Şizoid hakkında konuşmak istiyoruz bugün. Şizoid, bir kişilik bozukluğu ve kendilik sorunu mudur?
Kişilik bozukluğu ve kendilik bozukluğu eşanlamlı terimler. Yazarlar meşrebine göre bunlardan birini kullanıyor. Mesela Kernberg kişilik bozukluğu derken, Masterson ve bazen de Kohut kendilik bozukluğu der. Kişilik bozukluğu “kendilik tasarımı”ndaki çarpıklıklar sonucu oluşur. Kendilik dediğimiz şey, içimizdeki bir tasarımdır. Bizim kendi tasarımımız. Zihnimizde kendimizin resmini çizeriz biz farkında olmadan. O resme göre dışarısı ile ilişki kurarız. Adam üniversite sınavında ilk yüze girmiş, fakat iş başvurularında veya girişimlerinde çok çekiniyor, “yapamam” diye. Demek ki kendi resmini yanlış çizmiş, bayağı bir çarpıtmış resmi. O yüzden “kendilik bozukluğu” diyoruz. Bu kendiliğin dış dünyadaki tezahürüne kişilik diyoruz. O yüzden kişilik de sorun oluyor haliyle. “Kişilik bozukluğu” da diyebiliriz bu yüzden.
Şizoidleri tanımak zor mudur?
Bazılarını tanımak çok zordur. Onlara “sosyal şizoid” diyoruz. Sosyal şizoid, oksimoron bir ifade, yani kendi içinde çelişik gibi duruyor: Şizoid nasıl sosyal olabilir?! Ama oluyor işte, psikolojide fenomenler böyle bin bir kılıkta karşımıza çıkar. Kisveyi ve özü birbirinden iyi ayırt etmek gerekir. Bizim vaktimizin çoğunu alır bu mesele. Yani “kişilik” ile onun “savunma”sını birbirinden ayırt etmek… Bazı şizoidler çok sosyal bir görünümle karşımıza gelirler; bu onların savunmalarıdır. Onları tanımak, şizoid olduklarını kavramak oldukça zordur.
Onları tanımak şöyle olur. Örnek verelim: Herkese gülen, herkesle arası çok iyi olan, popüler, çevresinde sürekli kalabalık olan insanlar vardır. Bunların bir kısmı böyle dışadönük görünse de, bir şey sezersin. Bu kişiye yaklaştığın zaman, bir yere kadar yaklaşabilirsin; seni kendisine yaklaştırmaz. Hepimiz tanımışızdır böyle insanları. Adamın çevresinde sanki bir kabuk vardır, oradan ileriye geçmek mümkün değildir, asla izin vermez. Buradan anlarız ki, bu kişi şizoidmiş meğerse. Gördüğümüz o sosyal ilişkiler, paradoksal bir şekilde, kendisini yakınlaşmaktan, ilişkide derinleşmekten koruyormuş; savunma yani.
Sosyal ilişki bir şizoidi yakınlaşmaktan nasıl korur? Bu bazılarını şaşırtabilir. Ama iyi düşünecek olursak, işte, “hahaha”, “hihihi”, yani yüzeysel sosyal muhabbetler, esprileşmeler yakınlaşma değildir ki; bunlar, tam tersine, yakınlaşma görüntüsü taşıyan, ama gerçekte, yalnız insanların barınakları gibidir aslında. “Small talk” dedikleri şey, yani “havadan sudan konuşma”, hoşbeş, laklak, “geyik muhabbeti”, ne dersek diyelim, bunlar gevezelikten ibarettir ve hiç de yakınlaşma anlamını taşımaz.
Elbette ki şizoid olmayanlar, bu çene çalmaları, daha sonraki yakınlaşma için bir fırsat olarak kullanırlar. Yeni tanıdığın birisiyle ruhunun derinliklerini paylaşmazsın değil mi; ondan da böyle bir şeyi isteyemezsin. O yüzden iki kişi başlangıçta hoşbeş yaparak birbirlerini tartarlar. İşte dışarıdan sosyal görünen şizoidler, bu safhadan hiç çıkmazlar. Sohbet hiç derinleşmez. Senin her derinleşme çabanı boşlukta bırakırlar. Çünkü onların en büyük fobileri şeffaflaşmaktır. İçlerinin görülüyor olması düşüncesi onları dehşete düşürür.
Dışarıdan bakınca zannediyorsun ki bunlar samimi, oysa tam tersine; insanların samimiyetten kaçmak için sığındıkları bir mekanizmadır bu; bir savunmadır. Klasik eğitim almış arkadaşlar bunları tanıyamazlar. Hatta kızarlar da bize, “bunun neresi şizoid” diye. Bu durumlardan Masterson yaklaşımı bahsediyor.
Bunlar terapiye gelirler mi?
Masterson yaklaşımında şizoid kendilik bozukluğunu ikiye ayırıyoruz; ağır yani düşük düzey şizoid ve yüksek düzey yani hafif şizoid. Şizoidiyi tanımlamak gerekir önce. Bunun için elimizde “DSM kriterleri” var (psikiyatride kullanılan tanı koyma rehberi). Eğer bir danışan DSM’deki “şizoid kişilik bozukluğu kriterleri”ni karşılıyorsa yani tam bir şizoidse, terapiye gelmez. Belki binde biri ancak terapiye gelir ya da gelirse bile tâli sebeplerle gelir. Uyku uyuyamaz, kaygı, erken boşalma v.s. olur, ancak o zaman gelir. Yoksa “ben bu yalnızlığımdan memnun değilim”, “ben niye insanlarla iletişim kuramıyorum” gibi bir şikâyetle, yani kendi şizoidliğinden şikâyet ederek gelmez. Çünkü onlar için normal olan odur. Onlar normaldir, insanlar bir tuhaftır. İşte DSM kriterlerini karşılayacak derecede ağır olan yani alt düzey şizoidleri klinikte görmeyiz, terapiye pek gelmezler.
O halde, genel anlamda şizoidi konuşuyoruz.
Biz ancak “yüksek düzey şizoid” dediğimiz grubu konuşabiliriz. Bu yüksek düzey şizoid dediğimiz grup, DSM’deki “şizoid kişilik bozukluğu kriterleri”ni tam karşılamaz. Bunlar daha çok kaçıngan (avoidant) kişilik bozukluğu kriterlerini karşılarlar. Bu da kişilik bozukluklarından bir tanesidir. Eskiden kaçınganların yüksek düzey şizoid olduğunu DSM de kabul ediyordu. Yani diyordu ki, “bunlar aslında şizoid kişilik bozukluğunun hafif formlarıdır”. Galiba DSM-2’ye kadar böyle söylediler. Daha sonra aradaki ilişkiyi kopardı DSM. Kaçıngan ve şizoid kişilik bozukluğunu ayrı kategoriler olarak kabul etmeye başladı. Fakat dinamik yaklaşım bunları hala birbiriyle ilişkili görür, o sürekliliği devam ettirir.
Kaçıngan kişilik…
Dinamik bakış açısıyla bakıldığında, bunlar şizoidlerle aynı patolojiyi, aynı intrapsişik yapıyı paylaşıyor, fakat daha hafif bir bozukluk. Sosyal şizoidler, daha çok bu çeşit şizoidlerdir, yani “kaçıngan kişilik bozukluğu”na sahip olan “üst düzey şizoid”lerdir aslında.
Bu bahsettiğiniz çerçevede, şizoid danışanlar için terapide söz konusu edilen bazı metaforik anlatım ya da tanımlar var.” Sürgündeki kendilik”, “James Bond’un buzdan kalesi”, “yalnız yaşayan kovboylar”, “uzay gemisi-astronot” benzetmeleri, “efendi-köle ilişkisi” ve hatta “şizoid dilemma” tabiri kullanılıyor. Şizoidin insan ilişkileri ve içsel durumlarına dair, yukarıdaki tanımlar bağlamında düşüncelerinizi alabilir miyiz, bize şizoidi anlatır mısınız?
Buradaki “efendi-köle” ilişkisi ile “sürgündeki kendilik”, şizoidin içinde bulunduğu iki durumu tasvir ediyor. Şizoidin, arasında gezindiği iki haldir bu. Zaten Masterson yaklaşımında, kişilik bozuklukları için bölme varsayılır; danışanda bir bölme vardır yani. Danışan, bölmenin iki tarafında bir salınım halindedir; bir o taraftadır, bir bu tarafta, ortası yoktur. Madem kişilik bozukluklarının hepsinde bir bölme var, şizoidin bölmesi nerededir? Şizoidin bölmesi de işte sürgündeki kendilik ile efendi-köle birimi dediğimiz iki hal arasında bulunur. Bu iki kendilik tasarımı arasında bölme vardır. Bu nedenle kendilik birleşip tek, bütünleşik (entegral) bir kendilik haline gelemez. Kişi, bu iki “parça kendilik” nedeniyle, kendisini iki farklı halde hisseder. Ya sürgünde, ya esarette hisseder. İkisinin ortası yoktur, yani ya öyle hisseder ya da böyle. İki his bir araya gelmez. Biri hissedilirken, diğerinin duygusu hatırlanmaz. Bölme dediğimiz böyle bir şey.
Şimdi şizoid konusundan çıkıp, borderline’ın iyi kendilik-kötü kendilik kavramından bir-iki dakika bahsedelim ki, bölmenin nasıl bir şey olduğunu hatırlamış oluruz. Çünkü Masterson yaklaşımına göre bütün kişilik bozukluklarında bölme varsayıyorsak, bölmeyi iyi bilmek lazım.
Mesela borderline “iyi kendilik”teyken, kocası dünyanın en iyi adamıdır, en yakışıklı adamıdır, şöyledir, böyledir, aslandır, kaplandır; onun hakkında hiçbir kötü duygu sızmaz içeri. Bu bölme, sızdırmaz, asla su geçirmez. Sonra diyelim ki kocası yanlışlıkla başka birisine baktı. Borderline’ın duygularında öyle hafif bir kayma falan olmaz, yani “bir tık aşağı” inmez, azıcık küslük, kırgınlık olmaz; bir anda o yukarılardan esfel-i sâfiline düşer adeta, yani bir uçtan öbür uca çok büyük bir sıçrama olur duygularında. Kocası, o andan itibaren dünyanın en kötü, alçak, gaddar, çirkin adamı, mide bulandırıcı, üçkâğıtçı, iğrenç bir herife dönüşür. Bu adam bir anda oradan oraya nasıl dönüşebilir?! Buradan anlıyoruz ki, kadının kendi içindeki merceklerin çarpıtma/kırma indisi çok yüksek. Yani iyi bakarken de, kötü bakarken de, gerçeği tam göremediğini, kendi içindeki merceklerin gerçeği çok çarpıttığını, insanları da buna göre çok çarpık değerlendirdiğini anlıyoruz. Öyle ya, bir insan nasıl olur da dünyanın en yakışıklısıyken birdenbire en iğrenci olur, dünyanın en dürüstüyken en alçağı olur?! Sadece notunu kırarsın adamın. Puanı 90 ise 80’e indirirsin, 70’e indirirsin, 60’a indirirsin. Ama bu öyle değil; 100’den 0’a indiriyor. Hâlbuki adam aslında 100’ü de hak etmiyor, 0’ı da hak etmiyor. Göklere çıkarması da yanlış, çarpık, yerin dibine geçirmesi de yanlış, çarpık.
Borderline o kötü kendiliğe geçtiği anda, evvelki iyi duygularının hiçbirini hatırlamaz. Yani orada bir blokaj var, su sızdırmıyor. Bölme duyguyu geçirmiyor.
Tam bir bölme…
Tam bir bölme. Evvelki iyi duygularını hatırlamaz. Ama bak, “duygu” diyorum, olaylardan bahsetmiyorum. Olayların bilgisini elbette ki hatırlar. Sadece duygularını hatırlayamaz. Çoğul kişilik değil çünkü bu. Mesela daha bir saat önce ne kadar mutlu olduğunu hatırlamaz. Çünkü o mutluluk bir duygudur. Sadece şöyle söyler: “Hayret, ne enayiymişim ben, dün kendimi dünyanın en mutlu insanı zannediyordum.” Ama bilgi bu, o mutluluğu hiç hissetmiyor aslında, sadece görüntüleri, konuşmaları, olayları hatırlıyor. O mutluluktan azıcık bir şey sızabilseydi bu tarafa, sıcak ve soğuğun birbirini nötralize etmesi gibi, bu kadar uçurum olmazdı arada; ama duygu hiç sızmıyor. “Ben ne enayiymişim!” derken, olay olarak o anı hatırladığını, fakat duygusunun asla geçmediğini anlıyoruz. Yani en ufak bir sempati kalmamış adam hakkında, en ufak bir iyi his kalmamış, sıfırın altına inmiş. Bir sıfırın altı, bir de sıfırın üstü var borderline’da. Bölme böyle bir şey. Bölmede duygu geçmez. Duygu geçirmez bir bariyer var bölmede. Ama bilgi geçer.
Şimdi şizoidin bölmesine gelelim. Ne dedik; “şizoidin bölmesi, sürgündeki kendilik ve efendi-köle birimi arasında”. Sürgündeki kendilik bir uçta, diğeri öbür uçta…
Sürgündeki kendilik tamamıyla bir uç, efendi-köle de işgal edilmek istemeyen insanın durduğu efendi konumu mu?
Biz sürgündeki kendilikten gidelim. Gerçekte şizoidin yeri aslında sürgündeki kendiliktir. Yani insandan uzakta, ilişkilerden uzakta, rahat, kendini özgür hisseder. Ama buna yabancılaşma hissi eşlik eder. O kadar uzaklaşır ki insanî ilişkilerden, “insanlıktan çıkma” tehlikesi baş gösterir. DSM kriterlerini karşılayan şizoidden bahsettik, terapiye gelmez dedik ya; işte onun anavatanı sürgündür. Genellikle hep bu sürgünde yaşar, öbür tarafı nadiren ziyaret eder ya da sadece fantezi olarak ziyaret eder.
Terapi ilişkisi yakın bir ilişkidir. İçini açtığın bir ilişki çünkü. O yüzden şizoidler için en zor olandır. “Gelmezler” dememizin sebebi de bu zaten. En ufak bir yakınlaşma şizoid için esaret anlamına gelir. İlişkiye girme güçlüğü buradan kaynaklanır. İlişkide kendisini köle gibi hisseder ve bir sebeple buna katlanır. Fakat DSM şizoidinin bunu yapması neredeyse imkânsızdır, bunu söyledik. DSM kriterlerini karşılayan şizoid, genellikle sürgünde yaşar, insanlar arasına ancak fantezide iner, gerçekte değil.
Ama hafif düzey şizoidler yani kaçıngan kişilik bozukluğu, zorlansa da ilişkiye girer. Hafif dediğimize bakmayın, aslında o da zor bir durumdur. DSM şizoidinin anavatanı sürgündeki kendilikse, kaçıngan kişilik bozukluğunun ikamet ettiği yer genellikle efendi-köle birimidir. Bu durum elbette onun için çok rahat değildir, bu yüzden o da sık sık kendisini sürgüne göndererek rahatlamak ister. Fakat DSM şizoidinin tersine, sürgünde fazla kalamaz. Yabancılaşma hissine tahammül edemez. Mecburen ilişkiye geri döner. Rahatsızdır ama tanıdıktır orası. Sürgünde kişi özgürdür ama orası kaçınganın yurdu değildir, orada fazla kalamaz. Sürgün hissi derinleştiğinde yani yabancılaşma esnasında, “kozmik terör” diyebileceğimiz panik duygusu sarar onu. DSM şizoidinde ise kişi sürgünde iken kısmen daha rahattır; onun tahammül edemediği duygu esaret, sömürü, kullanılma, sahiplenilme hissidir. İlişki ihtimali ortaya çıktığı anda bile hissettiği duygular bunlardır. O yüzden DSM şizoidi ancak zihnindeki fantezilerde efendi-köle birimine girer.
Bir bakıma, bir türlü kendisi olamaz mı yani?
Sürgünde kendisi oluyor. Kendisi olabilmesi için ancak sürgüne gitmesi gerekiyor. Fakat sürgünde o kadar yabancılaşır ki… Yabancılaşma dediğimiz şey… kimden yabancılaşacak? İnsanlıktan. İnsanî olan her şeyden o kadar uzaklaşır ki, kendisini bir yaratık gibi hissetmeye başlar. Bu da onda bir kaygı oluşturur; insanlıktan çıkmış bir yaratık gibi hissetme hali…
Alien…
Evet, alien. “Alien” aslında “yabancı diyarlardan gelen” kişi, nesne v.s. anlamına geliyordu, fakat 1950’lerden sonra bilim-kurgu filmlerindeki “alien” karakteri o kadar yaygınlaştı ki, şimdi google’a alien yaz, çıkan ilk 100 imgenin hepsi uzaylı yaratık imgesi.
Şizoid, yaratık gibi hissedince, bu onda bir kaygı oluşturur ve insanî sıcak ilişkileri özler. İlişkiye yani efendi-köle birimine gelerek bu kaygıdan kurtulmak, insanlığa doğru geri dönmek ister. DSM şizoidi fantezide döner, kaçıngan ise gerçek manada döner.
Efendi-köle birimini biraz açar mısınız?
İşte oraya doğru geliyoruz. Şu anda neredeyiz; sürgündeyiz; sürgünde insanlıktan çıkmak üzereyiz. Zihnimizdeki imgeler olarak, o kadar insansız bir yere gitmişiz ki, sürgün diyoruz işte oraya; orada insanlığımızı unutmak üzereyiz; insan nasıl bir şeydir, dünyada ne hisseder, nasıl yaşar, adeta hatırlamaya çalışıyoruz. Bu bizde bir panik oluşturuyor, o yüzden insanlığa doğru hareket ediyoruz. Nasıl insanlığa doğru hareket edeceğiz; somut insanla temas kurma şeklinde. Mesela bir topluluğa, bir arkadaş grubuna girmek olabilir, arkadaşlarını çağırabilir, birlikte bir yerlere gidebilirler. Sohbet, muhabbet olur. Komşuyla bir iletişim olabilir. Her çeşit münasebet olabilir; iyisi var, kötüsü var; aynı cinsteni var, karşı cinsteni var. Âşık olmak olabilir. Tabi ki bu aşk gerçek bir aşk değil. Örnekleri arttırabilirsin. Burada insana doğru bir yaklaşma var. Fakat insana doğru yaklaşırken, diğerlerinden farklı olarak, şizoidde alarm zilleri çalmaya başlar. Yaklaştıkça bu alarm zillerinin sesi artar ve bu sefer de başka bir kaygı yükselir. Hâlbuki o, sürgünden, bir kaygı nedeniyle insana doğru yaklaşıyordu. Sürgündeyken neydi; insanlıktan çıkmak üzereydi. Yabancılaşma hissi. Bu kötü bir his.
Duygusuzluk gibi…
Duygusuzluk da var. Bundan kaçıyordu ve insana doğru yaklaşıyordu. İnsana doğru yaklaşırken ise bir başka kaygı ortaya çıkıyor bu sefer…
İşgal mi?
İşgal, ama işgalin de çok daha ötesinde olan bir şey. Sanki ruhunu esir alacakmış gibi bir his. Şöyle bir benzetme yapıyor Enstitü’de bir hoca; şizoid yakınlaşma durumlarında hatta ihtimallerinde, sanki biri pipeti ona batıracak, sonra hüüppp diye özünü, ruhunu emecekmiş gibi korkunç bir sömürü hissi, tarifi güç bir sömürü korkusu hissediyor. Karşıdakinin bendesi olmak gibi, ruhunu ona satmak gibi, onun isteklerinin dışında sanki hiçbir şey düşünemeyecekmiş gibi ve bu yüzden de artık ondan asla kurtulamayacakmış gibi, bir esarete, köleliğe gireceğini hisseder. İşte efendi-köle biriminin kaygısı budur. Sürgündeki kendiliğin kaygısını anlıyoruz, o belli; insanlıktan çıkmak, yabancılaşmak. Efendi-köle biriminin kaygısı da böyle bir şey; derin bir kölelik, ruhun satın alınması, başkasına mal olma hissi.
Peki, davranışlara insan ilişkilerine nasıl yansır?
Hapishane metaforunu kullanabiliriz. Sürgündesin, kurda kuşa yem olma riski var veya eşkıya v.s. sana zarar verebilir. Kurda kuşa yem olmamak için, kendini içeri atman lazım. Hapishaneye girersen, güvendesin. Kovboy filmlerinde olurdu. Dışarıda bir kalabalık var ve kalabalık seni linç etmek istiyor. Şerif seni hapishaneye kapatır. Dışarıda kalabalık toplanır, camı çerçeveyi indirir ama içeri girmeye cesaret edemezler. İçeride kendini daha çok güvende hissedersin, ama hapishane orası. İşte buna dilemma diyoruz, ikilem. Özgürlük mü, güvenlik mi? Şizoid ikisine birden sahip olamaz. İkisinden birini tercih edecek. Bu ikilemi yaşar sürekli. Hapishane metaforunda özgürlüğünü feda ederek güvenliği elde eder. Burada iki zıt şey var; özgürlük ve güvenlik. Bölme bu ikisi arasındadır işte. Bölme diyoruz ya, borderline’daki iyi kendilik-kötü kendilik… Burada da bölme, özgürlük ve güvenlik arasındadır. Özgürlük ve güvenlik şizoidde asla yan yana gelmez. Özgürsen, güvende değilsin; çünkü insanlıktan çıktın, başına ne geleceği belli değil, artık tanımadığın, hatta tanımlayamadığın bir acayip haldesin ve bu elbette hiç güvenli hissettirmez. Güven hissetmek için insanların arasına girmen gerek, ama ruhen; sadece fiziksel olarak değil. Bu da çok riskli, bu insanlar adamı hemen ham yaparlar, seni kullanırlar, onların esiri haline gelirsin; onların arasında özgürlük asla olmaz. Yani güvendeysen özgür değilsin.
Böylece güvenlik ve özgürlük asla yan yana gelmez, borderline’da iyi hisler ile kötü hislerin asla yan yana gelmediği gibi. Şizoidin bölmesi de budur.
İki kişi tanışırlar mesela, samimileşmeye başlarlar, ama bir tanesi huzursuzlanmaya başlar, sorun çıkarmaya başlar. Tabii, çok farklı kılıklarda ortaya çıkar bu sorunlar. Bu sorunların bahanesi ile yakınlaşma sabote edilmiş olur.
Mesela cinsellik bunun neresinde? İnsanlar maalesef evlilik dışı cinsellik yaşıyorlar. Normalde, sağlıklı bir insan der ki, “cinsellik çok yakın bir ilişkidir” fakat bazıları ilginç bir şekilde, cinselliği yakınlaşmaya karşı bir savunma olarak kullanırlar. Aynı sosyal şizoidin, sosyal ilişkileri yakınlaşmaya karşı kullanması gibi. Cinsel ilişkinin sadece haz veren mekanik tarafı yani insanî hislerden, yakınlık hislerinden soyutlanmış olan tarafı yaşanır. Patolojik cinsellik diyebileceğimiz bu durum da şizoid için biçilmiş kaftandır. Şizoid ancak bu tür ilişkilere girer. Bir beden olarak ilişkiye girmesi zor değildir. Bunu anlamak bazı terapistlere zor geliyor. Hâlbuki orada ruh yok; yakınlaşma yok.
Duygu yok…
Sadece duyu var, haz var. Bazı şizoid hastalar karşı cinsle yakınlaşırken, birden pat diye cinselliğe geçiverirler. Neden böyle oldu, çünkü yakınlaşma onu rahatsız etti. Ya kaçacak, ya pislik yapıp arıza çıkaracak, ya da bir aktivite araya konacak. İşte “dağa bayıra gidelim”, “yurtdışına gidelim”, “şunu yapalım, buna gidelim” gibi… İnsan bu tür aktiviteleri yakınlaşmak için de kullanır, uzaklaşmak için de. Hepsi insanın elinde sonuçta. Bazıları da cinselliğe geçiyor. Cinselliğin yakınlık içermeyen, karşısındakini nesne olarak kullanan, insanî olmayan, mekanik tarafını yaşıyor. Böylece yakınlaşmaya karşı kendisini korumuş oluyor.
Bir de mesela James Bond’un buzdan kalesi, yalnız yaşayan kovboylar, uzay gemisi-astronot…
Yalnız yaşayan kovboyu anlamak kolay.
Nasıl?
Tipik bir şizoid nasıldır; insanlardan uzak yalnız yaşayan kovboydur. Şizoide sorsan, “Hayatta ne istiyorsun?” desen, “Fantezin nedir?” diye sorsan, “ormanda bir kulübem olsa”, “denizin dibinde bir evim olsa” gibi fantezilerini anlatabilirler. Hepsinde de ortak olan şey nedir; insansızlaştırılmış bir mekân hayal ediyorlar. İnsan ilişkilerine tahammül çok zor onlar için.
Buzdan kale metaforunda da aynı şey geçerli.
Buzdan kale de öyle. Orada bir de işin içine soğukluk giriyor. Soğuğu severler genellikle. İskandinavya hayalleri vardır bazılarında.
Duygusuzluk…
DSM şizoidi için duygusuzluk. Duygusuzluk, şizoidiyi anlatan önemli bir ögedir fakat yoğun bir dram vardır içlerinde. “Duyguyu dışarıda yaşama” güçlüğü demek lazım aslında. Kaçınganlar, tersine, yoğun, zengin, duygulu bir iç dünyaya sahiptirler. Bunu dışarıya çıkaramazlar ve “duygusuz” olarak addedilirler.
Peki, uzay gemisi-astronot benzetmesi?
Bu önemli bir metafor. Şöyle bir şey: İki astronot uzay gemisinin dışına çıkıyorlar, bir görevleri var; bir şey tamir edecekler veya başka bir şey yapacaklar. Ama elbette ki bir şeyle bağlılar, kordonla uzay gemisine bağlılar. Eğer koparsa o kordon, bitti.
Kordon koparsa uzay boşluğunda kaybolup gidecekler.
Uzay boşluğu… ama korkunç bir ölüm; insansız, bir boşluk içinde kaybolup zaman içinde ölüp gideceksin yapayalnız. Bu astronotlardan birinin kordonunun koptuğunu ve arkadaşının onu yakaladığını düşün. İşte bir şizoidin insanlıkla bağı böyle bir şeydir. Bu metafor ne anlatıyor; şizoidin hayatla bağı bu kadardır, ucundan tutabilir sadece. Yani “geminin içine girmek” gibi bir seçenek yok, duygu olarak dünyada ikamet etmez. Dünyayla sadece ufak bir temas sadece; o kadar. Ama o temas da çok önemli çünkü dünya ile arasındaki tek bağ. Şizoid dünyaya tam girmek istemez, ama tamamen de kopup gitmek de istemez, bundan korkar, o yüzden arada yaşar. Hemen gidiverecekmiş gibi. Valizleri her an hazırmış gibi. Hem gitmek üzere hem kalmak üzere hazırlık yapar ki mahkûm olmasın hiçbir şeye. Bu şizoidin bütün hayatına yayılmış en önemli temadır.
Yok olmayacak kadar yaklaşır, ama dostluk kuracak kadar da yakın değildir.
Şizoid dilemma dediğimiz şey de bu işte. Yani ne o, ne o olacak. Yani “ya sürgünde ya esarettedir” demiştik ya his olarak; işte ömrü bu ikisinden kaçışla geçer.
Sosyal ilişkilerin uzağında kalmak bir korku mu şizoid için?
Hepsinde insanlardan uzaklaşmak arzusu var. Fakat yüksek düzey şizoidler sürgünde yaşamaya alışık değil. “İnsanlıktan çıkma kaygısı”nı çok tetikliyor. O yüzden ilişkiye geri dönerler. Fakat bu ilişkide de gergin, sorunlu, kaçmaya hazır haldedirler. “Ellerinin ucuyla” tutarlar her zaman, bırakmaya hazırdırlar. Fakat bu, onların iç hali. Yoksa emre itaat edercesine uyumludurlar. Eğer karşısındakinin empati yetisi yoksa, şizoidin derdini anlamaz; onu itaati sebebiyle de halinden son derece memnun olabilir. Şizoidin itaatini bir sevgi, bağlılık göstergesi zanneder. Hâlbuki gerçekte, duygu olarak, iç dünya olarak, ilişkinin “ucundan tutan” bir şizoid vardır. İçinde sık sık uzak yerlere kaçarak, kendisini korumaya çalışır. Dışarıdan bunlar hiç anlaşılmaz.
DSM şizoidi için ise, böyle bir ilişkiyi sürdürmek korkunçtur; sömürülme, mal edinilme fobisi yüzünden. O yabancılaşma pahasına, sürgünü ilişkiye tercih eder. Fakat yabancılaşma hissi ağırlaşırsa, o da kısa süreli ilişkilere geri dönebilir veya fantezi düzeyinde bunu yapabilir.
Şizoid yaklaşınca sömürü ve işgal hissediyor.
Evet. Ama o işgal, ruhunun işgali, son derece ağır bir işgal; efendi-köle tabiri o yüzden kullanılıyor. Aslında bu efendi-köle tabiri Batılı bir deyim ve bizde yeterli çağrışımı yok. Çünkü bizde, köle dediğin, evin bir bireyidir; yediğinden yer, giydiğinden giyer; hakları vardır, duyguları vardır, anlayışı vardır ve bunlar kabul görür; eşya değildir, nesne değildir. Onu da evlendirip mürüvvetini görmek ister sahibi. Bizde öyle bir şeydir köle; hane halkındandır. Eski Türk filmlerinde Arap Bacı vardı, o köledir mesela, Habeşistan’dan gelmiş. Ona anne muamelesi yapılır, çünkü çocukları o yetiştirmiştir. Bakıcı değil, ikinci annedir o. Batı’da efendi-köle dediğin zaman, kocaman bir ampul yanıyor, apayrı bir çağrışımı var. Kölenin ruhu yoktur Batı’da. O yüzden istekleri yoktur; ona her şeyi yaparsın, eşyadır o…
Dolayısıyla, işgal edilmeye iyi bir örnek bu Batılı anlamda efendi-köle ilişkisi.
Evet. Bir kişiye “eşya muamelesi” yapmak. Ruhunu, duygularını, ihtiyaçlarını görmemek. Masterson köle derken bunu kastediyor.
Diyalog kurduğun insanın seni işgal edeceğini ve senin efendin olacağını düşünmezsin. Ama şizoid bunu düşünür.
Evet. O yüzden şizoidde güvensizlik duyguları ön plandadır… İmge olarak uzay gemisinden bahsediyorduk. Dedik ki, birinci çıkaracağımız sonuç, şizoidin hayatla bağı böyle bir bağdır, sadece tutunacak bir yer arar; kaynaşmaz, yapışmaz. O yüzden, şizoid için bağlantı kelimesi önemli; şizoid için anahtar bir kelime. Şizoid için bağlantı her şeydir. İlişkisi sadece bağlantıdan ibarettir; öteye geçemez. Güvenlik için bağlantı; şizoidin parolasıdır diyebiliriz.
Duyguyla perçinlenmiş bir bağlantı değil.
Evet. Derinleşmez. Astronot imgesinden çıkaracağımız bir diğer sonuç da “dünyada olmamak”, dünya dışında olmaktır. İnsansız bir ortam hayali. Ama asıl, uzay kavramı kozmik bir yalnızlığı da çağrıştırıyor. İnsansızlık halinin daha da ileri bir boyutu. “Kozmik yalnızlık” yani tamamen insan dışılık. O yüzden şizoid birey için güzel bir imgelemdir “astronot ve uzay gemisi” metaforu. Kordon koparsa başına gelecekleri de çok güzel anlatıyor. Şizoidin en büyük fobisidir bu.
Toparlayacak olursak, uzay teması “dünyada olmama” anlamında “şizoid fantezi”yi anlatırken, geminin dünya çevresinde yörüngede olması da “şizoidin fobisi”ni ve bağlantının önemini anlatıyor; güvenliği vurguluyor. Bence Masterson şizoidiyi özetleyen harika bir mesel bulmuş.