
İntrapsişik ve interpsişik ne demek, psikodinamik yaklaşımlarda bunun önemi nedir?
İd ego ve süperego arasındaki ilişkileri, çatışmaları incelemeye “interpsişik” deniyor, internasyonal der gibi. Yapılar-arası çatışmalar konu ediliyor. İd’in veya egonun kendi içindeki çatışmaları konu alıyorsak “intrapsişik” deniyor. “Inter”, arasında demek, intra da içinde demektir. Ego Psikolojisi’ne göre psikolojik bozukluklar intrapsişik çatışmalardan kaynaklanırlar. Nesne İlişkileri ise daha çok interpsişik çatışmalara odaklanır.
Ego psikolojisi açısından bilinç ve bilinçdışı kavramları, her zaman geçerli. Ego psikolojisi açısından bilinçdışı niçin gizemli bir alan? Hatta notlarınızda bilinçdışının dilini çözmeye çalışmak eski Mısır’ın hiyelogriflerini çözmeye benzetiliyor.
Bilinçdışı gizemli çünkü adı üstünde bilinçdışı. Bilmediğin bir şey ve bilmediğin için de merak ediyorsun doğal olarak. Merak ettiğin için kuruyorsun kafanda; acaba neler var, neler var diye. Tarihte bilinçdışı hakkında atıp tutan pek çok kişi var. Bilinmiyor ya, atış serbest. Hatta bilinçdışını gözlerinde o kadar büyütenler var ki, abartarak tanrısal bir mahiyet dahi mevcut. O yüzden, insanların hayal gücüne göre bilinçdışı kavramı tarihte büyük bir önem kazanmış… Bir yandan gerçekten önemli aslında, bir yandan da her zaman olduğu gibi itidal üzere olmak lazım.
Ego psikolojisine göre, doğduğumuzda psişik yapı sadece id’den ibaret ve id’in dış dünya ile, gerçeklikle hiçbir bağlantısı yok; yapısı uygun değil gerçeklikle temas etmeye. O yüzden dış dünya ile, gerçeklikle temas etmesi için, bir aracıya ihtiyaç duyuyor. Dış dünyadan haberdar olmak ve ona uygun fiiller yapabilmek için bir aracıya ihtiyacı var. Şuna benzetelim; hiç dilini bilmediğin, hiç anlamadığın birisi var. Bir aracıya diyorsun ki “git ona şöyle şöyle yap”. O da gidip bunu yapıyor. O aracı işte egodur. Freud’a göre, dış dünyada bir eylem yapabilmek için id’in bir kısmı egoya dönüşür; böylece ego, gerçeklik ile id arasındaki arayüzü oluşturur. Freud’un düşüncesi bu. Ondan sonra bunlar modifiye edildi, değiştirildi. Daha sonraki psikanalistler tarafından, id ile egonun birlikte geliştiği, daha sonra aralarına sınır çekildiği öne sürüldü.
Freud, herkesin bilinçdışında temel olarak aynı temaların bulunduğunu öne sürdü. Yani klasik psikanalistler hastaya tam bir önyargı ile yaklaşırlar. İçeride ne olduğundan çok emindirler. Üç aşağı beş yukarı benzer bir şey görür görmez “tamam buldum” diyerek o konunun üzerine gitmeye başlar ve bütünü kaybederler. Çünkü bütün önemli değildir onlar için. Bulacaklarına emin oldukları malzemeye odaklandıkları için bütünü kaybederler. Burada iki gerçek çok önemli. Birincisi, insanoğlu bir şeyi, bir şeye benzetme konusunda olağanüstü mahirdir. İkincisi psikanaliz bilimsel metodoloji ile değil, benzetmelerle çalışır. Metaforlar, hermönetik vs. bu iki gerçekten trajik bir sonuç ortaya çıkacağını anlamak için kâhin olmaya gerek yok. Elde çekiç var ve sürekli çivi arıyorsunuz. Üstelik de, çıkan malzemeyi çiviye benzetmeye meyilli bir gözlük takıyorsunuz. Psikanalizin bu handikapını Freud’dan sonra gelen her nesil aşmaya çalışmıştır, çünkü durum çok aşikâr. Her nesil Freud’un bir varsayımını feda ederek daha gerçekçi olmaya çalıştı. Freud’un vazgeçilmez sanılan bu varsayımları feda edile edile, bugün gelinen noktada Çağdaş Psikanaliz’in Freud ile fazla bir irtibatı kalmadığını söyleyebiliriz. Bugün bu alanda çalışan bir psikanalistin ne ödipal çatışma umurundadır ne elektra ne penis hasedi ne birincil narsisizm… Karşısına çıkan malzeme neyse onu çalışır. Önyargıyla pusuya yatıp bir şey çıksın diye beklemez. Bu açıdan Çağdaş Psikanaliz, oldukça fenomenolojik bir tabiata sahiptir. Yani doğduğu şekle taban tabana zıt mahiyete bürünmüştür ilginç olarak. Maalesef ülkemiz genellikle bu gelişmelerden bihaber olduğu için, hala psikanaliz denince akla 20. Yüzyıl’ın ilk yarısında geliştirilen kuram geliyor. Övgü de, sövgü de o kurama yönelik yapılıyor.
Peki, psikanalizin ilk ortaya çıktığı o arkaik kuramı savunanlar yok mu? Tabi ki var. Böyle bir ekip her zaman var olmuştur. Fakat giderek daha marjinal hale geliyorlar doğal olarak. Temel özellikleri dışa kapalı olmaları. Gelişime kapalılar… Bilimsel yönteme karşı bir alerjileri var. Bilimsel yöntemin, kendi terapilerinin etkili olup olmadığını ölçemeyeceğini iddia ediyorlar. İster istemez insanı gülümsetiyor bu durum. Daha çok Fransa’dalar. Üzücü olan taraf, psikanaliz alanındaki faaliyetlerin ülkemize genellikle bu ülkeden girmesi. Çağdaş Psikanaliz’in gelişiminden habersiz olan genç psikoterapistlere, psikanalizin, gelişmelere ve bilime kapalı olan bu güdük formu tanıtılıyor maalesef. Psikoterapistler arasında, bu terapiyi uygulayanların, binde biri bile oluşturmadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Psikanalizin Kernberg gibi en önemli kuramcıları bile bu çevreyi nesillerinin tükeneceği konusunda uyarmışlığı vardır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, psikanaliz evrimleştikçe daha az önyargılı ve daha fenomenolojik olma yoluna girmiştir. Bugün klasik psikanalistlerin tersine, çağdaş bir psikanalist, hastanın bilinçdışında ne olduğu konusunda peşin hüküm sahibi değildir. İnsani bir merak ile hastasını dinler. Hastayı şekillendirme, ona bir biçim verme ukalalığı yoktur. Hatta kendisi de bu ilişki esnasında gelişir.
Burada bir psikolojik özne oluş ya da “ben” açısından bilinçdışının önemi, yani bilinçdışı dediğimizde biz hep, id’den mi bahsediyoruz?
Ego Psikolojisi’ne göre, id bütünüyle bilinçdışından ibaret ama bilinçdışı tamamıyla id’den ibaret değil… Ego’nun önemli bir kısmı da aslında bilinçdışıdır. Süperegonun da önemli bir kısmı bilinçdışıdır. Freud’a göre zaten, bilinçli olan kısmı topladığın zaman, okyanusun üstündeki incecik bir zara benziyor; Freud’a göre geri kalan okyanus da bilinçdışı…
Şimdi burada hem süperegoyu hem id’i inceleyebileceğimiz tek gözlük “egonun gözlüğü” dür yaklaşımı neyi ifade ediyor?
Ben şu anda konuşuyorum, kim konuşuyor, ego konuşuyor… Şu anda dinliyorum, kim dinliyor, ego dinliyor. Şu anda ben, söylenenleri kafamda tartıyorum, kim tartıyor, ego tartıyor… Ben ancak ego ile iş yapabilirim yani egoyu iyi bilmek lazım. İd ile süperego; egoyu etkiler ama psikolojik özne dediğimiz şey, egodur. Ben egonun gözüyle bakabilirim. Eğer id’i inceleyeceksem, “ego, id’i inceleyecek” demektir. Süperegoyu inceleyeceksem de aynı şey geçerli; yine egonun gözüyle süperegoyu inceleyeceğim… Ben ego’dan bakıyorum, benim bakış açım bu; ego… Fakat egoyu da bütünüyle bildiğim söylenemez, onu da incelemem gerekiyor. Yani egonun bir kısmı diğer kısmını inceleyecek demektir bu durumda. Egonun bilinen kısmı, bilinmeyen kısmını inceleyecek.
Ego analizine dair elimizde nasıl bir ipucu olmalı ki onu inceleyelim? Mesela ego analizini mümkün kılan çatışma’dır deniliyor. Burada çatışma unsuru olan şeyi nasıl ortaya çıkartabiliriz?
Egoyu incelemek istiyorum; bunu nasıl yapacağım? Egonun bilinçdışı parçalarını mikroskopla inceleyemem, adı üzerinde bilincimin dışında o. Bilincimin dışında olan bir şeyi nasıl inceleyebilirim? Kendi içinde çelişik gibi görünüyor. Egonun operasyonları var; savunma mekanizmaları. Ego harekete geçtiğinde bu eylemi inceleyebilirim. Yani kendisini göremiyorum ama eylemini fark edebilirim. Ego ne zaman devreye girer? İd egoya bir şey yaptırmak istediğinde. İd’in dış dünya ile bir ilişkisi yok malum. Canı bir şey istediğinde id ne yapacak? Egoyu devreye sokacak. İd’in eli kolu yok, ancak egoya bir iş yaptırabilir. Yani egoyu iş başında görebilmem için, id’den bir dürtünün çıkmış olması ve egonun bu dürtüyle nasıl başa çıktığını görmem lazım. Ego analizi ancak böyle mümkün olur. İnceleyebilmen için onu eylem halinde görmen lazım.
Ego nasıl harekete geçer? İd’den bir dürtü çıkar, ego onunla baş etmek zorundadır, ona bir “numara çeker”, bu numaraya “savunma mekanizması” diyoruz. Bir sürü numara çeşidi var. Egonun kullandığı stratejilere bakarak, egonun çalışma şeklini, “yoğurt yeme” tarzını anlamış oluruz. Ego nasıl iş görüyormuş, o zaman görme şansımız olur.
Burada savunma mekanizmalarını kullanan ego oluyor…
Savunma mekanizmaları ego tarafından kullanılır. Çünkü kime karşı, ide ve süperegoya karşı kullanılır. İd’e ve süperego’ya karşı, ego’nun, kendisini savunduğu mekanizmalardır.
Bu bir uyum fonksiyonu mu? Ego, neye uyum sağlamaya çalışıyor?
En klasik örnek şu: Daha önce de vermiştik bu örneği. Karşı cinsten birisini görüyoruz… Eskilerin deyimiyle “nefsimiz uyanıyor”. İd diyor ki, “ona sahip ol”; “şimdi ve burada bu işin görülmesi lazım” diyor. Ego id’e “olmaz” diyor. İd için ne demiştik, id’in dış dünya ile, gerçeklikle hiçbir alakası yoktu… İd, başına ne geleceğini önemsemez. “Sen bunu yaparsan ne olacak” dediğinde, id, “beni ilgilendirmez” der. Ama ego diyor ki, “bu beni ilgilendiriyor. Ben gerçeklikle hareket ediyorum. Ben kınanırım… Saldırıya uğrarım, linç edilirim, hapse atılırım… Başıma bin türlü şey gelecek, yalnızlaştırılacağım, toplumdan dışlanacağım, annem babam benden nefret edecek, arkadaşlarım benden iğrenecek”; o kadar çok müeyyidesi var ki… “Bu iş böyle olmaz.” diyor ego… İd diyor ki, “Ben anlamam, yapacaksın bunu…” İd’in iki lâfından biri “ben anlamam”dır. O haz ilkesi ile hareket eder. Gerçeklik ilkesi gelişmemiştir. Ego da der ki “tamam merak etme, bekle, ben bu işi halledeceğim…” Bu egonun en önemli fonksiyonudur; “erteleme”, “geciktirme”, “bekletme”. İd’den gelen dürtüler karşısında egonun fonksiyonu, erteleme, geciktirme, bekletmedir.
İd’den gelen dürtüler iyi olamaz mı?
Zaten 2 tane temel dürtü var. Biri libidinal dürtüler, diğeri agresif dürtüler… Bunların kaynağı için eros ve thanatos isimleri de kullanılıyor. Bunlar kadim gelenekteki şehvet ve gazab aslında, yani nefsin iki bineği. Bunları iyi yönetirsen iyi, kötü yönetirsen kötü olur. Gazab ile vatanını, namusunu savunuyorsan iyi; haksızlık, zulüm yapıyorsan kötü. Şehvetini incelterek, iyi işlerin peşinde koşacak bir yakıt olarak kullanabiliyorsan iyi… Faydalı işleri bu sayede aşk ile yapıyorsan iyi… Fakat şehvet bu dönüşüme ancak egoda uğrar, id’de iken elbette öyle değildir. Bildiğin kaba şehvettir. Egonun bu kaba dürtüleri dönüştürücü işlevi çok önemli. İnsanlık ancak bu sayede mümkün olur. İd bizim hayvani dürtülerimizin üretildiği yer. Bizdeki nefs-i emmareye benziyor. Ona teslim olursak hayvandan farkımız kalmaz. Onu ego dizginleyebilir fakat basit bir şekilde karşı durarak değil, 100 çeşit strateji kullanarak baş eder onunla.
Egonun en önemli fonksiyonu, geciktirme, bekletme, erteleme idi. Bunu yapamazsa zaten stratejilerini kullanamaz, çünkü zamana ihtiyacı var. Önce id’den gelen dürtüleri bir süre bekletebilmeli. Bu arada savunma mekanizmalarını kullanır bu dürtülere karşı… Bu bekletme olmasaydı savunma mekanizmaları da olmazdı. Zeminde bu geciktirme var, bekletebiliyor. Buna bastırma diyoruz.
Bir bebek düşünelim. Acıktığı zaman hemen ağlar. Biraz büyüdükçe ağlaması gecikir; 3 saniye gecikir, 20 saniye gecikir, 1 dakika gecikir. Büyüdükçe bu süre uzar. Annenin mamayı karıştırdığını görür 3-5 dakika bekleyebilir zamanla. Gün gelir, yetişkin olur, oruç tutar, 14 saat aç durabilir. Bunun grafiğini çizebiliriz. Böylece olgunlaşmayı sayısallaştırmış ve grafiğe dökmüş oluruz. Böylece acıkmadaki ağrılı uyaranı bekletebilmeyi öğrenir çocuk. Egonun gelişimini, olgunlaşmasını en iyi modelleyebilecek olan grafik bu gecikme grafiğidir. Bu grafikten çocuğun ne kadar olgunlaştığını görürsünüz. Borderline’lar yeterince olgunlaşamaz. Öfkesi gelir, erteleyemez. Karşı cinsle ilgili olarak bekleyemez. Ayıp günah demez… Çünkü diyecek vakit olmaz. Bunları diyebilmesi için önce bekletebilmesi lazım. Tabi derece derece bunlar, hepsi aynı değil. Onların erteleme yetisi fazla gelişmemiştir. İşte buna “gelişimsel duraklama” (developmental arrest) deniliyor. Gelişim bir yerde duraklıyor. Bilgi artıyor fakat duygusal olgunluk artmıyor, duraklıyor. Kişi bütün okulları bitirir, genel müdür veya CEO bile olur fakat duygusal olgunluk o yaşta donmuş kalmıştır. Bu tür kişilik bozukluklarında “ego zaafiyeti” vardır. Egonun en önemli fonksiyonu olan bekletme, geciktirme, erteleme fonksiyonları gelişmemiştir. Bastırma yetisi kâfi değildir.
Dürtüler sonucunda gelişen eylemin dışa vurumuna engel olmak için mi savunma mekanizmaları gerekli? Fakat buradaki savunma mekanizmaları, kendi tanımından farklı gibi değil mi biraz?
Savunma mekanizmalarına daha girmedik. Savunma mekanizmalarına girmek için öncelikle zemin olacak, beklemeyi bilmek gerekiyor. Yani dürtüyü bekletmeyi bilmek gerekiyor. Önce bu olacak. Buna bastırma diyoruz. Bu da bir savunma mekanizması fakat diğer savunma mekanizmaları, bunun etrafında örgütlenecek.
Savunma mekanizmalarını şöyle anlamıyor muyuz: “Bir davranışı doğallığından uzak görüyorsak, doğallığından sapan davranışın savunma mekanizması olma ihtimali çok yüksek…”
Bu doğru bir ifade ama bu bir tanım değil. Bir tanım (definition) var, bir de tarif (description) var. Tanım bir tanedir, fakat tarif (description), yani tersim etmek (depict), resmetmek, tasvir etmek farklı açılardan yapılabilir. Savunma mekanizmasının tanımı ise “dürtüyle baş etme biçimi”dir. Böylece uygunsuz bir dürtüyü uygun bir forma dönüştürmek mümkün olur. Kime göre uygun? Toplumsal yapıya, dış dünyaya, gerçekliğe, süperegoya uygun… 2 şeye uygun olması gerekiyor temelde. Dış gerçekliğe uyacak; bu toplumsal yapıdır ve bir de süperegoya yani vicdan, ahlak, din, vesaireye uyacak. Bunlara uygun hale getirilmesine savunma mekanizmaları diyoruz. Savunma mekanizmasını uygulayabilmek için önce dürtüyü ertelemen, bekletmen gerekiyor. Ego ne diyordu id’e? “Biraz bekle, ben senin işini göreceğim.” diyordu. Yani “biraz bekle”, erteleme anlamına gelir. “ben senin işini göreceğim” ise “savunma mekanizması”dır. “Bir dakika bekle”, yani, gecikme ve erteleme işinin teknik adı “bastırma”dır (represyon). O yüzden bastırmanın, bütün olgun savunma mekanizmalarının temelinde olması gerektiği buradan anlaşılıyor. “Biraz bekle”, bir yıl da olabilir. Çünkü telli duvaklı evleneceksen belki daha da beklemen gerekebilir. Savunma mekanizmalarını her psikoterapi ekolü kendisine göre tanımlar. Biz burada ego psikolojisine göre tanımlamış olduk. O yüzden tam adı “ego savunma mekanizmaları”dır. Yoksa mesela “kendilik psikolojisi”nde savunmaların anlamı çok daha farklıdır, çünkü kendilik psikolojisi, psikolojiyi dürtüler üzerine inşa etmez. Dürtüleri esas değil tali (ikincil) olarak görür.
Şu ana kadar, İd’i görünür kılmak için savunma mekanizmalarına ihtiyaç duyulduğunu öğrendik. Peki, egodan gelen savunma mekanizmaları bilinçli midir, bilinçdışı mıdır?
İd tümüyle bilinçdışı… İd’den dürtüler geliyor, onlar da bilinçdışı… Bunlar, egoya uygun değil. Yani toplumsal yapıya veya içsel değerlerine uygun değil. Ego bunları, daha bilince yükselmeden durduruyor. Yani bastırmayı daha bilinçdışında iken yapıyor, bu çok önemli. Çünkü bilerek bastırdığımız dürtüler var, bilmeden bastırdıklarımız var. Bilerek bastırdığımız dürtüleri anlamak kolay, mesela sigarayı bıraktık fakat bizi zorluyor. Biz de onu bastırıyoruz. Bu çeşit bastırmaya süpresyon diyoruz. Bu bir savunma mekanizması değildir. Bildiğin “kendini tutma”; kendimizi tutuyoruz. Bir de hiç aklımıza gelmeyen şeyler var. Farkında olmadan bastırdığımız. Represyon diye ona diyoruz. İşte savunma mekanizması budur, çünkü farkında olmadan uyguluyoruz. Savunma mekanizmasının ayırt edici vasfı, farkında olmadan uygulanmasıdır; bilinçdışıdır yani.
Şimdi, id’den son derece uygunsuz dürtüler geliyor, tabi ki bilinçdışı. Daha bizim haberimiz olmadan ego onları durduruyor (bastırma). Bizim hiçbir şeyden haberimiz yok. Fakat durdurulan bu dürtüler, diyelim ki çok güçlü ve egonun bastırma bariyerini zorluyor. Bilinç alanına girmeye çalışıyor çünkü egoya bir şey yaptırmak istiyor. Kendisi yapamadığı için… Fakat yaptırmak istediği bu şey toplumsal yapıya ve değerlerimize çok aykırı olduğu için ego onu bastırmak zorunda, asla geçit veremez; fakat zorlanıyor çünkü dürtüler bu sefer çok güçlü. İşte bu zorlanmayı hissederiz. Bir kaygı (anksiyete) şeklinde hissederiz. Fakat neden daraldığımızı bilmeyiz. Çünkü ego zorlansa da onları bilinç alanına sokmamayı başarıyor. O kadar zararlı ki o düşünce! Bilinç alanına asla girmemeli. Bilinç alanına girerse yani kişi o düşünceyi, arzuyu, fanteziyi, artık her neyse, kendisinde olduğunu fark ederse her şey darmadağın olacak.
Bir örnek verelim; bir adam düşünelim. Bilinçdışında yoğun eşcinsellik olsun. Gelgelelim, adam homofobik bir ortamda büyümüş. En ağır küfür olarak kullanılan bir ortamda yaşıyor. Dolayısıyla ne içinde yaşadığı ortam, ne de inandığı değerler buna uygun. Olacak iş değil. Öyle bir ortamda yaşıyor. Kendi içinde eşcinsel bir taraf olduğunu hissedecek olursa, yemeden içmeden kesilecek, depresyona girecek, hatta kendisini öldürmeyi düşünecek bir kişi olsun örneğimizde. Eşcinsellikle ilgili dürtüler, imgeler, fanteziler egonun bilinç sınırına geliyor ve içeri girmek için bariyerleri zorluyor. Bu büyük bir kaygıya sebep olur. Bastırma önce kullanılır. Bu dürtünün bilince çıkamamasının sebebi ne, bastırma… Fakat bastırma kâfi değil. Dürtüler sınırı zorluyor. İkinci bir savunma mekanizması daha kullanılması lazım… Zaten “diğer savunma mekanizmalarının temelinde bastırma var” demiştik. İkinci savunma mekanizması olarak neyi kullanalım; mesela “reaksiyon formasyon” olsun. O zaman bu abimiz başlar konuşmaya, hiç susmaz: “Bu eşcinseller ne iğrenç adamlar, bu eşcinselleri kesmek lazım, memleket perişan oluyor.” vs. ama hiç susmuyor, zannedersin kafayı bununla bozmuş. Hani demiştin ya, “bir davranışı doğallığından uzak görüyorsak, doğallığından sapan davranışın savunma mekanizması olma ihtimali çok yüksek…” diye. Burada da bir aşırılık var, adam susmuyor. Sürekli kafa ütülüyor.
Böylece ne yapılmış oldu? Ego kişiyi sarsacak, uykusuz bırakacak, daraltacak bir malzemenin bilince girmesine mani olmuş oldu. Bu sayede bu dürtüler bilinçdışı olarak kaldı. Yani kişi içindeki bu dürtülerden bîhaber olarak yaşantısına devam ediyor. Peki, kişi bu operasyonu bilerek mi yaptı? Hayır, bu mekanizmanın farkında mı, değil. Bilinçli yapsa olmaz, doğasına aykırı. Yani şöyle söylemesi saçma olmaz mı; “Bende eşcinsellik var. Ben bu eşcinselliğe karşı, bir karşıt-eşcinsel söylem geliştireyim. Böylece bu eşcinsellik bilincime yükselemez, yani ben içimdeki bu eşcinselliği fark etmemiş olurum.” Böyle olmaz değil mi… Kendi içinde çelişik. Bu mekanizmalar otomatik oluyor ve bizim haberimiz olmadan işliyor. Savunma mekanizmaları mecburen bilinçdışı olmak zorundadır. Savunma mekanizmaları bilinçli olursa işe yaramaz. Çünkü burada esas olan ne? Hissetmemek, farkında olmamak. Yani mücadele nerede oluyor, bilinçdışında oluyor… Bilinçte olursa, sen zaten mücadeleyi kaybettin demektir. Dürtü zaten bilince yükselmiş demektir. Öyleyse mücadele nerede olacak? Bilinçdışında olacak… O yüzden egonun önemli bir parçası nerede? Bilinçdışında… Niye bilinçdışında? Çünkü id’le mücadele ediyor. İd tümüyle bilinçdışı değil miydi? İd bilinçdışı olduğuna göre, egonun id’e temas ettiği yer bilinçdışıdır ve savunma mekanizmaları orada kullanılır. Çatışma bölgesinde… Bu kuramın ismi zaten Çatışma Kuramı (conflict theory) veya Dürtü-Çatışma Kuramı. Freud, Marks ve Darwin çatışmaları modellemeyi severler. Freud psişik yapılar arasındaki (interpsişik) çatışmayı. Marks toplumsal sınıflar arasındaki çatışmayı. Darwin ise türler arasındaki çatışmayı ve varkalma (survival) mücadelesini. Üçünün de Yahudi olması ilginç.
Yani ego, id’den kaynaklanan dürtüler ile savaşıyor. Bu çatışmadan maksat, sadece egonun dürtüler tarafından işgal edilmesini önlemek değil, daha da yüksek bir amaç var. Sadece toprakların işgalini önlemek değil, o topraklarda yaşayan ahalinin çatışma seslerini bile duymaması. Hedef daha yüksek yani, daha iddialı… Mahalle sakinleri çatışmadan haberdar olursa, yani sen çatışmayı mahalleye taşırsan, kısmen başarısız olmuşsun demektir. Düşmanı çok daha gerilerde durdurmalıydın. Egonun işi kolay değil. Yani düşman, egonun bilinçli alanına girmemeli… Çok daha gerilerde durdurulmalı… Biz mücadeleyi Bosna’da, Kosova’da vereceğiz, düşman Edirne’yi geçerse olmaz… Bunun gibi. Irak’ta Suriye’de vereceğiz, Antep’te değil… Mücadele, sınırların ötesinde olmak zorunda… Aynen bunun gibi. Bu bölgelerde ne vatan evlatları, kimsenin ruhu bile duymadan ne mücadeleler veriyorlar! Hiçbirimiz farkında değiliz olan bitenin. Aynı biçimde ego da, mücadeleyi, daha bilinç alanına girilmeden, bilinçdışında kazanmak zorundadır. Eğer ego başarısız olur da dürtüler sınırı geçerse represyon savaşı kaybedilmiş demektir. Dürtüler bilince girmiş. Çatışma bitecek mi, hayır! Devam ediyor. Birinci mevziyi kaybettik, dürtüler represyon sınırını geçtiler. Şimdi süpresyon savaşı başlıyor. Dürtüler bilince girmiş ama onların istediğini ego yapacak mı? Hayır, yapmak zorunda değil, direnebilir. Yani mücadele bu kez ego içinde olacak. Ahali rahatsız olacak ama savaşı bu kez burada yürütmek zorundayız. Dürtülerin istediğini yaptırmasına eyleme vurma (acting-out) diyoruz. Dürtülerin istediğini eyleme vurmamak için savaş olacak bu kez. Dürtüler hiç olmazsa bu mevzide durdurulmaya çalışılacak, bastırılacak. Bu ikinci bastırma biçimine süpresyon diyoruz. Bu bilinçli bir bastırmadır. Savunma mekanizması değildir. Yanınızdaki bayanı taciz etmek aklınıza gelmez, bu represyondur. Aklınıza geldi, taciz etmemek için kendinizi tutuyorsunuz, bu da süpresyondur. Aslolan represyondur tabi ki. Bankada önünüzdeki kişi bir deste parayı bıraktı, bir işle meşgul oluyor. Kaşla göz arasında şunları kapıp kaçayım diye aklınıza bile gelmez. Bu represyondur. Aklınıza geldi, fakat kendinizi tutuyorsunuz, bu da süpresyondur. Bastırma savaşları, represyon mevziinde, yani bilincin çok daha gerilerinde, bilinçdışında kazanılmak zorundadır. Burada başarısız olunursa, hiç olmazsa süpresyon mevziinde durdurulmalıdır.
Başka bir örnek verelim, pedofili olsun. Kişi kendisini çok saygıdeğer bir adam olarak görüyor, herkes de onu öyle biliyor, yaşını almış muhterem bir zat… Bu dürtünün bilinç alanına sızmaması lazım… O yüzden mücadelenin daha geride başlaması lazım. Fakat dürtü çok güçlü ve bilince girmeye çalışıyor, bariyerleri zorluyor… Kaygı başlıyor, fakat kişi sebebini bilmiyor; bastırma sayesinde ondan saklanıyor. Dürtüyü yenebilmek için takviye almak gerekir. Bu durumda reaksiyon-formasyon yine devreye giriyor ve kişi habire diyor ki; “bu nedir kardeşim, sübyancılık aldı yürüdü, asacaksın bunları, keseceksin bunları, dünyada bir numaralı sorun pedofilidir.” Böylece ne yaptı? Kendi sesinin gürültüsünden, içinde cereyan eden çatışmanın gürültüsünü duymamış oldu. Reaksiyon formasyon için tersine çevirme diyebiliriz. Bu savaş kaybedilirse kişi bu dürtünün farkına varır. Bu onun için büyük bir yıkım olur. Diyelim ki bununla başa çıkabildi, dağılmadı. Bu durumda, hiç olmazsa ikinci mevzide tutabilmesi gerekir dürtüleri. Yani bu dürtüyü eyleme dökmemeli, suç işlememeli, birisini mağdur etmemelidir. Bu artık bilinçli bir çaba. Bu iğrenç fiili eyleme dökenler, bu ikinci savaşı da kaybetmişlerdir. Ağır bir ego zayıflığından söz edebiliriz bu durumda.
Reaksiyon formasyon yerine “yansıtma” savunma mekanizmasının kullanıldığı duruma bir örnek verelim. Mesela, “Sen saç ektirdin, kesin birisine sarkacaksın! Durduk yere saç ektirilmez. Söyle ne haltlar karıştıracaksın.” diyor karşındaki, senin canını sıkıyor. Burada yansıtma savunma mekanizması kullanılıyor. Aslında kendisindedir dürtü, fakat karşısındaymış zanneder. Savunma mekanizmaları bilinçli olmaz demiştik. Yani “Ben karşımdakine pislik atayım ki, kendi mikropluğumun farkına varmayayım.” demek saçma olurdu… Savunma mekanizmalarını kullanan şahıs bunu bilemez. Savunma mekanizması bilinçdışı olmak zorunda…
Nefis terbiyesi çok kutsal bir şey öyleyse… Bütün bunları tokatlayıp bir kenara bırakıyorsun, kendini kandırıp savunma mekanizmalarını kullanmıyorsun…
Evet…