Estetik ve Mühendislik Dehası: Mimar Sinan / Prof. Dr. Suphi Saatçi

60-mimar-sinanMimar Sinan’ı Mimar Sinan yapan şartlar nasıldı? Mimar Sinan nasıl yetişti?

Mimar Sinan’ın doğum yeri, Kayseri’nin Ağırnas beldesi. Ağırnas’ta doğduğu ve aşağı yukarı 10-12 yaşlarında devşirildiği tahmin ediliyor. Sinan anılarında, daha çocukluktan marangozluğa ilgi duyduğunu ifade ediyor ve “Ustam beni naccarlıkta (marangozlukta) çok iyi yetiştirdi.” diyor. Anlaşılan ilk olarak marangozluk mesleğinde yetişmiştir. Ağırnas, taşçılık bakımından zengin bir yöre. Ahşap, taşa göre daha yumuşak bir malzeme, işlenmesi kolay. Kendisi ahşap üzerine beceri kazanınca, muhtemelen becerisini taşın üzerinde de göstermek istemiş ve sonuçta taşa da boyun eğdirmiş diye düşünüyorum. Yani yapıcılığa, yapı ustalığına temelde bir ilgisi var. Devşirilince de orduya, Yeniçeri Ocağına alınıyor. Önce Acemi Ocağı, daha sonra seferlere katılarak mesleğinde ilerlemeye başlıyor.

Biz ordu milletiz. Bunun ne anlama geldiğini biraz açmamız lazım. Yani biz, sanatkârlarımız, bütün işlerimiz, esnaflıkların çoğu ordunun bünyesinde icra ediliyor. Nitekim Osmanlı Ordusunda savaşçı grupların yanında demirciler var, marangozlar var, taşçılar var; lağımcılar, köprücüler, mimarlar, mühendisler var. Her çeşit sanat ve her meslekten zanaat sahibi olanlar var. Bunlar hep orduyla birlikte cephe gerisi hizmeti veren bir teşkilat olarak seferlerde bulunmuşlar. Mesela ordunun karşılaştığı zorlukları aşmak veyahut geçit vermeyen bir su üzerine köprü yapmak için hemen anında örgütlenip harekete geçiyorlar ve yolu açıyorlar, köprü yapıyorlar, yolu düzeltiyorlar. Mesela, Otlukbeli’ne giderken Fatih Sultan Mehmet’in 120 bin savaşçısı var; ama bunun arkasında her türlü meslekten 90 bin cephe gerisi hizmet eden kişi var. Zaten devlet işlerinde büyük başarı elde etmenin en önemli unsurları, devlet örgütünü iyi kurmak ve iyi yönetmektir. Bizim atalarımız da o konuda çok büyük ustalık göstermişler ve çok iyi örgütlenmişler.

Sinan’ın da seferlere katılması ufkunu açmış, değişik şehirler görerek oradaki anıtlardan etkilenmiş. Bazı anıtlar neden yıkılmış, harabelerinden ders almış, gözlemlerini kendi içinde yorumlayarak, becerisini ve mühendislik bilgisini bir hayli ilerletmiş. Aslında Sinan, öncelikle bir mühendis sayılır; çünkü mimar olmadan önce mühendislik işlerinde başarı göstermiştir. Mimarlık işlerine henüz başlamadan, yani Hassa Mimarlar Ocağı başına geçmeden önce, İran üzerine yapılan seferde, ordu Van Gölü kıyısına varmış. Vezir Lütfi Paşa Sinan’a sormuş: “Karşı kıyıda düşmanın durumundan haber almak için ne yapmamız gerekir?” Sinan: “Paşam! Gemi inşa edip karşı kıyıya gitmemiz ve haber almamız gerekir.” diyor. “O zaman hemen sen inşa et.” diyorlar. Van Gölü’nde 3 tane kadırga yapıyor ve donatıyor. Lütfü Paşa “Kaptanlığını da sen yap.” diyor Sinan’a ve kaptanlığını da yapıyor. Gidip karşı kıyıdan bilgiler alıp rapor veriyor ve burada önemli bir yararlılık göstermiş oluyor. Diğer bir seferde Prut Suyu üzerine ahşaptan güzel bir köprü yapmış. Tabi ki bütün bunlar, kendisine sanatında büyük bir ilerleme cehdi, dürtüsü vermiş ve giderek bakışını ve görgüsünü arttırmıştır.

Zaten mimarlık sanatı teorik dersten daha çok görgüye ve gözlemlere dayanan bir sanat dalıdır. Anlaşılan, Sinan da çok değerli bir gözlemci, çok iyi gözlemliyor, gördüğü şeyleri iyi hissediyor. Mesela, çok insan var, mimari şeylere bakmaz; ama Sinan alıcı gözle bakıyor. Güzel bir eser nasıl güzel olmuş, sırlarını keşfetmeye çalışıyor. Dolayısıyla büyük bir başarı sağlamış. Mimarlık alt yapısını pratik açıdan geliştirmiştir. Matematik ve fizik bilgilerine sahip bulunuyordu. O dönemde matematik, fizik bilgileri ne kadar ileriyse o kadarını biliyor.

Mimar Sinan’ın başarısının sırrını ne olarak görüyorsunuz?

Başarısının sırrı, sanatını çok iyi bilmesidir. Anılarında bir-iki hadise anlatıyor ki birisi şu: Bahar günü, Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman, İskender Çelebi Bahçesini ziyaret ediyor. Onun yanında Mihrimah Sultan’ın da bahçesi var. Fakat İskender Çelebi Bahçesi yemyeşil, sular akıyor; öbür tarafta cihan padişahının kızının bahçesi kupkuru, çer çöp içinde. “Hemen mimarbaşını getirin.” diyor. Sinan’ı getiriyorlar. “Neden burası böyle?” diyor Sinan’a. “Padişahım! Buradan su çıkarmak lazım. Su olmazsa böyle olur.” diyor. “Suyu nasıl çıkaracaksın? Şu durduğum alçak yerden hemen kazın, suya en yakın yer burasıdır, doğru mu?” diyor. “Padişahım! Doğru değildir.” diyor. “Nasıl doğru değildir?” diyor. “Padişahım! Yerin üstünde su, yukarıdan aşağı doğru akar. Fakat zir ü zeminde nihan olan, yani yeraltında gizli olan su, aşağıdan yukarı çıkar. Onun için, çoğunlukla pınarlar dağ başındadır.” diyor. Yer bilimi biliyor, fizik biliyor. Fizik bilgisine sahip olunmadan bunları söylemek mümkün değil. O bakımdan, Sinan’ın yetiştiği Hassa Mimarlar Ocağının aynı zamanda iyi bir mektep olduğu da anlaşılıyor.

Sinan’ın anılarında anlattığı diğer bir önemli konu da Büyükçekmece Köprüsü’nün yapılmasıdır. Daha önce Bizans döneminden kalma köprünün neden yıkıldığı araştırılsın, diyor Kanunî. Mimarbaşı geliyor. Kanunî, Mimar Sinan’a soruyor: “Burada Roma döneminden kalan köprü neden yıkılmış?” Sinan “Padişahım! Köprünün yerini içeriye almışlar. İçerisi bataklıktır, sağlam zemin değildir.” diyor. “Nasıl olur? Suyun kenarı daha mı iyi?” diye soruyor Kanunî. “Evet, suyun kenarı daha iyidir. Çünkü su, zayıf zeminleri vura vura temizler. Kalan, suya dayanan sağlam zemindir. Köprü oraya yapıldığı zaman dayanıklı olur.” diye cevap veriyor Sinan.

Böylece Büyükçekmece Köprüsü’nü orada yapıyor. Bu da Sinan’ın fizik ve yer bilimleri konusunda bilgili olduğunu gösteriyor. O bakımdan Sinan’ın, mimarlık bilgisinin ötesinde, çok iyi mühendislik, jeoloji bilgisine sahip olduğunu anlıyoruz.

Mimar Sinan’ın fizik ve matematik kurallarını altüst ettiği söyleniyor.

Matematiği, fiziği çok muhteşem bir şekilde kullandı ve o rasyonel kafayla, akıllı düşünceyle, gerçekçi ve faydacı yaklaşımıyla tasarımlar ve karşılaştığı tasarım sorunlarına çözümler üretti.

Mimarlık, boşluğu biçimlendirme sanatıdır ki Sinan bunda büyük başarı göstermiştir. Her mimari çözümde mutlaka rasyonel, akılcı bir tasarım getirmek gerekir.

Mesela Rüstem Paşa Camii; Tahtakale’de, Eminönü’nde. Çok yoğun bir ticaret merkezi; rantı yüksek olan bir yer. Rüstem Paşa emrediyor “Burada cami yapacaksın.” diyor. Sinan düşünüyor, cami burada gelir getirici bir şey değil. Burası iyi bir ticaret merkezi olduğu için, Sinan tasarım konusunda akılcı ve faydacı bir çözüm getiriyor. Camiyi fevkanî yapıyor, yani camiyi yukarıya alıyor, altına han ve dükkânlar yapıyor. Akıllı mimarın getireceği başarılı çözüm budur.

Mimar Sinan’dan sonra mimariyi daha üst seviyelere taşıyabildik mi, yoksa zirve ismimiz hâlâ Mimar Sinan mı?

Mimar Sinan’ın arkasında 300 yıllık bir birikim var. Yani Osmanlı erken dönem mimarisinin deneyimleri, gelen ustaların ortaya koyduğu eserler ve kendisi de o süreç içinde görevini devir teslim alınca, merkezî kubbeyi geliştirmeye başladı. Eskiden çok kubbeli camiler vardı, Ulu Cami tipleri; ama caminin içindeki direkler mekân birliğini bölüyor, yani görünüşü kesiyor; tek kubbeyle kapatma cesareti gösteren yok henüz. Ama 15. yüzyılda merkezî kubbeye doğru bir gelişme başlıyor; yani bir büyük kubbe olsun, o büyük kubbe biraz gösterişli olur. Çünkü kubbenin çapı büyüdükçe yüksekliği de artıyor. Dolayısıyla Mimar Sinan, bu merkezî kubbe inkişafını çok iyi hissediyor ve Beyazıt’ta, Fatih Camii’nde, Edirne’deki denemeler büyük bir zihin açıklığı veriyor Sinan’a. Onların varyantlarını daha da geliştirerek, kubbe mimarisinde zirveye doğru tırmanıyor. Kanunî, genç yaşta ölen oğlu Şehzade Mehmet için Sinan’a cami yapmasını emrediyor. Böylece Şehzade Camii tamamlanıyor. Şehzade, Ayasofya dışında İstanbul’da en büyük kubbeli cami oluyor. Herkes camiye hayran kalıyor. Kanunî de bu camiye hayran kalıyor ve şöyle düşünüyor: “Benim şehzademe böyle güzel bir cami yapan Sinan’dan, benim adıma bir cami yapmasını istesem acaba nasıl bir eser ortaya koyar?” Böylece Süleymaniye’nin yapımı gündeme geliyor.

Yedi yıl gibi kısa bir sürede inşa edilen Süleymaniye, muhteşem Süleyman’a yakışır bir abide olmaktan öte, silueti ile İstanbul’a damgasını vuran mehabetli bir külliye olarak ilgi çeker. Artık Süleymaniye şehrin en ulu mabedi tahtına oturmuş, büyük bir sosyal kompleks olmuştur. Sinan’ın Süleymaniye için seçtiği tepede verdiği siluetle İstanbul simgesi olmuştur. Muhteşem bir açılış töreniyle hizmete giren Süleymaniye’nin çalışan kadrosu 750’ye varmıştır. Burada darüttıp (tıp fakültesi) darüşşifa (hastane), 4 mezhep için 4 medrese, darülhadis, darüzziyafe, imaret, kervansaray, sıbyan mektebi gibi binalarda görev yapan hocalar hem dinî hem de pozitif bilimler alanında dersler vermeye başlamışlardır. Tıp Fakültesinde cerrahlar, yardımcıları, her alanda görev yapan tabipler hocalık yapmışlardır. Ayrıca ilahiyat hocaları fıkıh (İslam hukuku), Kur’an-ı Kerim ve dinî konularda eğitim vermişlerdir. Bunlardan başka imam, müezzin, duahan, salavatçı gibi camide dinî hizmetler verenler yanında, kandilciler, buhurcu, caminin bakımı ve temizliğini yapanlar, bahçevan ve avluların bakımı ile uğraşan kalabalık bir çalışan kadrosu Süleymaniye’de görev almıştır. Çalışan 750 kişiye günde iki kez yemek çıkaran imaret ise kalabalık bir kadroya sahipti. Çünkü çalışanlar dışında imaretten her gün yine iki öğün olmak üzere 2500 kişiye yemek dağıtılması, Kanunî Sultan Süleyman’ın halka sunduğu önemli bir hizmet ve sosyal adalete sahip Osmanlı Devleti’nin bir ifadesi olarak kaydedilmelidir.

Süleymaniye’de 23 m. çapında inşa edilen merkezî kubbe Şehzade Camii’nin kubbesini aşmıştır. Ancak Sinan’ın yine de canını sıkan bir şey var. Caminin içinde bulunan 4 tane fil ayağı, cami içinde mekân birliğini bozmaktadır. 11×11 m. yani 121 metrekarelik bir alan kaplamakta, ama cami çok büyük olduğu için ince sütun gibi görünmektedir. Fakat Sinan bu ayaklardan kurtulmak istiyor. Nihayet 50 yıllık deneme ve araştırmalardan sonra Sinan, Selimiye’de amacına ulaşmıştır.

Tek kubbe ve tek mekân tasarımında büyük bir zafer kazanan Sinan, cami içinde mekân birliğini sağlıyor. Kelime-i Tevhid’i sembolize eden yani Allah’ın birliğini ve gök kubbenin varlığını ifade eden Selimiye, Türk mimarlık tarihini taçlandırıyor. Böylece Sinan, Selimiye başyapıtıyla, kubbe mimarisinde evrensel bir başarı sağlıyor. Gerçekten de Selimiye, muazzam görünüşüyle, armonik duruşuyla ve strüktürel çözümüyle, gerek İslam dünyasında gerekse de Hristiyan dünyasında bir benzeri olmayan harika bir yapı.

Altyapıyla üstyapının bu kadar uyumlu, bu kadar mükemmel uyuştuğunu gösteren başka bir mimari yapı yoktur. Ayrıca, Sinan’ın kubbesi daireseldir. Pergeli koy, düz döner, akar gider. Roma, Bizans yapıları kırıktır. Kırık yapının inşaatı hem kolaydır hem de estetik değildir. Dairesel kubbe sonsuzluğu ifade ettiği gibi, daha estetiktir ve heyecan vericidir.

Mimar Sinan’ın kubbede ulaştığı bu zaferi, kendinden sonra gelenlere baktığımızda göremiyoruz. Sultanahmet geriye dönüştür. Yine içeride 4 ayak. Niye? Çünkü Sinan gibi tek kubbe üzerine gitmediler? Yeni Cami, yine Sinan sonrası klasik eser. Eminönü’ndeki Yeni Cami’nin içi karanlıktır, 4 tane kalın ayak vardır. Benim kanaatim, Sinan’dan sonra gelenler, aynı başarıyı ortaya koyamadılar. Sinan’ın arkasında 300 yıllık bir birikim var. Sinan’dan sonra gelen mimarbaşıların arkasında hem 300 yıllık birikim var hem de Sinan var; ona rağmen yapamamışlar. Böylece Sinan zirvede kaldı.

Sinan gerçekten bir dehadır. Çok iyi mühendislik bilgisine sahip olduğu için, büyük kompozisyonlarda bu başarıyı göstermiş. Kubbenin büyüklüğü ve Selimiye’de ulaştığı zaferin belki yüzde 70’lik payı mühendisliğinden kaynaklanıyor. O kadar sağlam durdurmuş.

Süleymaniye de sağlamdır tabi. Hatta onun üzerine güzel bir araştırma var. 1973 yılında bir deprem sempozyumu düzenlenmiş Roma’da. Oraya Türkiye’yi temsilen Süleymaniye’yi götürmüşler bildiri olarak. Yapımı 1550 yılında başlayan Süleymaniye, 1557 yılında tamamlanıyor. Yani 7 yılda tamamlanıyor. 1557’den sonra o bildirinin verildiği 1973 tarihine kadar İstanbul’da meydana gelen 6 şiddetinin üzerinde 89 deprem olmuştur. Yani 89 defa 6’nın üzerinde deprem olmuş İstanbul’da; ama Süleymaniye’de çatlak yok. Bu da Süleymaniye’nin mühendislik bakımından ne kadar mükemmel bir yapı olduğunu gösteriyor. Bu da Sinan’ın gerçekten yabana atılır gibi bir mühendis ve bir mimar olmadığını ortaya koyuyor. Bence, dünyanın en büyük mimarlarından biridir. Hem estetik hem statik (sağlamlık); başka bir deyişle hem mimarlık hem de mühendislik alanında zirve.

Gençliğin Mimar Sinan’dan alacağı dersler nelerdir?

Öncelikle, biz Mimar Sinan’ı, hatta sanat tarihimizi çok iyi bir şekilde gençliğe vermeliyiz ki ondan sonra hesap sorabilelim. İlk başta günahın büyüğü bizimdir. Sinan’ı anlatırken, hissettiremediğin zaman, o gençlikten başka bir şey bekleyemezsin.

2014’te Roma’da bir sergi açılmış. Roma Mimarlar Birliğinin daveti üzerine açılan sergi için bir gazetenin manşeti şöyle: “Doğu’nun Michelangelo’su Roma’da.” Yani onlar Sinan’ı Michelangelo olarak görüyor, ama biz görmüyoruz. Sorun burada. Biz Michelangelo’nun sergisini İstanbul’a getirirsek ve “Batı’nın Sinan’ı İstanbul’da.” desek kimsenin kılı kıpırdamaz; ama “Michelangelo İstanbul’da.” desek daha büyük heyecan uyandırır. Bizim, Sinan’ı iyi anlatamadığımız ortada.

Sinan’ın ölümünün 400. yıldönümü olan 1988’de büyük etkinlikler yapıldı. Mimar Sinan Sempozyumu düzenlendi. O zaman, Mimar Sinan Dünya Durdukça filmi hazırlandı, ben de Mimar Sinan’ın anılar kitabı üzerinde çalışıyordum. Sorbonne’da 2 gün süren bir sempozyum düzenlendi. Mimar Sinan’ın anılar kitabı üzerine bir bildiri vermiştim. Sorbonne’daki kapanış oturumunda, üniversitenin mimarlık fakültesi dekanı bayan bir profesör konuşma yaptı: “Çok büyük heyecan duydum Sinan’ı tanımakla birlikte. Fakat büyük bir üzüntü duyuyorum. Sizin böyle bir büyük değeriniz var, bugüne kadar neredeydiniz? 16. yüzyılda yetişmiş bu insan. 1988 yılındayız ve siz daha yeni Paris’e getirmişsiniz bu insanı. Bizde böyle biri olsa dünyayı birbirine katarız.” dedi. İnanır mısın, yerin dibine battık, o kadar utanç duyduk orada.

400 küsur eser yapmış. Bunların içinde köprüler, kemerler, camiler, mescitler, kervansaraylar, darüşşifalar, hamamlar, medreseler var… Sinan’ın 8-9 tane köprüsü var. Yugoslavya’da Vişegrad diye bir yer var, Sokullu Mehmet Paşa’nın doğduğu kasaba. Orada da Sokullu Mehmet Paşa’nın adına bir köprü yapmış. Oradan geçen nehrin adı Drina. O köprüye de Drina Köprüsü derler. Belki Sinan’a sorsanız bu köprüyü hatırlamaz bile, basit bir köprü. Oralı bir yazar olan Ivo Andric, Drina Köprüsü adında bir roman yazmış. O yazara Köprü esin kaynağı olmuş. Drina Köprüsü Nobel Edebiyat Ödülü almış. Yani Sinan’ın çok basit bir eseri dışarıda bir yabancı yazara esin kaynağı oluyor da bizim Selimiyemiz, Süleymaniyemiz bizim yazarlarımızı aşka getirmiyor, ilham kaynağı olmuyor. Hâlâ bir Sinan romanı yok; Selimiye’nin, Süleymaniye’nin bir kitabı yok. Böyle bir adam Batı’da olsa ne oratoryolar ne senfoniler ne müzikaller ne romanlar ne diziler ve filmler çevrilirdi. Dolayısıyla Sinan deyip geçiyoruz. Hâlbuki gerçekten dünyanın en büyük mimarlarından biridir Sinan. Bunu halk, benim mensup olduğum millet bir anlasa… İnşallah, sizin yayınlarınız da etkili olur.

Benim en büyük üzüntüm, cami mimarisinde biz birinciyiz ve 16. yüzyılda Sinan camileri İslam dünyasında cami mimarisinin en muhteşem doruk noktası olmuş; fakat çağdaş camiler konusunda maalesef sefalet yaşıyoruz. Bu kadar zengin birikimimiz olmasına rağmen çağdaş camiler konusunda başarılı olamayışımız beni cidden üzüyor. Cami mimarisi taklit ve tekrarla gelişmez. Mimar Sinan bile yaptığı camilerde kendini tekrar etmemiş, hep bir adım daha ileri gitmiş. Bir yenilik, bir yeni keşif yapmış. Bizim de bu konuda böyle olmamız gerekiyor.

Mimarlarımız şöyle düşünmeli: Mimar Sinan’ın elinde betonarme olsaydı ne yapardı? Son sözüm bu olsun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir