Bilim Allah’ın Delilidir / Dr. Mehmet Öztürk

36-bilim-delilOntolojik sorgulamalarda “varlığın özü”, “eşyanın hakikati” problemi, cevabı araştırılan en temel konular arasında yer alır.
En son bilimsel çalışmalar; evrenin aslının kuantsal yapıdan oluşan ve holografik özellik gösteren bir bütünsellik olduğunu ortaya koyuyor. Atomaltı parçacıklar birbirleriyle ilişki içerisindedirler. Yani varlığın tümünde olan özellik varlığın her zerresinde de mevcut bulunmaktadır. Her şeyin her şeye bağlılığı ya da başka ifadeyle; “Bir’in her’de, her’in bir’de” olması, evrenin tümüyle parçaları arasında bir “birliğin” varlığını ortaya koyuyor.
“Madde nedir, ilk madde nedir ya da ilk maddeyi oluşturan temel birim nedir?..” soruları kuantum fiziğinin, “on bir boyutlu uzay-zaman geometrisi”nin, hatta Cern deneyinin yanıtını aradığı temel sorudur. İlk dönem filozoflarından Einstein’a, Einstein’dan günümüzde Hawking’e kadar birçok dehanın da epeyce kafa konforunu bozan bir husustur. Bu gizemli soruya henüz tam olarak cevap verilebilmiş değildir.
Efendimiz (sav): “Ya Rabbi! Eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster.” buyuruyor.
“Eşyanın hakikati” mevzu neden bu kadar önemlidir? Eşyanın hakikatine ulaşılabilir mi? Ulaşılabildiği takdirde insanlığın kazanımı ne olacaktır? İnanç bağlamında değerlendirmek gerekir.
Evrenin aslını oluşturan söz konusu bu “birlik” anlayışı ile İslam’ın aslını oluşturan “tevhid” anlayışının en son bilimsel bulgu ve gelişmeler ışığında, aynı ortak paydada buluştukları anlaşılıyor. Bu bağlamda evrende varolan ve bütünsellik arz eden söz konusu bu kuantsal yapı ve holografik özelliği, İslam’ın tevhid akidesinin bilimsel bir izahı olarak okuyabilir miyiz?
Atom taneciklerinin bir anda birden çok yerde bulunması ile meleklerin bir anda birden çok yerde bulunması veya Şah-ı Geylani’nin aynı iftar akşamında farklı yerlerde farklı talebeleriyle oruç açmasının ya da tasavvuftaki “tayyi zaman, tayyi mekân” olgusunun kuantum mekaniğinin “süperpozisyon” karakteri sayesinde daha kolay kavranabileceği anlaşılıyor.
Dine yakınlaşma anlamında bilimsel gelişmeler baş döndürücü bir hızla devam etmekte ve inanç bağlamında çok önemli sonuçların ortaya çıkmasını sağlamaktadır.
Nitekim yarım yüzyıldan fazla süredir, ateizmin önde gelen savunucusu olan, İngiliz felsefe profesörü, fikrini değiştirmiş ve ateizmden vazgeçerek inancı seçmiştir. Yayınlanan bir söyleşide, artık büyük ölçüde bilimsel kanıtlara dayanarak Tanrı’ya inandığını söylemiştir. Bu açıklama ve takip eden değişim öyküsünün konusu, yarım yüzyıl boyunca ateizmin gündemini belirlemeye yardım eden, otuzdan fazla profesyonel felsefi çalışmanın yazarı; Antony Flew’du.
Flew: “Elbette insanları etkiledim, bu yüzden vermiş olabileceğim büyük zararı gidermek istiyorum ve bunun için çaba göstereceğim.” “Beni esas hayretler içerisinde bırakan, yaşam mimarisidir. Sistem, son derece kompleks, sanki dizayn edilmiş, orada büyük bir akıl var.” diyor.
Flew yaşadığı serüveni kısaca kitabından şöyle özetliyor:
“…Şimdi kartlarımı, yani kendi görüşlerimi ve bunları destekleyecek nedenlerimi masaya dizme sıram geldi. Artık evrenin sonsuz bir zekâ tarafından var edildiğine inanıyorum. Bu evrenin karmaşık kanunlarının bilim adamlarının Tanrı’nın zihni dedikleri şeyi ortaya koyduğuna inanıyorum. Hayatın ve çoğalmanın ilahi bir kaynaktan başladığına inanıyorum.
Yarım yüzyıldan fazla bir süre boyunca ateizmi açıklayıp savunduktan sonra neden buna inanıyorum? Buna kısaca şöyle cevap verebilirim: Modern bilimin ortaya çıkardığı dünya resmi, benim gördüğüm şekliyle böyle. Bilim, doğanın Tanrı’ya işaret eden üç boyutuna ışık tutuyor. Bunlardan ilki doğanın kanunlara uyduğu gerçeği. İkincisi, hayat boyutu; maddeden kaynaklanan ve zekice organize edilip amaca yönelik hareket eden varlık boyutu. Üçüncüsü ise doğanın varlığı. Ancak bana rehberlik eden sadece bilim olmadı. Klasik felsefi iddiaların yeniden incelenmesi de bana yardımcı oldu.”
“Önemli nokta yalnızca doğada düzenlerin olması değil, bu düzenlerin matematiksel olarak kesin, evrensel ve ‘birbirine bağlı’ olmasıdır. Einstein bunlara “somut mantık” diyordu. Bizim sormamız gereken soru, doğanın bu şekilde bir bütün halinde nasıl geldiğidir. Bu kesinlikle Newton, Einstein ve Heisenberg gibi bilim adamlarının sordukları ve cevapladıkları sorudur. Bu kişilerin buldukları cevap: ‘Tanrı’ olmuştur.”
Hawking kendisiyle daha sonra yapılan röportajlarda bu konu hakkında şunları söylemişti: “En büyük kanıt evrendeki düzendir. Evren hakkında daha fazla şey keşfettikçe evrenin mantıklı kanunlarca yöneltilmekte olduğuna dair daha fazla şey keşfederiz. Ve aklımızda hâlâ şu soru olur: Evrenin var olma nedeni nedir? İsterseniz Tanrı’yı bu denklemin cevabı olarak tanımlayabilirsiniz.”
Dünyaca ünlü astronom ve matematikçi Fred Hoyle de, “Dünya üzerinde yaşamın kendiliğinden başlayabilmesinin, bir hurdalığın altını üstünü silip süpürerek geçen bir kasırganın rastlantı eseri bir Boeing 747′nin parçalarını (uçak çalışacak şekilde) birleştirebilmesinden çok daha imkânsız” olduğunu söylemiştir.
Gelişmeler öylesine etkileyicidir ki: “Science find God” yani “Bilim Tanrı’yı Buluyor” ifadesi Dünyaca ünlü Newsweek dergisinin Temmuz 1998 tarihli sayısına kapak olmuştur. Dergi, bu sayısında, modern bilimin bulgularının Allah’ın varlığını gösterdiğini ve sayısız bilim adamının bu gerçeği kabul ettiğini ifade etmiştir.
Nobel Tıp Ödülü sahibi Roger Sperry: “Bilimin kendisi materyalizmle çatışır. Bilim ile din neden çatışsın ki? Esasen bu ‘din bilimle çatışır şartlanması’ materyalist felsefenin bilim olarak kabul edildiği zamanlardan kalmadır.” diyor.
Bu bağlamda kadim tartışma konusu olan; din-bilim diyalektiğinin, din-bilim diyaloğuna evrilmesiyle ilgili olarak söylenecek çok şey vardır.
Daha önceleri ifade ettiğimiz şu hususları yinelemekte yarar var:
Din ve bilim -ki burada dinden kastedilen İslam’dır- hiçbir zaman çatışmaz. Ancak bağnaz insanlar tarafından çatıştırılır. Problem, materyalist ve pozitivistlerin bilimsel bilgiye yetki aşımı yaparak, alanı ve tanımı dışında anlam yüklüyor olmalarından kaynaklanmaktadır. Bilime ideolojik bir gömlek giydirmek istemektedirler. Ancak son zamanlarda, özellikle de bilimsel gelişmeler nedeniyle her tarafta dine müthiş bir yöneliş başlamıştır. Genelde dinin, özelde de İslam’ın bu kadar dünya gündeminde olma nedeni bilim ile dinin artık buluşuyor ve kucaklaşıyor olmasıdır.
“Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefslerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53) buyrulması, yaşamış olduğumuz gelişmelerin aslında birer Kur’an mucizesi olduğu hakikatini vurgulamaktadır. İster geçmiş zamanların arkaik inanışları isterse de günümüzün çağdaş görünümlü ve bilim katkılı putları olsun, son kertede hepsi, hakikate gözlerini kapatmış insanların ruhlarına kodlanmış inanma ihtiyaçlarının bastırılmış olmasından kaynaklanmaktadır. “Bilimin dinleştirilmesi” olgusu da her ne kadar kisve değiştirmiş olsa da bu anlayışın modern zamanlardaki sapkın yansımasından başka bir şey değildir.
Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edilen bilimle ilgili bazı ayetleri burada zikredelim:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selîm sâhipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler): Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbîh ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmrân, 3/190-191)
“O, yeri yayıp döşeyen, orada dağlar, nehirler meydana getiren, orada her türlü meyveden (erkekli-dişili) iki eş yaratandır. O, geceyi gündüze bürüyor. Şüphesiz bunlarda, düşünen bir kavim için (Allah’ın varlığını gösteren) deliller vardır.” (Ra’d, 13/3)
“Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır.” (Câsiye, 45/13)
“O, sizi rahimlerde, dilediği gibi şekillendirendir. O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Âl-i İmrân, 3/6)
“O sizi bir tek nefsten (Âdem’den) yaratandır. (Sizin için) bir kalma yeri, bir de emanet olarak konulacağınız yer vardır. Anlayan bir toplum için ayetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık.” (En’am, 6/98)
“Ey insanlar! Ölümden sonra diriliş konusunda herhangi bir şüphe içindeyseniz (düşünün ki) hiç şüphesiz biz sizi topraktan, sonra az bir sudan (meniden), sonra bir “alaka”dan, sonra da yaratılışı belli belirsiz bir “mudga”dan (cenin) yarattık ki size (kudretimizi) apaçık anlatalım. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde durduruyoruz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyor, sonra da (akıl, temyiz ve kuvvette) tam gücünüze ulaşmanız için (sizi kemâle erdiriyoruz.) İçinizden ölenler olur. Yine içinizden bir kısmı da ömrün en düşkün çağına ulaştırılır ki, bilirken hiçbir şey bilmez hâle gelsin. Yeryüzünü de ölü, kupkuru görürsün. Biz, onun üzerine yağmur indirdiğimiz zaman kıpırdar, kabarır ve her türden iç açıcı çift çift bitkiler bitirir.” (Hac, 22/5)
“Andolsun biz insanı, çamurdan (süzüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu az bir su (meni) hâlinde sağlam bir karargâha (ana rahmine) yerleştirdik. Sonra bu az suyu “alaka” hâline getirdik. Alakayı da “mudga”(cenin) yaptık. Bu “mudga”yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn, 23/12-14)
“Ölüden diriyi, diriden de ölüyü O çıkarıyor; yeryüzünü ölümünün ardından O canlandırıyor. İşte siz de (kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız.” (Rûm, 30/19)
Peki, neden insanların önemli bir kısmı “ateizm”i veya Allah’ı kabul edip ahireti inkâr eden “deizm”i ya da kararsızlık demek olan “agnostik”liği tercih edebilmektedir? Bu temel inanış ve kabullerdir ki insanların hayat görüşü, yaşam tarzı ve hayat felsefelerine dayanak teşkil etmektedir.
Burada önümüze ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır: İnkâra mesned kabul edilen ateizm, deizm ya da agnostisizmin hiçbir rasyonel, ontolojik, epistemolojik ve bilimsel delili yoktur. Tamamen bağnazlık sonucu olarak inkâr etmektedirler. O halde inkârcılık, akılcı değil duygusal ve protest bir tavır ve duruş olarak karşımıza çıkıyor demektir.
Bu durumun İslam literatüründeki terminolojik karşılığı, “heva ya da hevesleri put edinme” keyfiyetidir.
“Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkan, 25/43) ayet-i kerimesi, durumu tüm çarpıcılığı ile ortaya koymaktadır.
Bu ilahi hakikatten anlıyoruz ki, kendi görüşlerini esas alarak mutlak hakikatmişçesine dünyalarını dizayn edenler, ölüm ve ötesi konusunda İslam dışı çizgi benimseyenler; yaşam tarzları, dünya görüşleri ve hayat felsefelerini “tanrı” edinmişler demektir.
İnsanların limitsiz bir özgürlük anlayışı ile örgüledikleri ve kurguladıkları bir dünyadan asla hayır gelmeyecektir. Böyle bir özgürlük anlayışı; sınır tanımayan bir cinsellik, doymak bilmeyen bir ego ve hep daha fazlasını isteyen bir zenginlik, makam ve şöhret hırsına yol açacaktır. Bencilleştikçe azgınlaşan, azgınlaştıkça kalabalıklar içerisinde yalnızlaşan insan, zaman içerisinde kendinden uzaklaşacak, uzaklaşa uzaklaşa gün gelecek kendini de unutacaktır. En tehlikeli olan da budur. Nitekim: “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan (fasık) kimselerdir.” (Haşr, 59/19)
“Onlara şöyle denir: Bugüne kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi, bugün biz de sizi unutuyoruz. Barınağınız ateştir. Yardımcılarınız da yoktur.” (Câsiye, 45/34)
“Her kim Rahman olan Allah’ı zikretmekten gafil olursa biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur.” (Zuhruf, 43/36) ayetleri de söz konusu bu hakikatleri ortaya koymuş olmaktadır.
Allah’a inanmamanın sonucu tanrılara inanmaktır. Hayat, tanrıların (heva ve heveslerin) insanlara ne tür belalar açtığının sayısız acı örnekleriyle doludur. Necip Fazıl’ın ifade ettiği şu sözü burada vurgulamadan da geçmeyelim: “Allah, tanrıların belasını versin.”
“Eğer bütün insanlar (kâfirlere verdiğimiz nimetlere bakıp küfürde birleşen) bir tek ümmet olacak olmasalardı, Rahman’ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler yapardık. Evlerine (gümüşten) kapılar ve üzerine yaslanacakları koltuklar ve altın süslemeler yapardık. Bütün bunlar, sadece dünya hayatının geçimliğidir. Rabbin’in katında ahiret ise O’na karşı gelmekten sakınanlarındır.” (Zuhruf, 43/33-35)
Gerçekten de bilimdeki yeni gelişmelere baktığımızda; “bağnaz bilim” anlayışının yerini daha aydınlık daha inançlı bir geleceğe bırakacağı yönünde ümitleri artırdığını görmekteyiz. Bu değişimle kuşkusuz kuantumun madde ve evrene bakışımızı değiştirmesi, materyalist ve pozitivist anlayışın yerini manevi temelli, bütüncül din anlayışını ön plana çıkarması önemli rol oynuyor.
Din haline getirilen bilim dogması, gerçek bilimsel gelişmeler ve kuantum mekaniğiyle birlikte artık çatırdıyor, metafiziğe kapı aralanıyor. Zaman ve mekân izafiliğinin Albert Einstein’dan itibaren bilimsel metotlarla bilindiği halde maddeye “mutlak gerçek”miş gibi değer izafe eden anlayış artık genel kabul görmüyor. Gerçek din ile bilim arasında varmış gibi gösterilen yapay çatışma son buluyor. Bilimin açıklayamadığı gizemli olaylarda Allah’ı arama zavallılığı, yerini, “Bilim, her çeşidiyle bizatihi Allah’ın delilidir.” gerçeğine bırakıyor.
Nasa’da görevli bilim adamı Robert Jastrow gelişmeleri şöyle yorumlamaktadır: “Bilim adamları, cehalet dağını aşıp zirvede en üstteki kayaya çıktıklarında, orada binlerce yıldır oturan ilahiyatçılarla karşılaştılar.”
Yazımızı Efendimiz’in (sav) bizlere öğrettiği çarpıcı bir dua ve bir ayet meali ile noktalayalım:
“Ey kalpleri evirip çeviren Allahım! Kalplerimizi evirip çevirme. Dinin üzerine sabit kıl. Bizlere sonu küfür olmayan iman nasip eyle.” (Âmin)
“Hayır, biz hakkı batılın üzerine atarız da beynini parçalar. Bir de bakarsın yok olup gitmiş. Allah’a karşı yakıştırdığınız nitelemelerden ötürü yazıklar olsun size!” (Enbiya, 21/18)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir