Selmân-ı Farisî’ye ait olan bu söz; herkesin kendi kavmi, soyu, boyu ile birbirine karşı övündüğü bir mecliste söylenmiştir. Ne yazık ki herhangi bir hakkın yenilmesi, hukukun çiğnenilmesi söz konusu olmayan bir ortamda dahi insanlar kendi kimliğini, kişiliğini kavmi ve boyu üzerinden ortaya koymak ihtiyacı hissediyorlar. İnsanlar haksızlık karşısında kendilerini savunma ihtiyacı hissedebilirler. Bu bir savunma ise mutlaka makul bir tarafı vardır. Aksi halde kibir ve gurur nev’inden olur. Oysa soy ve boy, insana Allah tarafından takdir edilmiş bir konudur. İnsanın kendi iradesiyle başardığı bir seçim değildir. Benimsenmiş bir aidiyet duygusu, sosyolojik gerçekliği reddetmeme, kimliklerden bir kimliktir. “Kavim kendi mensuplarına bir sosyal kimlik kazandırır. Dil, din, tarih, töre, vatan, örf ve âdetler bu kimliğin unsurları arasında gösterilir. Kavmiyetçilik duygularının güçlü olduğu bir toplumda ortaya çıkan İslam dini kavim kimliğini dışlamamış, fakat bu kimliğe üstünlük atfedilmesinin doğurabileceği sakıncalara karşı önlemler almış, sosyal ve kültürel farklılıkların bir arada korunması için tedbirler önermiştir. Bununla birlikte XIX. yüzyıldan bu yana modernleşen toplumlarda aynı kavme mensup toplulukların çeşitli uluslara ayrıldığı ve farklı ulusal kimliklerin ortak kavim kimliğine baskın geldiği gözlenmektedir.” (İslam Ansiklopedisi, Kavim Maddesi, Recep Şentürk)
Hele de başka insan topluluklarının iyiliği için elini taşın altına koyan ahlaki bir özü, millî bir gayret olarak taşıyorsa insanlık adına toplumsal olarak bir şeyler başarmış olmanın adı da olabilir. Güzelliklere isim koymak türünden bir çaba olarak isimlendirebiliriz. Hatta aynı kültürel havzada birbirine sahip çıkmak dahi denilebilir. O toplumdaki tüm maddi ve manevi birikimlerin takdir edilmesi anlamında kendindeki değerleri sahiplenme duygusu, kendisinin de öyle olduğunu ifade eden bir mensubiyet. Değerleri muhafaza adına sosyal ve psikolojik bir konumlandırma ihtiyacı. Tüm bunların dışında sadece soy üzerinden bir kimlik inşası, yanlışlıklara kapı aralayabilir. Hele de değerler açısından içi dolu değilse bu, komplikasyonları olan bir duruş sergilemektir.
“Kur’an’da ilâhî iradenin bir tecellisi olan sosyal farklılaşmayı gösteren dilleri, renkleri, örf ve âdetleri farklı kavimlerin ortaya çıkışı Allah’ın kevnî âyetlerinden sayılır (Rûm, 30/22). Bu sebeple sosyal farklılıklardan dolayı kavimlerin birbiriyle alay etmesi yasaklanmıştır; çünkü insanlar Allah katında hangi kavmin daha hayırlı olduğunu bilemezler (Hucurât, 49/11). İlke olarak her kavim Allah katında eşittir. Köken itibariyle aynı anne babadan gelen insanlar çeşitli kavim (şuûb) ve kabilelere ayrılmıştır. Allah katında gerçek üstünlük ölçüsü takvâdır (Hucurât, 49/13). Kur’an-ı Kerim böylece kavimler arasındaki farklılığı bir ayırımcılık kaynağı olmaktan çıkarmayı, çeşitli kavimleri sosyokültürel farklılıkları yok etmeden bir araya getirip inanç esasına dayalı bir birlik kurmayı hedeflemiştir. Peygamberler kavim olarak adlandırılan sosyal birimlere gönderilmiştir. Her peygamber gönderildiği kavmin mensubudur ve kavminin dilini konuşur (İbrâhîm, 14/4; Rûm, 30/47). Böylece kavmiyle bir iletişim kurarak ilâhî çağrıyı onların anlayacağı dille aktarır. Dünyanın çeşitli yerlerinde aynı anda birçok peygamber yaşamış ve her peygamber kendi kavmine tevhid inancını tebliğ etmiştir. Önceki çağlarda bir dinî davetin alanı peygamberin mensup olduğu kavimle sınırlandırılırken bu sınırlama Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed ile kaldırılmış, böylece Hıristiyanlık ve Müslümanlık evrensel dinler olarak ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Özellikle Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde hitap ve davetin bütün insanlığa ait olduğu vurgulanmaktadır.” (İslam Ansiklopedisi, Kavim Maddesi, Recep Şentürk)
Sosyal farklılaşmadan kaynaklanan sosyolojik gerçeklik inkâr edilemeyeceği gibi kendi değerlerinin aktarımına engel olacak bir dayatmayla evrensel algıyı yok eden bir yerde durmak da yanlıştır. Bizim aidiyetlerimiz, hak ve hukuk açısından başkalarının aleyhine bir unsur haline de getirilmemelidir. Selman-ı Farisî’nin söylediğini “Biz İslam’ın çocuklarıyız.” sözünü doğal bir şekilde ifade etmek ise ilk önce “Ben ancak değerlerimle var olabilirim.” demektir. Sonrasında ise o güçlü referansa yani İslam’a sahip çıkmak, o değerlerin benimsenmesi için ön ayak olmak… Ne ile? Kişiliği, kimliği, ahlakı, erdemleriyle… Çünkü “Biz İslam’ın çocuklarıyız.” sözü de müspet bir iddiadır aynı zamanda. Gözleme, eleştiriye ve takdire açık… Hem aidiyetini ortaya koyan ve “Ben varım.” diyen hem de anlaşılmak isteyen bir söz. Anlaşılmak için de anlatmak ve kendimizi ifade etmek zorundayız. Değerlerinizi dillendirmez ve kendinizi ortaya koymazsanız, “Meyveli ağaç taşlanır.” misali, saldırıya açıksınız demektir. Nitekim insan kendine benzeyeni sever ve benzemeyeni de kolay reddeder. Hatta bir çıkarı yoksa sevmez. Çünkü sevgi özürlüdür. Ama tüm insanlığın maddi ve manevi olarak işine yarayacak bir referansla ortaya çıkmak ve kendini öyle ifade etmek, tıpkı yeni teknolojik gelişmelerden yararlanan insan topluluklarının teknolojiye ilgisi gibi cazip, faydalı ve başkalarına batmayacak şekilde zararsızdır. Zaten mutlak manada faydalı olan bir şeyin zararından söz edilemez. Her konuda olduğu gibi bu konuda da Hz. Peygamber’in (s.a.v.); “Allah’ım; bize hakkı hak olarak göster ve hakka tâbi kıl, bâtılı bâtıl olarak göster ve ondan uzaklaştır.” duası, nerelerde dik durmamız ve taviz vermememiz gerektiğini gayet güzel anlatır. Çünkü, insana Allah’ı (c.c.) unutturan her şey içiyle dışıyla boştur. Özünü kaybetmiş içeriklerin ise hiç kimseye faydası yoktur.
Yakın tarih ve modern zamanlara gelindiğinde, algı ve olgudan hareketle “Batı’da gelişen siyasi milliyetçilik düşüncesinin Müslüman toplumlara intikalinde Müslümanların dil ve zihniyet dünyasında daha çok dinî inanç birlikteliğine işaret eden millet kelimesinin bu mahiyetinden soyutlanarak etnik temelli “kavim, ırk” anlamlarında kullanılması ve bu anlamda bir milliyetçiliğin İslam kültürüyle bir arada bulunup bulunamayacağı daima tartışılmıştır. İnsan topluluklarının etnik özellikleri sebebiyle farklılaştıkları ve bunun onlar arasında statü ve değer farklılıklarına da yol açtığı şeklindeki yaklaşımın, insanlar arasında takvâ dışında bir farklılık sebebi tanımayan İslamî düşünceye (Hucurât, 49/13) aykırı olduğu açıktır. Ancak başlangıcı itibariyle anlam kaymasına uğrasa da zamanla sosyolojik bir mahiyet kazanan milliyetçilik üst kavramıyla, meselâ, Türkçe’de atıfta bulunulan bütün duygu, düşünce ve siyasi tavır formlarını sadece bu şekilde değerlendirmek mümkün değildir. Esasen İslam toplumlarında gelişen ve aşırı yorumlar içeren kavmiyetçilik, ırkçılık gibi yaklaşımlar marjinal akımlar olarak kalırken İslamiyet’in bir vâkıa şeklinde farklı kavim ve milletlerin varlığını tasdik ettiği ve kimlik yönünden bunlara ait olmanın bir hikmet taşıdığı da Kur’an’da açıkça zikredilmiştir (Hucurât, 49/13). Siyasi bir hareket olarak milliyetçiliğin Müslüman toplumlarda gelişmesi Batı’dan farklı bir seyir takip etmiştir. Bu süreç, ya Osmanlılarda olduğu gibi dağılmaya yüz tutan bir yapının unsurlarını bir arada tutabilmek için düşünülen Osmanlıcılık ve İslamcılık hareketlerinin yanında hiç olmazsa bu yapının bakiyesinden sağlam bir bünye çıkarabilme gayesine mâtuf veya sömürgeleşmiş Asya ve Afrika Müslüman toplumlarında, önce sömürgeciliğe direniş, ardından bağımsızlık hedefinin tahakkuku için öngörülen bir düşünce olarak gündeme gelmiştir. Ancak sonraki aşamada bu tür milliyetçilikler varlıklarını meşrulaştırabilmek amacıyla giderek laikleşmiş, Batı’da olduğu gibi kendilerine uygun bir dil, tarih ve hatta ırk inşası ve gelecek tasavvuruyla farklı mecralara sürüklenmiştir.” denilmektedir. (İslam Ansiklopedisi, Milliyetçilik Maddesi, Azmi Özcan)
İnsan Hakları açısından ele alındığında “Diline, dinine, ırkına, cinsiyetine, milliyetine, sosyal statüsüne ve rengine bakılmaksızın insana insan olduğu için tanınan hakların genel adıdır. İnsan hakları doktrini çerçevesinde insan, coğrafî sınırlar dikkate alınmaksızın içinde yaşadığı toplum ve mekândan bağımsız şekilde bir varlık olarak algılanmakta ve hak sahibi olarak kabul edilmektedir. İnsan hakları kavramı gücünü baskın fizikî güç karşısında hakkın, doğrunun, iyiliğin ve faziletin üstünlüğünü ifade etmesi, insanı yaratıldığı güzellikte kabul edip insanlar arasında onların sorumlu olmadığı sebeplere dayanarak ayırım yapmamasından alır.” (Aslan Gündüz, İnsan Hakları Maddesi, İslam Ansiklopedisi)
“İslam Dünyasında, insan hakları kavramı, ferdin insan olarak yaratılmış olmaktan doğan aslî haklarını ifade ettiğinden, bildiriminde insanı muhatap alan, ona yaratılış ve var oluşun metafizik boyutunu açıklayan ve onu sorumluluğuna denk bir hak ve yetkiyle donatılmış olarak tanıtan vahiy geleneğinde ve bunun son halkası İslam dininde de bu haklara büyük önem atfedilmiştir. Ancak kullanılan terminolojinin farklılığından dolayı insanlık tarihine kıyaslandığında uzun bir geçmişi bulunmayan insan hakları söyleminin günümüz formatıyla dinî metinlerde aranması yerine içerik ve işlev yönüyle karşılıklarının araştırılması ve bunların sosyal ve tarihsel bağlamının da göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Nitekim İslam dininin aslî kaynağı olan Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in açıklamalarında insan hakları doktrininin ana unsurlarını içeren, bu kavramın fikrî temelleri sayılabilecek ilke ve amaçlardan söz edildiği, bu iki kaynak ışığında oluşan İslam kültür ve geleneğinde kendine has form ve içerikle insan hakları açısından zengin bir birikimin bulunduğu görülür.” (Recep Şentürk, İslam Ansiklopedisi, İnsan Hakları Maddesi)
Hz. Peygamber’in Medine’deki farklı inanç mensuplarıyla ve etnik gruplarla yaptığı Medine sözleşmesi ve insan haklarının teorik çerçevesini çizdiği Vedâ Hutbesi, insan hakları açısından önemli bilgi ve uygulamalardır. Vedâ Hutbesi insanlığa can, mal ve namus dokunulmazlığını, cezaların şahsîliğini, hakların ihlâli ve zulmün sakıncalarını anlatır. Veda Hutbesi’ndeki en büyük manifesto ise Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir, babanız da birdir; hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktandır.” sözüyle insanlar arasındaki temel eşitliğe dikkat çekilmiş, ardından da hiçbir ırkın diğerine üstünlüğü bulunmadığı belirtilerek bu evrensel prensip teyit edilmiştir. Dinin amacı da “zarûrât-ı hamse” denilen canın, aklın, namus ve haysiyetin, dinin ve malın korunması şeklinde beş temel ilkenin korunmasıdır.
Konuya böyle bakıldığında Selman-ı Farisi’nin “Biz İslam’ın çocuklarıyız.” sözü tüm zamanlara yönelik büyük bir hatırlatma ve insanlık tarihine insan hakları adına evrensel bir katkıdır. İnsanlığa merhamet, şefkat, tevazu, saygı ve saygınlığı hatırlatan ve derinliği olan İslamî bir söylemdir.