Ektiğinle Gerçek, Yaşadığınla Yalan Dünya / Ayşegül Hakverdi

37-ektiginle-gercekBinlerce soru ve sıkıntıyla boğuşurken, teselli amaçlı kurduğum güzel hülyalar içinde yüzüyordum ki camımın önüne sessizce konan kumru o içten yüreğinden kopup gelen, sabahın en güzel uyandırma servisi gene seslendi bana “Çık o daldığın hülyalardan, kıvrıldığın koltuktan indir ayaklarını yere bas, sağlamca bas…” Kafamın içindeki o hayali dünyanın belki de nefsani dünyanın içinden çıkmalıyım. Çünkü dış dünyada gürül gürül akan bir hayat var ve bu hayatın sakin, sessiz, usul usul yaklaşan ama aynı zamanda çok çarpıcı hatta idrak edildiği zaman şok etkisi yapabilen bir gerçeği var: ÖLÜM. Ölüm; nasihat olarak yeten, zamanı donduran, her şeyi noktalayan, yeni başlangıçlar yapan, fanî boyutu kapayıp ebedî boyutun kapısını açan, sonsuzluk ile tanıştıran, ânı yaşattıran, zamanın ne kadar değerli olduğunu fark ettiren, sabra teşvik eden, sevgiye kucak açtıran, her saçmalığa bir dur diyen, gafleti noktalayan, dünyadan soğutan, nefsin dizlerini titreten, kulluğa sevk eden, acizliği hücrelerine kadar hissettiren… Evet, bu saydıklarımızın hepsi; gözlerimizin önünde, biz canlı canlı müşahede ederken gerçekleşen gizemli ölüm yolculuğunun daha bizim kapımızı çalmadan bize verdiği dersler ve ültimatomlardır. Evet, ölüm çok kesindir ve kendi kesinliği kadar kesin ültimatomlar verir; ama dili naif ve latiftir, söyleyeceklerini sessiz sakin ve usul usul söyler.
Aslında hem gerçekten yaşadığını hissettiren hem de her şeyi anlamsız kılan. “Titre ve kendine gel.” cümlesinin hayata geçmiş hali…
Bunu düşünmek insanın hayatına çeki düzen vermesini sağlıyor ancak insanız, çoğu zaman rotamızı şaşırıyoruz. Bir türlü oturmuyor hayatımız. Kalbimizdeki dünya sevgisi binbir kılığa girip, önümüze çıkan “kendine gel” uyarılarını yıkıp uzun uzadıya kökleşmiş vaziyettedir. Öyle bir kökleşir ki söküp atmak bizi uçurumun kıyısına getirir. Bu sökme işi bazen zorunlu olur, bazen de bizim gerekli mücadelemiz. Hayat tatsızlaşır gibi olur, ancak başka lezzetler doluşur ciğerimize soluk gibi. Sürdürmek meseledir, istikametli olmak. Bu istikamet ve mücadelede işin kolayına kaçıp, dünyadan el etek çekip, bir köşede etliye sütlüye bulaşmadan yaşamak değil. Bir kısım insanlar günaha gireceğim düşüncesiyle evlerinden dışarı adım atmaya korkar hale gelmiş ve bunu da takvalık olarak bellemiş. Renksiz, soluk, merhametsiz, içten içe kibirli, riyakâr, kısacası ölçüsüz… Hani insan, fıtratının dışına nasıl çıkartılıp dinden imandan edilir, bunun çalışması gibi adeta… Sadece insanın kendisine zarar veren bir şey değil elbet, başka insanların da canını yakmasına sebep bu ölçüsüzlük. Mesela başı açık bir hanımefendinin imansız olduğunu, direkt Müslüman olmadığını düşünecek bir kafa yapısına sahip olabiliyor. Kendini evine kapatıp Müslümanlık adına hiçbir gelişmede bulunmadan başkalarının ekmeğine yağ sürüyor. Ölçüsüzlük iki uçlu yaşanır. Bu işin bir de öteki tarafı var. Sadece kaide ve kuralların var olduğu, içi boşaltılmış dine tahammül edemeyen, İslam’ı doğru anlayamayan insanların kendilerini tamamen hedonistçe dünyaya vermeleri de işin öteki ucu. Ne dünyadan çekilmek ne de dünyadakilerle yaşamın sadece bu kadar olamayacağı düşüncesini bilince indirmek. İnsan herhalde başka konuda bu kadar düşüp kalkmaz.
Çoğu zaman bunalıp bunalıp şunu geçirmiştim içimden “Araftayım sanki, içim acıyor. Ne ötenin kokusunu alabiliyorum ne geçmişten bir tat. Ne varım ne yok. Öylece beklemedeyim. Tüm öfkelerim bir yerde dururken öteki tarafta kocaman sevgim, şefkatim. Bu araf ayrı bir yer. Ne dünyayı yaşarsın ne de dünyadan ayrılırsın. Ne can sıkıcı.” Evet, can sıkıcı, dünya aklını başından almak için tüm gücüyle dönerken etrafında, ruhun bu ucuzluğun fakındadır.
Bu dünyanın kokuşmuşluğunu, Allah’ın kurduğu müthiş imtihanlarla tekrar tekrar hatırlatması, dünyanın içine dalmadan dengede kalmamızı sağlar. Ta ki biz dünyadan vazgeçene kadar. Bunu yapabilmek için farkında olmak, uyanık olmak gerekir. Her an kalbimizi yoklamak. Elimizdeki şeylerin kalbimize girdiğini fark ettiğimiz anda durdurmak uyanık olmaktır. Basit gibi görünse de aslında Allah ile aramıza sokarız iki kuruşluk şeyleri. Bilmeliyiz ki o şey eninde sonunda ne olursa olsun kalbimizden zaten çıkarılacak. Belalarla, musibetlerle… Olmadı öteki âlemde. Zorlanmamak için uyanık olmak, kalbimize Allah yokmuş gibi dokunduğunu fark ettiğimiz şeyleri kökleşmeden çıkarmak gerekir. Onu sulamak nefsin hoşuna gitse de asıl ona zulmetmemek için uyanık olmalı.
Dünya sevgisinin anlamı birçok şeyi araç yerine amaç edinmektir. Yani Allah ile arana giriyorsa dünya sevgisi olur. Mesela müzik dinlemek, denir ki; Allah ruhlar âleminde “Rabbiniz kim?” diye sorarken öyle güzel bir seda duymuşuz ki dünyada dinlediğimiz her müzik sesinin içinde o tonu ararmışız, bazen sebepsizce müzik dinlerken dertlenmemizin sebebi bile buymuş. Yani temelde zaten Allah var her daim. Ancak biz perdelerden bunu fark edemez ve müziği dinlerken duyduğumuz hüznün fazlaca dışa taşmasıyla isyan ederiz. Bahaneler üretir ona buna kızdığımızı söyleriz, oysaki altında ayrılık hüznü vardır. Çok derinde kalmıştır göremeyiz, sebeplerimiz de dünyamız olur ve onlarla avunur onlarla yol almaya çalışırız. Aslında Rahman’a duyduğumuz sevgi dünyaya döner ve dünya için kullanırız her şeyi, müziği bile. Ruh, cennet için yaratılmıştır, en güzeli sever. O yüzden buradaki birçok güzel şeyi de beğenmesi sevmesi normal, ancak çabuk sıkılır ruh bunlardan; nefs ise kendine oyuncak etmek ister bunları. Sadece bunlarla ve Allah’ı hiç düşünmeden kendi hayal dünyasında yaşamak ister. Küçücük düşünür. Ruh sıkılır çünkü onun besini başkadır; beslenemezse -bu kâinatta hiçbir şeyin yeri boş kalmaz- yerini hemen nefs doldurur.
Tabi bize kalsa her şeyde Allah’ı zaten anıyoruzdur. Yani zaten vardır her şeyde Allah bizim için. Manasının çok derin olmasına karşılık bizim kuru kuru söylediğimiz “inşallah” kelimesiyle bütün işi bitiririz güya. Koca Mevla hayatımızda ya bir cami içinde kalır ya vaaz ortamlarında ya sadece bir kurallar bütünü olarak kalır ya da aklımızdaki bir kavram olarak kalır. Varlığını gerçek manada kalbimize indiremeyiz. Nefsimizle sevdiğimiz şeyleri Allah ile sevmeye çalışmak çok zor gelir. Çünkü Allah’la severken şımaramazsın, Allah’la severken kibirlenemezsin, Allah’la severken “benim” diyemezsin. Ee nefs için biraz tatsız bir durum. Tadı çıkmıyor tabi. Allah’la seveceksek burayı ebedileştirmeden seveceğiz. Ebediyetin başka bir âlem olduğunu kabul etmeliyiz. Burayı ebedileştirmeye çalışanlar içinse ölüm, hızla uçuruma gittiğini gördüğü halde gözünü kapatarak yok saymak gibi. Bir dönem Zincirlikuyu mezarlığının girişindeki “Her canlı ölümü tadacaktır.” ayetinin kaldırılmasını isteyenler gibi… Neymiş her gün önünden geçiyormuş da morali bozuluyormuş. Neyse en azından algısı açık, okuya okuya duyarsızlaşmamış. Çünkü bu ayetleri okuyup da hiç üstüne almayan, sadece başkalarına anlatan insanlar da var, bunlar da dünyayı istiyor. Ölüm ya da başka konular maalesef ki sadece anlattığınızda idrak ettiğiniz meseleler olmuyor. Yani ölümü inkâr etmekle ölüm başımızdan gitmiyor. Psikoloji biliminin bununla ilgili bir tespitini burada paylaşmak isterim. “Ölümü İnkâr: Çağdaş Batı kültürü, ölümü inkâr ve insanların dikkatinden uzak tutma eğilimindedir. Cinsellik, refah, mutluluk düşüncesi gibi sebepler ölümü insan gündeminden uzak tutmak için kullanılır. Gösterişli cenaze töreni ve defin merasimlerinin arka planında bu niyetin olduğu sezilmektedir. Tarihi eskilere giden mumyalama ya da ölenin heykelinin dikilmesi de gerçek anlamda ölümün inkârıdır.” Ne kadar ilginçtir ki; kendinden uzak tutmak ve iki gözüne sokarcasına yapılan merasimler, ikisi de ölümü inkâr yani dünyayı istemek. Bu nefs ne kadar adi ve sinsi. İnsan çaresizliğini hissediyor. Tek kurtuluş dua…
Bu aslında Allah’a karşı olan samimiyet göstergesidir. Allah kurduğu yaradılış sisteminde samimiyet ölçümü yapıyor. Öyle kuru kuruya inandım yok. Malınla, canınla, evladınla sınanacaksın. Birçok insanın Allah sohbeti esnasında ya da Peygamber Efendimiz’in (sav) anlatıldığı sohbetleri gözü yaşlı dinlediğini görürsünüz. Ancak aynı kişi Kur’an’da belirtilen şu maddelerden biriyle imtihan edilecek olsa ne “Bir kere görseydim de canımı verseydim.” dediği Peygamber ne de “Hakkımızda hayırlısını versin.” dediği Allah aklına bile gelmiyor, gelse de gelmiyor. Bir anda gözü dönüyor. Allah idrakimizi kapatmasın ve arttırsın.
Ölümü istemek de güçlü bir samimiyet göstergesidir. Her halükârda ölümü hatırlamak bu dünyadan biraz da olsa kalben el çektiriyor. İnsan öldüğünü düşünmeli, hayal etmeli, etmeli ki yaşadığını anlasın, nerede ve nasıl yaşadığını. Gözlerimi kapatıp hayal ediyorum: “Musalla taşındayım, sabahın erken saatleri, güneş dalların ve yaprakların arasından yeni yeni ve serince düşüyor. Ağaçlara vuran rüzgâr sesi, dalgaların kıyıya vuruşu gibi. Bu rüzgâr sesi ölümü hatırlatmıştır hep bana, ölümün huzurunu ve işte bitti. Huzurum, huzurdayım, sessiz, serin, telaşsız, gürültüsüz… Kıskançlıklar, kibir, nefret, düşmanlıklar hiçbiri yok; susmuş hepsi. Bir kumrunun uzun uzun ve derinden söylediği guguk sesindeyim ama bu sefer beni uyandıramıyor. Çünkü ölüm, bu sabah kumrudan erken geldi ve beni hayat uykusundan uyandırdı… Kalabalıklaşıyor avlu, yaklaşıyor ayak sesleri, ayrılıktan söz edenler var. Benim istediğimse bir dua, ben yok olmadım ki buradayım, duyuyorum sesinizi. Okunan Fatihalar ruhumu serinletiyor…”
Ancak hayat bensiz de devam ediyor. Her gün birileri ölüyor ama hayat hâlâ gürül gürül akıyor. Gene sabah insanlar zor zahmet uyanıyor. İşe gidenler, çocuklarını uğurlayanlar, okula gidenler, bütün gün koşturup evine dönenler ya da evinde yorulanlar… Ve her gün bunlarla beraber birileri yine ölüyor ve bu gerçeklik her gün tekrar ediyor. İnsanoğlu soğukkanlı bir katil gibi; tüm bunları izledikten sonra akşam televizyonda ne vardı diye, yemekten sonra koltuğuna kurulup evvelini ahirini, her gün birilerinin ölmesini hiç umursamayacak kadar soğukkanlı… Çünkü televizyon bize ölüm yok diyor. Her türlü film, dizi reklam bunu bize sürekli empoze ediyor. Hatta vurdulu kırdılı ölümün kıyısından döndü filmleri bile… Çünkü psikoloji biliminin bir başka tespiti de şöyle: “Ölüme meydan okuma: Tehlikelere meydan okuma derecesindeki maceralar ve bunları sıkça gösteren filmler insanda bu tür bir duyguyu besler. Bu eğilimdeki insanlar ölümün kıyısından sıyırarak geçmeyi, hayatın en büyük zevki sayar.” Yani bir ölümü inkâr metodu daha. Tabi yan rollerde ölen çoktur ama kimse kendini yan role koymaya tenezzül etmeyeceği için haliyle ölmüyoruz. Ta ki ciddi bir hastalık, kaza geçirene kadar ya da çok yakınımızdan birini kaybedene kadar… Bazen gözümüzü açsa da bazen de dünyaya daha çok sarılmamıza sebep oluyor. Ölüm korkusu, ölümü yalanlatarak burası ebedî dedirtiyor. Tabi insan her zaman birilerinin ölümüne sürekli üzülerek yaşayamaz. Ancak dünyanın kan deryasına döndüğü şu dönemde tüm mazlumları yan rollere koyup duyarsızlaşmak da büyük bir tehlike. Bunun ölçüsü de ahiret bilincinin olması, bir nevi ölümle bütünleşmek. İmanın şartları içinde ahirete imanın olması basit bir şey değil. Bunun bilgi olarak kalması ve hayatımıza tatbik edemememiz nasıl bir iman olur bilemiyorum? Ancak bilgiden bilince indirmek gerekir.
Bir hadiste buyrulur ki: “Cennete giren hiç kimse dünyaya geri dönmek istemez, yeryüzünde olan her şey orada vardır. Ancak şehid böyle değil. O, mazhar olduğu ikramlar sebebiyle yeryüzüne dönüp on kere şehit olmayı temenni eder.” Bu başta “Nasıl yani!” dedirtse de ütopik gelse de iyice düşündüğümüzde ahiret bilincini çok iyi anlatıyor bize. Burada içimizi yakan her şey, orayı gördüğümüzde bu kadar hafif geliyorsa oranın psikolojisini iyice kavramamız lazım. Nasıl bir psikoloji ki on kere daha binbir sıkıntı çekip ölüm diye çok korktuğumuz durumu tekrar tekrar yaşamaktan hiç çekinmiyor, aksine bunu arzuluyor. Tabi o şehit diyebilirsiniz, ancak oradaki psikolojiyi anlamak için iyi bir örnek. Yani orada öyle bir hal ve psikoloji içindesin ki dünyada yaşadığın aşağılanma, hakkının yenmesi, maddi manevi, fiziki sıkıntılar, hasretler, kısacası tüm eza ve cefalar hiçbir şekilde psikolojinizi etkilemiyor, zillete sokmuyor. Zaten dünyayı istemeyen ve Allah için mücadelesinden de geri kalmayan insanların üzerinde çok güzel bir heybet vardır, zilletli görünmezler. Zillete sokmaması noktası önemli, çünkü dünyaya bu kadar hırsla sarılmamızdaki durumun altında yatan bu hissiyattır. Aman küçük düşeceğim hırsı. Bu hırs bizi bambaşka yerlere alıp götürür. Ayette buyrulur ki: “Onların, ateşin karşısında durdurulup “Âh! Keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimiz’in âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak!” dediklerini bir görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü. Onlar dünyaya geri gönderilseler bile, yine kendilerine yasaklanan şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar.” (En’âm, 6/27-28) Elmalılı tefsirinde bu ayetin açıklamasında şöyle der: “Fakat zanneder misiniz ki bu kâfirlerin o zamanki pişmanlıkları ve iman etme arzuları ciddi ve doğru bir iman eseridir? Hayır, bundan önce gizledikleri kötülükleri, kışkırtıcılıkları, çirkin amelleri karşılarına çıkar, yüzlerine vurulur da bu ondandır, ondan rahatsız oldukları içindir.” Yani onların pişmanlıkları esaslı bir iman etmedikleri için değil, bütün rezillikleri ortaya çıktığı için dünyaya geri dönmek isterler. İnsanın buradaki ahlak şirazesi nasıl kayıyorsa ateşi gördüğü halde bile yalan söylemeye devam ediyor. “Başkalarının düşüncesi” hastalığı nasıl içimize işliyorsa -ki bu da bir dünya sevgisidir- yani dünya da oluşturduğumuz bu hırs ateş karşısında bile hâlâ yalan söyletip riyakârlık yaptırıyor. Ki ayette de belirtildiği gibi bu hırs, adamı adam yapmaz aynı rezillikleri dünyada tekrar yaptırır. Biri hadiste biri ayette iki insanın söylediklerini anlatıyor Allah bize. İkisinin de istekleri aynı dünyaya gönderilmek ancak amaçları farklı. Oysaki ikisi de masum bir bebek olarak geldi dünyaya ve dünya onları yoğurdu binbir meşakkatle. Biri meleklerden de üstün bir makama yükseldi, öteki hayvanlardan da aşağı indi. İkisi de dünyaya gönderilmek istedi, çünkü ikisi de çok iyi biliyor ki vardıkları noktaların tohumları dünyada atıldı. Biri samimiyetle Allah’ı isteyerek yaşadı, öteki dünyayı isteyerek.
Aslında dünyanın içindeyken dünyaya meyletmemek Allah’ı istemekten geçer. Yani bizim sorunumuzun temeli Allah bilincimizin tam oturmayışı. Ahlaksızlığa tahammül edemeyen güzel ahlakı seven insanlar -yani fıtratına uygun davranan insanlar- otomatikman Allah’ı da sever ve merak eder. Ancak nefsimizden ötürü dünya biraz sarmaşık gibi dolanınca ayağımıza, biz de gerçekte ne isteyeceğimizi fark edemiyoruz ve farkında olmadığımızdan da talep edemiyoruz. Allah’ın varlığını bilgi olarak bilmemiz yetiyor, geriye kalansa sadece buradaki isteklerimiz için el açmak. Elbette bu çok önemli, Allah’tan istemeyeceğiz de kimden isteyeceğiz. Dua güvendir, dua teslimiyettir, dua huzurdur… Ancak kimden istediğimizi bildiğimizde bunları hissedebiliriz. Ben yapamıyorum gücüm yetmiyor; dur, Allah’a havale edeyim değil. Her şeyi yaptıran O. O’nun büyüklüğünü kavramak ahiret bilincini oluşturacaktır bizde. Gerçek manada kimden ne istediğimizi, her şeyi istemek gerektiğini biliriz. Dua ettikçe yakınlaşır, yakınlaştıkça ahiret bilincine gireriz. Yoksa Allah’ı anlamadan; değil ahiret bilincinin olması, ateş karşısında yalan söyleyecek aşağılık bir durumda bile algılarımız kapalı olur.
Maksat Allah’ı tanımak, yakınlaşmak ve anlamak… Mahşerde gözümüzü açtığımızda içimizi yakıp kavuracak bir pişmanlık içine düşmemek için, bir hayalin içinde oyalanmamak için dünya denen aldatıcıya gerektiği kadar -ki o da Allah için- değer vermeli.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.