sayesinde yapılan çalışmalar. Yani pozitif etkileri de var ama sakat bir gelişme aslında; yarın çok ciddi sorunlar doğuracak bir gelişme. Çünkü televizyonlar bu kadar büyük paraları karşılayabilecek bir reklam pastasıyla donatılmış değiller.