Kapı açıldı. Kapıdan içeri on altı yaşında bir genç kızın ruhu girdi. ‘Ben büyümek istiyorum’, dedi. Bağdat Caddesi’ne değilse bile benim içime sağnak halinde yağmurlar yağıyor, şimşekler ruhumun çöllerinde çakıyor, hayatın tuhaf mucizelerinden biri olan bu karşılaşma ânının şaşkınlığını üzerimden atmaya çalışıyordum. İnsanların onun narin bedenine şaşkınlıkla bakakaldığı her seferinde bir kum fırtınası içini allak bullak ediyor, yabanıl bakışlardan kendisini koruyamayan ruhu yeisle tıka basa doluyordu. Sadece ağlayarak bu dünyaya bir not düşüyor, sadece ağlayarak dışa taşabiliyordu. Anne ve babasından bizi yalnız bırakmalarını rica ettim. Bir inilti ve bir fısıltı halinde yaşayan bedeni, kendisini dillendirmek istediğinde daha fazlasını veremiyordu, fısıltısı göz yaşlarına ekleniyor, çok ama çok gürültülü bir dünyada işitilmesi giderek zorlaşıyordu. Usulca onun yanına, koltuğun kenarına oturdum ve tıpkı onun gibi fısıldayarak konuşmaya başladık. ‘Hiç doğmamış olmayı dilerdim…’ dedi. Ya Rabbi, bu nasıl bir çığlıktı böyle! Bu kadar narin bir bedenden, bir fısıltı halinde yükselen bu neşide, dünyaya bırakılmış bu güçlü manifesto nasıl yükseliyordu. Bıraksam kendimi, varoluşun bu saf bildirisi karşısında hüngür hüngür ağlamak isterdim. Gözlerimde biriken yaşları tuttum. ‘Hiç doğmamış olmayı dilerdim…’ Varlığın ızdırabı bu kadar saf, bu kadar katıksız, kalbe bu kadar işleyen bir biçimde tarif edilebilir miydi?
RUHUN KRİZİ
İnsanları yoksulluktan çok daha fazla olarak adaletsizlik incitir. Dünyayı, son yıllarda hallaç pamuğu gibi atan ekonomik buhran bir yönüyle ruhun da krizi. Sanal piyasaların, sanal iştahların, gem vurulamaz tamahkârlığın, yani ruhun krizinin, insanları giderek ciddi bir güvensizlik buhranına sürüklediğini görüyoruz.
Ekonomik kriz, çok hızlı giden bir arabanın duvara toslaması şeklinde tezahür etti. Kapitalizm, dünyada tüm ahlâki bağlardan arınarak hızla ilerliyor ve yeni alanlar fethediyordu. Adeta sömürgeleştirmediği toprak, sömürgeleştirmediği insan ruhu kalmamış gibiydi. Bu hız içinde ihtiyacından daha çoğunu isteme, geçmişin günahı iken günümüzün erdemi hâline geldi. Ben günümüzdeki krizi insanın dinmek bilmeyen iştahına verilen bir cevap olarak görüyorum. Arzuların kamçılanması ve onu izleyen tüketim yoluyla, insanın içindeki boşluğu iyileştiremeyeceği, ‘daha çok!’ felsefesinin sürdürülebilir olmadığı görüldü. Yine de bu krizden öğrenebileceğimiz şeyler var. İnsanın içindeki dürtülerin hiçbiri tam mânâsıyla son bulmaz ama en azından onu dizginlemeyi öğreneceğiz. İhtiyacımızdan fazlasını istememeyi yavaş yavaş öğreneceğiz. Belki bizden sonraki kuşaklar bunu daha iyi kavrayacak. Kimi insanların mutsuzluğu pahasına başka insanların mutlu olamayacağını öğreneceğiz.
Finans piyasalarına baktığımız zaman paradan para kazanan, tamamen sanal işlemlerle sanal bir âlemde apayrı bir gerçeklik üzerinden paraya para demeyen bir kitle ile karşı karşıyaydık. Öte yandan günlük hayatın içinde reel bir kitle vardı. Reel kitlelerin ızdırabı, çoğu zaman finans çevrelerinin mutluluğu olabiliyordu. Bugün ızdırapta ortaklaşıldı. Finans çevreleri de hadsiz büyümenin bütün dünyaya mutsuzluk kaynağı olarak dönebileceğini gördü. Sadece sokaktaki vatandaşın değil, kendilerinin de işsiz kalabileceğini, kendilerinin de yoksulluğa düşebileceğini öğrendiler. Artık herkes için frene basma zamanı. İnsanlar kaybedecekleri bir şeyleri olmadığında ahlâki kısıtlamalardan da kendilerini muaf hissediyorlar. Ancak tek başına yoksulluğun ahlâki kısıtlamaları kaldırdığını söyleyemeyiz. O zaman bütün yoksul insanların hırsız olması gerekirdi. Fakat yoksulluğun en diplerinde insanlar çok büyük bir isyan duygusu yaşayabiliyor. O zaman şiddete veya gayrimeşru yollara yönelebiliyorlar. O yüzden adaletsizliğin ve eşitsizliğin insanlara bu kadar ümitsizlik veren bir boyuta asla tırmanmaması gerekiyor. Eşitsizliğin hükümferma olduğu toplumlarda intihar, uyuşturucu ve ruhsal hastalık istatistikleri de roket hızıyla tırmanıyor.
Dünya kaynaklarının eşit dağıtılmamasının getirdiği şiddetin yanında, insanların içinde mayalanan, çok uzun saatler boyunca çok düşük ücretlere çalışmak zorunda bırakılmanın getirdiği bir şiddet duygusu daha var. İstanbul’da sabahın altısında tıklım tıklım otobüslerle işlerine giden insanların hissettikleri bir terör var. Bu, günlük hayatın şiddeti… Bu insanlara tünelin ucunda bir ışık sunmak zorundasınız. Dürüst ve çalışkan insanlar olmakla hayatta bazı şeyler elde edebilecekleri ümidini sunmak zorundasınız. O yüzden Türkiye’nin en acil meselelerinden biri toplumsal adaletin sağlanması meselesi. Yoksulluğun çok yaygınlaştığı yerlerde zenginler rahat edemeyecekler. Siz evlerinizi büyük duvarların ardına inşa edebilirsiniz ama şehre indiğiniz zaman öfkeli biri gelip sizin arabanızı çizebilir veya yalnız yürüdüğünüz zaman üç öfkeli genç önünüzü kesebilir. Bunun örneklerine Latin Amerika’da bazı ülkelerde rastlayabiliyoruz. Bu nedenle krizi mutlaka dayanışma duygusuyla karşılamamız gerekiyor.
Varlıklı insanlar, yoksulların sırtındaki yükü hafifletebilmelidir. Bunu yapabilirsek toplumsal barış daha az zedelenecektir. İnsanları asıl adaletsizlik incitir. Aslında ben bu krizden neo- liberal iktisadın daha ehlileşmesi, daha insanileşmesi gibi bir sonucun çıkmasını bekliyorum. ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ mantığının terbiye edileceği bir dönem yaşayacağımız ümidini taşıyorum. İnsanın heves ve arzularının sınırsız bir biçimde serbest bırakılamayacağını, onlara bir yerde mutlaka gem vurulması gerektiğini daha fazla hissedeceğimiz bir döneme girdiğimizi düşünüyorum. Dolayısıyla insanın şeytani taraflarını kışkırtarak buradan ekmek yiyen bir zihniyet, artık kendine biraz çekidüzen vermek zorunda kalacak. Dünyaya adalet ve dayanışma üzerine kurulu yeni bir ruh gerek. Bu yeni ruhun sloganı da tek kelimeyle ifade edilebilir: ‘Kâfi!’
BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN
Avro-Amerikan dünya görüşünün yaslandığı temel bazı önermeleri pek çoğumuz doğru kabul ediyoruz. Oysa Batı uygarlığı mevcut gidişiyle hem tabiatı tahrip ediyor hem de insanın insandan yabancılaşmasını, ruhun krizini, anlam boşluğunu tırmandırıyor. Kuzeyin zengin ulusları insan, tabiat ve gezegenin geleceği için ortak hedefleri paylaşıyor. Onların düşünceleri devşirilmiş seçkinler vasıtasıyla dünyanın Batılı olmayan kısımlarına da yayılıyor. Bu önermelerden değinmek istediğim ilki, insanın, bencil ve karanlık tarafları galebe çalan bir varlık olduğu düşüncesi.
‘Tamahkârlığı bırakalım ve diğerkâmlığı, dayanışmayı öne çıkaralım, insanı daha iyi güdüleri ekseninde teşvik edelim.’ dediğinizde hemen bir itiraz yükselecektir: Bu itiraz insanın temelde bencil bir varlık olduğunu, doğuştan tamahkârlığa meylettiğini, rekabetçilik ve saldırganlığın onun genlerine işlemiş bulunduğunu söyleyecektir. Hobbes’in Leviathan’ından bugüne, kötülüğün insan doğasına içkin olduğuna inanan bir görüş vardır.
Bir başka önerme dünyada kıtlığın başgöstermekte olduğudur. Bütün kadim kültürler yeryüzünde bütün varlıklara yetecek bir bolluk bulunduğunda hemfikirdir. Geleneksel öğretilere bağlılık duyan insanlar, varlığa bahşedilmiş bu bolluk için şükran duymayı bir vazife bilirler. Kıtlık konusundaki patolojik korku modern Avro-Amerikan zihninin başımıza ördüğü çoraplardan bir tanesidir. Yeni kapitalizmle birlikte maddi tüketimin sonsuz bir biçimde artacağı öngörülür. Ekonomi bilimi zaten kıt olan kaynakların doğru yerleştirilmesi üzerine şekillenir. Daha fazla ve sürekli ekonomik büyüme için çevre acımasızca tahrip edilir.
Üçüncü önerme, ilerlemenin günbegün eklenerek arttığı önermesidir. Zaman ve olayların seyri Avro-Amerikan zihniyete göre doğrusaldır. Başlayan ve biten bir zaman. Bu durumda kadim kültürlerin dile getirdiği, kendisini yineleyen bir zamanı, büyük zaman çevrimlerini anlamak güçleşmektedir. Sadece zamanın doğrusallığına değil, zamanla birlikte bir şeylerin değiştiğine, evrenin de zamanla geliştiğine inanırız. İnsanlık ilerlemektedir ve teknolojinin kümülatif ilerlemesi de bu bakımdan kaçınılmaz ve iyidir. ‘İlerlemeyi durduramazsınız.’ Evet durduramıyoruz gerçekten: Nükleer savaş başlıklarını, akıllı bombaları, sinir gazlarını, biyolojik silahları durduramıyoruz.
Hindistan’ın Kerala bölgesinde ortalama hayat beklentisi ve okur yazarlığın ABD ortalamasına neredeyse denk olduğu bildiriliyor. Bu bölgede insanlar Hindistan’ın diğer bölgelerindeki insanlar kadar tüketiyor, çok basit bir teknolojiyle idare ediyorlar. 90’lı yıllarda ABD’de iki yetişkinin Kerala’da bir ailenin tükettiğinin 10-20 katını tüketerek, orta sınıf bir aileyi geçindirmek için, bütün gün ve hafta çalışması gerekiyordu. İyi hayat ilerlemenin neresinde, siz söyleyin.
Avro-Amerikan dünya görüşünün sac ayaklarını bu önermeler oluşturuyor: Kötülük doğaldır, kıtlık kaçınılmazdır ve ilerleme iyidir. O halde rekabet hâlinde olmalıyız. Rekabet benmerkezci varlıklar olarak bize iyi gelir. Özgürlük değerlidir zira hepimiz ben merkezci varlıklar olduğumuzdan toplumsal kısıtlamaların bize bir sınır çizememesi icap eder. Rekabet ve kıtlık ortamında neyi nasıl yapacağımızın bilgisini edinmek, hayati önem taşır.
Avro-Amerikan dünya görüşü bugün dünyayı bir felakete sürüklüyor. Modern endüstri toplumları çevreyi kirletiyor ve doğayı yok ediyor. Kuzeyin zenginliği Güneyin doğal kaynaklarının acımasızca istismar edilmesinden devşiriliyor. Zengin ve fakir arasındaki uçurum büyüyor. Okuldan başlayarak zihinlere zerkedilen bireysel çıkarını kollama ve rekabet vurgusu, günübirlik nezaketin altını oyuyor. Sadece güçlü olana hayat hakkı tanıyan bir zihniyet, başkasına ihtimam etmeyi, kardeşlik ve komşuluğu, yoksul ve ezilenlerle hemdert olmayı, velhasıl dayanışmayı yok ediyor.
Rekabet ve çıkarın öncelenmesi Hobbes’çu bir dünya doğuruyor. İnsanın karanlık tarafı kapkara bir bulut gibi üzerimize çörekleniyor. Ama yine de başka bir dünya mümkün. Başka ve daha güzel bir dünya mümkün.
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

