Ben ve “Ben” 2 / Kenan Kurban

Ulu ağaçların dallarının ve yapraklarının arasından sızan güneşin ışıkları altında pırıl pırıl parlayan gri renkli klasik araba ormanlık yolda adeta yılların tecrübesine sahip vakur bir bilge edasıyla yol alıyordu. Nihayet yüksek duvarların çevrelediği ahşabın üzerine ferforjenin ince bir işçilikle bütünleştiği kapının kalın taş sütununda asılı “Güçlü Malikânesi” tabelasını görünce iyice yavaşlayıp kapının önüne yaklaştı. Onu an ve an takip eden hareketli kameralara ek şoförün hizasındaki yüz tarama kamerası anında verileri güvenlik odasına iletti. Arabanın camını açan sürücü muhatap bulmak için başını dışarı çıkartırken kapı otomatik olarak açıldı. O daha gaza dokunmadan arabanın radyosundan “Ülkemizin genç ve güçlü kalemlerinden Selim Galipoğlu Beyefendi hoş geldiniz.” anonsu duyuldu. Selim hafif şaşkın hafif mütebessim aracını aralarından yemyeşil çimlerin çıktığı çim taşıyla döşenmiş araba yolunda hareket ettirdi. Gayriihtiyari bakışları bahçeye takıldı. Göz alabildiğine yeşillik ve ender türlerden süs ağaçlarının bulunduğu bahçe insanı adeta cezbediyordu. Çiçeklerin, güllerin kokusuna sessizlik eşlik ederken tabii, katışıksız bol ve tertemiz oksijeni ciğerlerine çekince ruhunu tarifsiz bir huzur kapladı. İki katlı bir bina yüksekliğinde ve ortamın doğallığını bozmayan dış cephesi çoğunlukla ahşap kaplama kullanılmış malikânenin mermer sütunlarının süslemelerindeki zanaatkârlık hayran bırakırken fantastik bir yolcuğa kapı aralıyor gibiydi. Kemerli büyük pencereler ise içerisinin ne kadar aydınlık ve ferah olduğu hakkında ilk işaret fişeği gibiydi. Selim yolun sonundaki takım elbiseli gencin yanına yaklaşıp durdu. Uzun boylu kara yağız delikanlı ustaca çaktırmadan bir Selim’in yüzüne bir de elindeki telefona baktı, nazikçe arabanın kapısını açıp “Hoş geldiniz Selim Bey.” dedi. Selim anahtarı üzerinde bırakıp inerken “Hoş bulduk.” dedi. Sonra arka kapıyı açıp koltuk üzerindeki deri çantasını aldı. Birkaç saniye tekrar etrafı süzüp çantasını omuzuna asıp mermer basamaklardan çıkmaya başladı. Sağlı sollu altuni taflanların eşlik ettiği geniş kare çim taşıyla döşenmiş yol on metre sonra ikiye ayrılırken ortada beyaz mermerden yapılmış şırıl şırıl su sesinin duyulduğu süs havuzu duruyordu. Selim bir an yürümekten vazgeçti. Bahçeye, havuza ve o muhteşem malikâneye baktı. Gerçekten de göz alıcıydı. Daha önce de memleketin birçok sayılı zenginlerinin evine misafir olmuştu. Ama burası bambaşkaydı. Bir yandan heybetiyle insanın içine korku salarken bir yandan da huzur verip içine çeken bir tarzı daha doğrusu ruhu vardı. Sanki kışı ile yazı aynı anda yaşatıyordu. Çimlere basmanın zevkine varmak için yavaş yavaş yürürken bir yandan imza atacağı bu çalışmanın kariyeri açısından büyük bir atlama taşı olacağının farkındaydı. Bu düşüncenin verdiği heyecanı içinde taşırken aile hakkında yaptığı araştırmalardan sonra cevabını bulamadığı bazı sorular beyninin içinde cirit atıyordu. Bu durumda kendisini dipsiz bir kuyuya düşmüş gibi hissedip korkuyordu. Malikânenin kapısını bir hizmetçi açıp gülen bir sima ile “Hoş geldiniz.” dedi. Sonra ayakkabı dolabından üzerinde Selim Galipoğlu yazan meşhur bir markanın gösterişli kutusundaki ayakkabıları çıkartıp yere bıraktı. Selim kıza bakınca kız “Selim Bey buyurun bunlar sizin için özel alındı.” dedikten sonra çekçeki uzattı. Selim ilk defa karşılaştığı bu uygulama karşısında şaşırsa da “Evin kurallarına uymak gerek.” diyerek yeni pabuçlarını giydi. Hizmetçi eliyle göstererek “Salona geçebilirsiniz.” dedi. Selim başını kaldırınca onu sanki geceyi değil de bakanların içini aydınlatsın diye asılmış hususi üretilmiş avize selamladı. Sonra farklı renklerden oluşan Selçuklu motifleriyle işlenmiş mermer döşemeye ilk adımını attığında zengin bir kültür harmonisinin cümbüşüne dalmış gibiydi. Geniş antrenin sağındaki ahşap merdivenlerin başındaki miğfer gözüne çarpınca ister istemez kaçamak bakışlar ve alıcı gözlerle malikâneyi incelemeye devam etti. Salonun tam kapısından girerken kulağına hiç umulmadık bir ses geldi. Bu asansörün çağrılan kata geldiğini belirten o mekanik sesti. Refleks olarak sesin geldiği yöne baksa da mobilyalardan başka bir şey göremedi. Hizmetçi kız büyük çift kanatlı ahşap kapının altın kaplamalı kolunu nazikçe tutup açtı. Ve aynı letafetle “Siz keyfinize bakın, Nihat Bey ve ailesi birazdan burada olacaklar.” dedi. Salondaki avangart mobilyalar, tavan işlemeleri ile üst düzey bir zevkin ve ekonomik gücü hissettiriyordu. Bir edebiyatçı, bir nebze de ressam gözüyle baktığında duvardaki yağlı boya tablolar onu kendilerine doğru çekti. İmzasına bakıp kimin yaptığını çıkartmaya çalışsa da başarılı olamadı. Sonra gözüne kitaplıklar çarptı. İnce kadife kumaşla kaplanmış raflarda kitaplar adeta dünyanın en kıymetli paha biçilmez hazineleri gibi duruyordu. Sonra soluna döndü, boydan cama doğru ilerleyip dışarı seyre koyuldu. Yapay bir gölet ve alabildiğine sınırları görülmeyen ağaçlık bir arazi… Yeşilliklerden sonra masmavi gökyüzünü görmek için başını kaldırınca havada arı vızırtısı gibi ses çıkartan uçan gözleri gördü. Birisi adeta havada asılı kalmış ve onu gözetliyor gibiydi. Rahatsız olup gıcıklığına sırıttı. Eliyle gülücük atıp “Merhaba ben Selim” diyerek el salladı. Uçan göz espriyi karşılıksız bırakmayarak selamlama hareketi yapıp yükselip gözden kayboldu. Selim dönüp tekli koltuğa otururken içinden “Kızmamak lazım bu adamların işi güvenlik zaten…” dedi. Hizmetçi kız kapıyı tekrar açtığında önde akülü tekerlekli sandalyede otuzlu yaşlarında bir kız, duru güzelliği, vakur ve soylu duruşuyla yanımda “Edebin kadar ederin var” psikolojisine sokup adeta saygıya mecbur kılıyordu. Sağında altmış beş yaşlarında bir seksen boylarında spor yaptığı her halinden belli bir beyefendi ile solunda yine atmışlı yaşlarında bir sultan edasına ve asaletine sahip bir hanımefendi girdi. Adam, Selim’in yanına yaklaşıp tokalaşırken “Sefalar getirdiniz Selim Bey” dedi. Selim hafiften heyecanlı bir ses ve tavırla “Sefalar bulduk Nihat bey” dedi. Nihat eliyle ikili koltuğu gösterip “Buyurun oturun Selim Bey” dedi. Selim bu kez camı yandan kitaplığı karşıdan gören ikili koltuğa otururken yakın tekliye Nihat diğerine eşi otururken tekerlekli sandalyedeki kız ikisi arasındaki boşluğa sırtı tam cama gelecek şekilde aralarına gelip durdu. Nihat, Selim’e bakıp eliyle göstererek “Eşim Müjgan Hanım.” dedi. Selim, mütebessim “Memnun oldum. Hanımefendi entelektüel çevrelerde ve sanat camiasında bilinen ve sevilen, saygı ile bahsedilen bir isimdir.” dedi. Müjgan duydukları hoşuna gitse de bunu pek belli etmek istemedi. Biraz soğuk daha çok seviyeli sadece “Teşekkürler teveccühünüz.” dedi. Nihat hafif hafif esen soğuk havanın farkındaydı. Ama aldırmadan tekerlekli sandalyeye gösterirken merhamet ve sevgi dolu cümlelerin sıcaklığı salonun her bir zerresinden hissediliyordu. Nihat “Gözümün nuru, biricik kerimem Gönül.” dedi. Selim ellerini alkış yaparcasına birleştirip “Zarif Holding yönetim kurulu başkanı… Ekonomi haberlerinin kendisinden bahsetmeden geçemediği başarılı iş kadını ve mücadelesiyle herkese örnek olan saygın bir şahsiyet. Gıyaben tanıdığım sizlerle şimdi yüz yüze tanışmak benim için büyük şeref.” dedi. Gönül “Bu güzel iltifatlar için teşekkürler. Sizinle tanıştığımız için biz de mutlu olduk.” dedi. Ortamın tüm sıcaklığına rağmen Müjgan Hanım’ın otoriter bakışları Selim’i “Bilmediğim bir sorun mu var?” diye kaygılandırıyor, daha doğrusu üzerinde baskı oluşturuyordu. Bu kısa tanışma faslı biterken hizmetçi elinde tepsi ile içeri girdi. Önce misafirin yanındaki sehpaya bademli, muzlu, çikolatalı ve naneli rengârenk makaronların bulunduğu tabak ile üzerine kuş tüyü kalem şekliyle süslenmiş latte kahveyi bıraktı. Selim belli etmese de şaşırmıştı. Tam da sevdiği lezzetlerdi ve kendisine sorulmadan ikram edilmesi şaşırtmıştı. Nihat’a bol köpüklü Türk kahvesi yanında naneli kuş lokumu, Gönül’e ekler, pasta ve fincanda çay bırakılırken Müjgan Hanım’a uzun bardakta kenarı limon ile süslenmiş buzlu, soğuk çay bıraktı. Makaronlara bakan Selim gülümseyerek “Ben mi sizin hayatınızı yoksa siz mi benim hayatımı kaleme alacaksınız? Bakıyorum da benimle alakalı teferruatları bile atlamamışsınız.” dedi. Nihat ile Gönül bir an göz göze geldiler, sonra Gönül “Babamın hayatını sizin kaleminize teslim edeceğiz. Müsaade edin de sizin hakkınızda bilgi sahibi olalım.” dedi. Selim makaronlardan bir tane yedikten sonra “Nihat Bey’in biyografisi için beni tercih etmesi büyük bir şereftir. Ben de elimden geleni yapacağım.” dedi. Nihat “Elinden geleni yapman yetmez limitlerinizin üstüne çıkmanız gerekiyor.” derken Müjgan Hanım’ın göz hapsi zirve yapmıştı. Nihat “Ayşe Kurt Hanım ile Köksal Can Bey Müjgan’ın yakın arkadaşlarıdır. Hanım bu çalışmayı onlarla yapmamı istedi. Fakat bizim holdingin basın danışmanı Fuat Bilgin sizi kuvvetle tavsiye etti. Ben de üç isim arasından sizi tercih ettim.” dedi. Selim gayet ciddi bir tavır takınarak “Ayşe abla ve Köksal abiler üstadlarımızdır. Söz yerinde ise edebiyatın aksakallılarıdırlar. Onlara rağmen bu işi bana vermeniz ayrıca bir onurdur ve büyük bir sorumluluktur. Ben de bana olan güveninizi boşa çıkartmayacağım.” dedi. Müjgan’ın hoşnutsuzluğunun sebebi anlaşılmıştı. Müjgan soğuk çayını neredeyse yarılamıştı ki içinde taşıdığı sevginin verdiği kaygıyla nazikçe “Eşim ve ailem ile ilgili konularda çok hassasımdır. Ve onlar için en iyisinin olmasını isterim. Bu çalışmada bizi yakından tanıyanların daha iyi yapacağını düşündüm. Kesinlikle şahsınızla alakalı bir mevzu değil.” dedi. Selim makaronları ve kahveyi dayanamayıp her şeye rağmen kibarca götürürken şunu anlamıştı Müjgan, aileyi, geçmişini ve sırlarını yabancı birinin öğrenip bunları topluma aktarırken mahremiyeti ne kadar koruyacak veya hangi üslup ile aktaracaktı? İşte bütün bu bilinmezlerin verdiği kaygılara koruma içgüdüsü de eklenince dişi kaplan gibi dişlerini gösterip tırnaklarını çıkartmıştı. Müjgan bu kez dingin bir ses tonuyla devam etti “Ama şundan da eminim, Nihat mutlaka işi ehline verir. Bu gerçeğe rağmen sizin de alternatifsiz olmadığınızın farkında olmanız da fayda var. En azından son dakikaya kadar hiçbir şey kesin ve tamam değil.” dedi. Bu son cümleyle birlikte benliğinde bastırdığı öfke fırtınasıyla birlikte Selim’e hafif ateş bastı, biraz da terler gibi oldu. Hatta içinden bir ses “Bu şımarık zenginlerle uğraşma kalk git.” teklifinde bile bulundu. Ve bu fikir biraz da aklına yatsa da sanatçı ruhunun derinlerinden savaşçı, cesur tarafı isyan edercesine “Her pes ediş, hayatın boyunca başlayacak mağlubiyetlerin başıdır.” diye haykırdı. Kendi kendine sessizce “Bu iş umduğundan daha zorlu ve yorucu olacak.” dedi. Sonra odadakileri ve özellikle de Müjgan’ın teskin etmek istercesine “Bu iş ilk teklif edildiği gün yol haritası kafamda netleşip çalışmalarına başladım. Ülkenin en saygın ve varlıklı iş adamının biyografisini yazma düşüncesi beni o kadar heyecanlandırmıştı ki geceleri istesem de uyuyamıyor, beynimde kelimeler, yüreğimde ise duygular fırtınalar esiyor, her biri ben, ben, ben daha iyi anlatırım diyor.” dedi. Nihat tamam dercesine iki elini koltuğun kollarına hafiften vurarak ayağa kalkarken “O zaman üst kata çalışma odasına çıkalım da işe koyulalım.” dedi. Selim de kalktı beraberce salondan çıktılar. Merdivenin başında yine ilk girişte gördüğü miğferi bu kez yakından gördü. Bu öylesine süs olsun diye burada durmuyordu. Hâlâ üzerinde taşıdığı çatışma izlerinden yaşanmış bir hikâyesi olduğu belliydi. İki basamak daha çıkınca yine sağında duvara gömülmüş cam muhafaza altında bir buçuk metre boyundaki Türklerin efsane kilij kılıcını gördü. Kılıfındaki ayeti okumaya çalışırken Nihat, Nisa suresi yetmiş sekizinci ayet “Nerede olursanız olun, sağlam ve tahkim edilmiş kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size ulaşacaktır.” “Bu akıncı beyi olan ceddimden yadigâr.” diye açıklama yaptı. Üç basamak sonra kamış bir kalem ve hokka görüldü. Nihat “Bu da Bağdat’ta yaşamış dedelerime ait.” dedi. Merdivenin başına vardıklarında bu kez bir sarık, tespih ve deri kaplı bir kitap gördü. Nihat bu kez korkuluklara tutunup “Bunlar da Ahmet Yesevi Hazretlerinin talebeliğini yapmış irşad için Anadolu’ya gelen dedeme ait.” dedi. Selim daha çok bilgi almak için soru soracaktı fakat Nihat’ın küçük küçük izahatlarda bile aşırı duygulandığı aşikârdı. Konunun uzamasını istemediğinden “Sizin hayatınızdan sonra ceddiniz için ayrıca çalışma yapmamız gerekecek.” dedi. Nihat “Kesinlikle.” dedi. Üst katta yan yana yürürlerken Selim alt katta kalan geniş antreyi daha rahat görüyordu. O an mekanik sesi tekrar duydu. Ama bu kez sağa sola bakıp aranmasına gerek yoktu. Çünkü evin bütünlüğünü bozmaması için adeta gizlenircesine inşa edilen asansör bu kez karşısındaydı. Ve içinden hanenin biricik kızı, göz bebeği Gönül indi. Kendi odasına doğru yöneldi. Nihat kapıyı açıp çalışma odasına buyur etti. Büyük camdan yeşillikleri ve yüzme havuzunu gören oda alabildiğine sadeydi. Nihat ile Selim karşılıklı koltuklara oturdular. Selim içinde taşıdığı yazma, araştırma aşkının coşkusuyla yüreğinden kopan kelimeleri aklıyla yoğurarak konuşmaya başladı: “Bu kitabı okuyanlar demeli ki; vay be, adam tüm zorluklara rağmen iyi insan olmaktan vazgeçmemiş ve muvaffak olmuş. Gücüne, başarısına ve servetine rağmen yoldan çıkmamış. Adalet ve merhamet hep kılavuzu olmuş. Hiçbir duygu, nimet veya çile onu ahlaksızlaştıramamış desinler. Hele hele insanların kibir dağına çıkıp çıkıp küçük tanrıcıklar gibi yeryüzünde dolaştığı bir zamanda sizin gibi rol modellere toplumun hatta toplumların çok ihtiyacı var.” dedi. Muhatabının devam et diyen bakışlarından da cesaret alan Selim “Ben sizin hayatınızı uygun görürseniz?” dedi. Nihat o olgun ve bilge bakışlarıyla tasdikler manada başını sallayınca yazar işine olan aşkın verdiği heyecanla devam etti. Selim “Her şehir, her ülke gibi insanların da içinde kendine has birçok güzellikleri olsa da baskın, ilk göze çarpan dost düşman herkesin takdir ettiği vasıfları vardır. Sizin de…” dedi. Sonra bir an muhatabıyla bakışları kesiştiğinde Nihat “Evet benim de…” dedi. Selim bir daha sesinin tonunu arttırıp vurgulayarak “Sizin için cesur ve ahlaklı… Hatta hatta çok ahlaklı kanaati tartışmasız hâkim… Buna ticari rakipleriniz ve dahi kesinlikle sizi sevmeyenler dâhil.” dedi. Nihat bu değerlendirmeden tebessümle karşılayıp “O yaptığımız yardımlardan dolayıdır.” dedi. Selim bir solukta konuşmak istercesine derin bir nefes alıp müvekkilini savunan güçlü bir avukat edasında hâkime itiraz edercesine parmağını kaldırıp “Hayır, hayır… O tipler için sadece hayırsever diyorlar. Evet, siz de hayırseversiniz ama ahlak para ile ilgili değil. Çünkü ahlakı para ile satın alamazsınız. Zorlamayla, birkaç saatlik rol ile olmaz. Siz paranız, gücünüz olmasa da ahlaklısınız.” dedi. Biraz durakladı, sonra “Ben bu kitapta ticari başarılarınız, çocukluğunuz, aileniz, hepsinden kronolojik bir sıra ile bahsederken özellikle ahlakınızı öncelemek, konuşmamın ilk başında da dediğim gibi kitabı onun üzerine inşa etmek istiyorum.” dedi. Nihat, Selim’in elinden bir baba sıcaklığında ve merhametiyle tutup tane tane “Ben niye bu kitabı senin yazmanı istedim bir düşüncen, fikrin var mı?” dedi. Selim “Birçok sebebi olabilir ama ilk aklıma gelen yazı üslubum belki tınısı…” Nihat muhatabını fazla yormak istemediğinden devam etti “Sizin ahlaksızlığa ve adaletsizliğe dayanamıyor olmanız ve bu konulardaki cesur duruşunuzdan sebep bana önerilen müstesna isimler arasından sırf bu saikten sizinle çalışmak istedim.” dedi. Selim bu kadar iyi anlaşılmaktan gayet memnun ama biraz düşünceli kalkıp camı açıp “Nihat Bey bu çalışma ile ilgili her şeyi kafamın içinde neredeyse bir kanaviçe işler gibi işledim. Ama sırıtan daha doğrusu karanlık yerler var.” dedi. Acı ile yoğrulmuş bir hayatın içinde aldığı her darbenin yıkmak yerine daha da muhkemleştirdiği çelikten bir iradeye ve galebe çalan en kötü ve en coşkun duygulu anlarda bile kılavuz olmaya devam eden bir akla sahip Nihat tane tane “Bana aklınıza takılan her şeyi rahatlıkla ve çekinmeden sorabilirsiniz.” dedi. Selim boğazını temizleme ihtiyacı hissedip hafiften öksürür gibi yaptı. Selim “Doğumlarından sonra ölen üç çocuktan sonra hayata tutunan büyük ihtimamla yetiştirilen ilk oğlunuz Cahit büyüyünce aileyi terk etmekle kalmayıp ismini ve soyadını Savaş Yenilmez olarak değiştiriyor. Ve sizin tam zıttınız bir hayatı hatta fikriyatı tercih ediyor. Hakeza küçük oğlunuz şarkıcı Enes Güçlü ise hiçbir değeri olmayan zevkçi bir yaşamın içinde gününü gün ediyor. Biricik kızınız Gönül Hanım ise küçük yaşta geçirdiği yüksek ateşten sebep tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuş. Şüpheci beyinler için soru işaretleriyle dolu.” dedi. Nihat beklediği soruyu cevaplarken üzerine biraz ağırlık çökse de gayet sakin “Bazı soruların cevabı belki birkaç cümleye sığacak kadar basit olsa da muhteviyatı insanlık tarihi kadar eskidir. O sebepten dil zorlanır, bazen lâl olur.” dedi.
Gönül odasında hazırlanırken yardımcısı çoktan gelmişti. Gönül “Berna, yarınki ihale için dosyamız hazır mı?” dedi. Berna “Hazır, hazır olmasına ama siz yine de son bir defa göz atsanız iyi olur.” dedi. Gönül eliyle dolabı göstererek “Dolaptan ikinci sıradaki ipek başörtümü verir misin?” dedi. Sonra mevcut olanı çıkartırken “Aslında gerek yok şirketimiz bu konuda yeterince tecrübeli.” dedi.
Karşılıklı koltuklarda oturan takım elbiseli iki adam üzerinde “Savaş Yenilmez” yazan metal isimliğin arkasındaki adama bakıp “Savaş Bey, Zarif Holdinge karşı Savunma Bakanlığı ihalesinde bize niye destek veriyorsunuz?” Savaş yan taraftaki çantayı gururla masaya koyup açtı. İçi döviz doluydu. Savaş “Siz ihaleyi alın.” elini paraların üstüne koyup “Size güvence veriyorum kuruş kaybınız olmayacak. Dahası yılların Zarif Holdingini eleyen şirket olarak itibarınız olacak.” dedikten sonra koltuğunda geriye doğru yaslanıp “Savaş Yenilmez olarak Zarif Holdingin diz çöktüğünü görmek istiyorum.” dedi.
Devamı Gelecek Ay…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir