Etimolojik olarak aynı kökten geliyor olsalar da, aralarında dağlar kadar anlam farkı bulunan iki ayrı kelimedir“bilgi” ve “bilinç”.
“Her bilgili olan aynı zamanda bilinçli değildir ama her bilinçli olan aynı zamanda bilgilidir” şeklinde bir tanımlama yaparsak ne ifade etmek istediğimizi daha iyi anlatmış oluruz sanırım.
“Enformasyon çağı” ve “bilgi toplumu” olarak da ifade edilen günümüzün globalleşen dünyasında, bilgi çoğalmış aynı zamanda da çoğalan bu bilgilere ulaşmak çok kolay hale gelmiştir. Özellikle de internet teknolojileri sayesinde her türlü bilgiye erişim lüks ve zor olmaktan çıkarak gündelik hayatımızın olmazsa olmaz sıradan bir parçası haline gelmiştir. Diğer taraftan eşzamanlı bir biçimde “bilgi kirlenmesi” denilen bir olgu da, söz konusu gelişmelerin aslında çok da sağlıklı ilerlemediğini ortaya koyan çağdaş bir bir problem olarak modern insanın önüne çıkmış bulunmaktadır.
Bilgilerin damıtılarak rafine edilmesi, özellikle körpe dimağların korunması adına çok önemli bir konudur. Yenilen her abur cubur şeyin mideyi bozması gibi seçme ve süzmeye tabi tutulmaksızın elde edilen her bilgi de beyni ifsat edebilir.
Bilgiye ulaşmak artık kimsenin tekelinde değildir. Bilgili olmak ayrıcalıklı olmak anlamı taşımamaktadır günümüzde. Klişe ifade ile “bir tıklama” kadar yakındır her türlü bilgi.
İnternet sayesinde oluşan “bilgi okyanusu” çok büyük bir nimettir. Ne var ki yukarıda sözünü ettiğimiz kirlenme olgusu ve ifade etmediğimiz, daha bir sürü patoloji ve handikap, çözüm bekleyen problemler olarak önümüzde durmaktadır.
ALİM OLMAK ÖNEMİNİ YİTİRİYOR MU?
Bilgi yada “ilim” sahibi olmak veya bir başka ifade ile “alim” olmak günümüzde eski zamanlarda olduğu gibi sizi farklı ya da özel kılmıyor. İsteyen herkes istediği her türlü bilgiye kolaylıkla anında ulaşabiliyor.
Yanlış anlaşılmasın, burada anlatmak istediklerimle “ilmi ve alimleri” asla küçümsüyor değilim. Teknolojinin insanlığı getirmiş olduğu noktayı vurgulamak adına bir tespittir ifade ettiklerim.
“Alim” kavramını dar manasıyla; bilgiyi yüklenen, taşıyan ve aktaran anlamında kullanırsanız ne demek istediğimi daha rahat anlarsınız. Bu fonksiyon günümüz dünyasında pekâlâ internet sayesinde kolaylıkla yerine getirilebilmektedir. Tabir yerinde ise “google” dan daha alim bir kimseyi bulamazsınız.
Peki “molla google” da bilinç var mıdır?
İşte bu soru, konumuza açıklık getirecek anahtar cümle konumunda olmaktadır.
“İlmi ile amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir…” manasına gelen Cuma suresi 5. ayeti, ne demek istediğimizi çok çarpıcı olarak ortaya koymaktadır.
Buradan anlıyoruz ki bilgiden maksat, amel etmek, uygulamaktır. Bu hususun servis sağlayıcısı ise “bilinçli olmak”tır.
“Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa arkasından yedi deniz daha ona katılsa, Allah’ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Lokman-27).
“De ki Rabbim’in sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek (denizlere deniz katsak); rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi.” (Kehf-109) ayetleri; ilmin sonsuzluk ve limitsizliğini ifade eden çok çarpıcı ilahi beyanlardır.
Böylesi bir ilim okyanusundan alacağınız bilgi ne kadar çok olursa olsun, sonuçta katre misali yok hükmünde olacaktır. O nedenle bilgisiyle mağrur olan zavallı insan haddini bilmeli, iki büklüm olup secdeye kapanmalıdır.
Bilinç sahibi bir varlık olarak bildiklerinizle amel etmiyorsanız kitap yüklü bir eşekten farkınız kalmamaktadır. Bu durumda da, ha “kitap yüklü merkep”siniz ha “molla google” ne fark eder!.
BİLİNÇLİ OLMAK YAKîN SAHİBİ OLMAKTIR
Bilinçli olmaya özellikle “iman hakikatleri” perspektifinden yaklaşacağımızı belirtmek isterim.
Yakîn; sağlam, şüphesiz, ve kat’i bilgiye sahip olmak ve tanıklık etmektir. Türkçemize de geçmiş olan “yakın” kelimesi ile de irtibatı söz konusudur. O halde yakîn sahibi olmak demek, yakın olmakla da eş değer anlam taşıyor demektir.
“Kul olmak” maksadı ile yaratılan insan için yeryüzündeki en yüksek hakikat; “iman” dır. Kulluk düzlemindeki koordinatlarınız, iman kodlarınızın iz düşümüdür. Konu bu kadar önemlidir.
Durum böyle olunca imanı sorgulamak elzem bir hal alıyor demektir. İmanın klasik tanımı; “kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve rükünlerine göre amel etmektir.” İnanılacak esaslar, avam için de havas için de aynı olduğundan, imanda artma ve eksilme söz konusu olmaz denilse de, cahil bir bedevi ile havass’ül-havas bir Allah dostunun imanının bir olmadığı da aşikârdır. O zaman farklılık nereden kaynaklanmaktadır?
Burada “imanın dereceleri” konusu karşımıza çıkmaktadır. Aynı esaslara inanıyor olmakla beraber imanlardaki farklılaşmalar “yakîn” hususunun iyice kavranmasını zaruri kılmaktadır.
Örneklerle izah, konunun anlaşılmasını büyük ölçüde kolaylaştıracaktır:
Diyelim, karşıdan dumanlar yükselmekte olduğunu görüyorsunuz. Böyle bir durumda orada bir ateşin var olduğu hususunda bir bilginiz söz konusu olur. İşte bu bilgiye; “ilm’elyakîn iman” adı verilir. Çünkü orada ateş olduğuna dair inancınız bilgi düzeyindedir. Ne zaman oraya gider ateşi görürsünüz, inancınız “ayn’elyakîn” boyutuna yükselir. Bu durumun daha ileri bir aşaması ise, ateşin yanına varıp sıcaklık ve yakıcılığını hissetmenizdir. İşte bu keyfiyete de “hakk’alyakîn iman” diyoruz.
Başka bir örnek: Yine diyelim ki, Afrika kıtasında Madagaskar diye bir ülke var denildi. O ülkenin varlığına imanınız ilk etapta bilgi boyutundadır. Yani ilm’elyakîn. Ne zaman televizyon ekranında bir belgesel programında izlersiniz ayn’elyakîn olur. Eğer o ülkeye giderseniz “hakk’alyakîn” bir iman elde etmiş olursunuz.
İşte bu misallerde olduğu gibi İslam esasları anlamında da imanımız böylesi mertebelerden geçer. Bu keyfiyeti de şu şekilde örneklendirebiliriz:
“Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah’ı takdis ve tenzih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ile tenzih etmesin. Ne var ki siz onların bu tenzih ve takdislerini iyi anlayamazsınız. Bunca azametiyle beraber, kullarının gaflet ve cürümlerine karşı, O, halimdir, gafurdur (çok müsamahalıdır, affedicidir).”(İsra-44).
Evrende istisnasız her şeyin Allah’ı zikrettiğine dair yukarıdaki ayet benzeri çok sayıda ayet söz konusudur. Bu beyanlara göre, tüm eşyanın zikrettiğine dair bizlerin bilgisi ilm’elyakîn boyuttadır. Ancak bazı özel şahsiyetler vardır ki eşyanın zikrini bizzat duyar ve müşahede ederler. Bu zatlar için “eşyanın zikretmesi” mevzuu, “ayn’el ve hakk’alyakîn bir keyfiyettir. Varlığın zikrini bizzat duyan bu şahıslar için tüm eşyanın zikretmesi noktasında daha en ufak bir şüphe, vesvese söz konusu olabilir mi?
Ya da Efendimiz (sav) buyuruyorlar ki; “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur.”
Bu hadiste ifade edilen “alem-i berzah” hakkındaki iman hakikatlerini de bazı dervişler “keşf-i kubûr”(kabir keşfi) denilen bir müşahede yöntemiyle tecrübe edebilmektedirler. Böyle bir durumda da ahiret ahvali konusunda en küçük bir şek, şüphe… vaki olabilir mi?
Tasavvuf, işte böylesi bir imanı elde etme yolu ve yönteminin adıdır.
Ayrıca gelecekten haber veren keşif, keramet, rüyalar…bağlamında da sayısız tecrübeler söz konusudur ve parapsikolojik ve bilimsel metotlarla kanıtlanmaları çok basit ve kolaydır.
Burada şu hususu belirtmek de yerinde olacaktır ki,metafizik hususların kanıtlanması fizik yöntemlerle de mümkün olabilmektedir.
Kişinin hakk’alyakîn iman sahibi olması, maksimum bilinç düzeyini yakalamış olması demektir. Hepimiz bu dünyaya imtihan olmak üzere gönderildiğimize göre ne yapıp edip bu imanı elde etmemiz gerekiyor demektir. Akıllı olmak böyle bir bilince sahip olmayı gerektirir. Şu kısa ömrümüzde bundan daha önemli bir meşgale söz konusu olabilir mi?
Hz. İbrahim’in dahi bu yakîni elde etmek üzere nasıl bir gayret sarfettiği bildirilirken, bizlerin ne yapmamız gerektiği hususu herhalde izahtan vareste olsa gerektir.
Hz. İbrahim’in yaşadığı tecrübe, örnek olması bağlamında Kur’an-ı Kerim’de tüm insanlığın dikkatine sunulmuştur. Çok çarpıcı olması nedeniyle önceden izah ettiğim bu hususu tekraren burada da vurgulamanın konumuzun daha iyi anlaşılması noktasında çok önemli olduğunu düşünüyorum:
“Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.” “Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem, dedi.” “Ay’ı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. O da batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yoldan sapan topluluklardan olurum, dedi.”“Güneşi doğarken görünce de, Rabbim budur, zira bu daha büyük, dedi. O da batınca, dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.”(En’am75,76,77,78).
Yukarıdaki ayetlerde bildirilen hakikat; Hz. İbrahim’in, tahkiki imana giden yolda, aklıselim ve onun ürünü olan doğru bilgiden hareketle sahih bir imana ulaşma yöntemini kullanarak, gerçekten tapılmaya, ibadet edilmeye lâyık tek bir Allah’ın varlığı inancına ulaşmasıdır. Hz. İbrahim, böyle bir mantık yöntemiyle Allah’ın birliğini ispat için, akıl yürütme yoluyla çıkarımda bulunduğu delilleri kullanarak, kavminin“tanrı” olarak taptıkları yıldız, ay ve güneş gibi şeylerin tapınmaya lâyık varlıklar olmadığını göstermiş olmaktadır.
“Hani İbrahim, “Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” demişti. (Allah ona) “İnanmıyor musun?” deyince, “Hayır (inandım) ancak kalbimin tatmin olması için” demişti. “Öyleyse, dört kuş tut. Onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp her bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Sana uçarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara – 260).
Hz. İbrahim’in, Allah’ın ölüleri dirilteceğinden, onları diriltmeye gücünün yeteceğinden zerre kadar şüphesi olmadığı ortadadır. Ancak onun, konuya dair bilgisini, dolayısıyla O’na dayanan imanını daha da pekiştirmek için, bilip-inandığı bir şeyin hakikatinin bilgisine ayrıca bir de gözlem yoluyla ulaşmak istediği anlaşılmaktadır ki bu, kesin bilgiye dayalı sahih bir imanın önemine vurgu yapması bakımından bizlere de örneklik teşkil etmektedir.
Yukarıda izah etmeye çalıştığımız ifadeler, Hz. İbrahim’in şahsında “hakk’alyakîn iman” elde edilmesine yönelik hakikatlerin beyanıdır.
Bilinç ya da şuur; eşya ve olayların, kâinatın kısaca bütün varlığın neden var olduğunun, Allah merkezli olarak bilinmesi ve farkında olunmasının adıdır.
Bu farkındalık ve duyarlılığı elde etmenin çok değişik yol ve yöntemleri söz konusu olabilmektedir:
AĞLAMAK ANLAMAKTIR
Ağlamayı dar anlamıyla yalnızca gözlerden süzülen yaşlar olarak algılamamak gerekir. Ağlayan göz değil kalptir. Görenin göz değil kalp olması gibi. Hepimiz biliyoruz ki imanın mahalli de kalptir. Buradan da anlaşılmaktadır ki ağlamakla iman arasında da bir bağ var. Eğer öyle olmasaydı Efendimiz (sav) hiç “Ağlamayan gözden Allah’ım Sana sığınırım” buyurur muydu?
Duygulu ve ağlayan bir insanı daha çok gözlerinden okursunuz. Etkilendiği bir olay karşısında, bakışlarındaki farklılaşmalar, buğulanma, derinlik; onun duygu okyanusundaki med-cezirlerin, çalkalanmaların ayna misali gözlerindeki yansımalarıdır. Dışarıdan bakanların algıladıkları, aysbergin yalnızca görünen kısmıdır. Kalp dünyasında ne gibi fırtınaların koptuğunu sezemezsiniz bile. Dökülen göz yaşları; gönül kitabının kristalleşmiş billur harfleri, Hak’ka yükselmekte olan dua kelimeleridir aslında.
Böylesi bir bilinç ne kadar da erdiricidir Rahman’a…
ATEŞLE YIKANMAK
Bilinci yakalamanın başka usulleri de vardır: Normal yollardan bilinçlenemiyorsanız hasta olmanız gerekebilir; örneğin ya da aç kalmanız. Yahut da bela ve musibet çilehanesinde yanıp pişmeniz… Yakıcı potalarda ateşle yıkanıp arınmaksızın, imbikten süzülen hakikat hüzmelerinin size ulaşması, erdirip oldurması mümkün değildir.
Şeytanı şeytan yapan bilgisizliği değil bilinçsizliğidir. Allah’ı bu kadar bilen bir varlığın isyanını başka türlü nasıl izah edebilirsiniz ki?
Ya Peygamber Efendimiz’i (sav) bu kadar bilen, her daim yanında ve yakınında bulunan Ebu Talib’in durumunun bizleri derinden sarsması, korkutması gerekmez mi? Demek ki her zaman yakında bulunmak yakîn hasıl ettirmiyor. Allah Teala’nın bizleri, akıbeti hayır olanlardan kılması en büyük dileğimizdir.
Bilinç, nefs-i emmarenin mutmainneye, hastalıklı kalbin kalb-i selime, akl-ı maaş’ın akl-ı maad’a, ilmin irfan ve hikmete, ibadetlerin ihsâna, ahlak-ı zemîmenin ahlak-ı hamîdeye inkılâbıdır aynı zamanda.
Bilinçli bir kulluk adına yazımızı şu münacât ile noktalayalım:
“En güzel insan Efendimiz’in (sav) yapmış oldukları şu dualarla Rabbimize sığınıyor ve yakarıyoruz:
“Ey kalpleri evirip çeviren Allahım! Kalplerimizi evirip, çevirme. Dinin üzerine sabit kıl. Bizlere sonu küfür olmayan iman nasip eyle.”
Süper bir yazı teşekkürler