Köşke dönerken yarın nelerle karşılaşacağını düşünüyordu. Biraz tedirginlik de vardı içerisinde, çünkü her bilinmezlik insanı tedirgin ederdi. Köşke geldiğinde akşam ezanı okunmuştu. Serin bir bahar akşamıydı. Hizmetçiye akşam kahvesini bahçede içeceğini söyledi. Çünkü içindeki ateş onu yakıyor, yelken açtığı bu garip yolculuk tarifsiz bir acı ve zevk veriyordu. Kahvesini içerken bir yandan da günlüğü okumaya devam etti. Her bir satırında bir incelik ve güzel bir Türkçe vardı. Belli ki bu hanımefendi iyi bir eğitim almıştı. Keşke onunla tanışabilseydi. Günlükte sık sık bahsettiği kızı Aslıhan’ı da merak etmeye başlamıştı. Hanımefendi onun üzerine titrediğinden, özenle yetiştirdiğinden bahsediyordu. Bu okumalar, en son sayfaya gelmişti.
15-02-1946
Bugün soğuk bir Şubat günü. Artık yorgun bedenimin dayanacak gücünün kalmadığını hissediyorum. Bu sadece hastalıkla alakalı bir yorgunluk değil. Çünkü II. Dünya Savaşı sebebiyle yaşanmakta olan ekonomik sorunlarla mücadeleden yoruldum. Fakat ne çare ki en sonunda eşimin benim için yaptırmış olduğu ve acı tatlı birçok hatıraların bulunduğu bu köşkü de satmak zorunda kaldım. Ve tahliye için iki aylık bir süremiz var. Ve bu son olay bende derin bir teessüre sebep oldu. Zavallı bünyem bunu kaldıramaz. Artık ömrümün nihayetine geldiğini hissediyorum.
Ve sevdiklerime kavuşacağım için sevinirken, biricik kızımdan da ayrılacak olmak beni çok derinden üzüyor. Keşke kızımın mürüvvetini görebilseydim. Fakat o, daha on yaşında bir çocuk. En iyisi onu dayısına teslim etmek. Memleketimiz Aydın’da sakin sessiz bir hayat yaşar diye düşünüp dua ediyorum.
Germiyanzade Osman Bey’in kızı Hatice Güleryüz.
Bu günlükteki son yazısıydı. Belki kadın o gece Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Mehmet günlüğü olduğu yere bırakıp biraz hüzün, biraz da tedirgin bir şekilde yatak odasına geçerken duvardaki saatin gongu saat 24:00 için vuruyordu.
Ferhat Bey’in aklında son günlerde hep aynı düşünce vardı. Artık ablasının biricik emaneti olan ay parçası yeğenini helal süt emmiş birisiyle evlendirip torun sevmek istiyordu.
Aslıhan’ı konuşmak için yanına çağırdı, acaba gönlünde birisi var mıydı, diye merak ediyordu.
– Kızım, bu sene zeytinler, incirler çok ürün verecek. İşlerimiz gün geçtikçe artıyor. Muhterem annen yaşasaydı da beraber tarlalarda dolaşsaydık. O incirleri çok severdi. Her bir fidanısevgiyle büyütürdü. Gerçi kendisine yemek nasip olmadı. Ama sana iyi bir miras bıraktı. Şimdi kızım, artık büyüdün, ben senin hem dayın hem de baban sayılırım. Her bir derdini, isteğini bana söyleyebilirsin.
Aslıhan sözün nereye geleceğini anlamış, utançtan yüzü kızarmaya başlamıştı. Dayısının yüzüne bakamıyordu, gözleri Yörük desenleriyle işlenmiş halıda, aklı ise gördüğü rüyadaydı; “Genç bir adamı işaret edip helalin” diyorlardı. Ve o yüzü resmedebilecek kadar iyi hatırlıyor ve istese de aklından çıkartamıyordu. Lakin bunu kime anlatabilirdi? Birisine anlatsa erkek delisi, evlenme düşkünü gözüyle bakabilirlerdi. Dayısına ise anlatmaktan hayâ ederdi. “Ahh anne, şimdi başımı dizlerine koysam, sen saçlarımı okşarken rüyamı anlatsam, sonra sen beni kucaklayıp sıkıca sararak düşümü tabir etsen ne güzel olurdu ama yoksun.” Bunu ben tasarlamadığıma göre rüyayı gösteren mutlaka bana bir yol ve işaret gösterecektir.
Dayısı sözüne devam etti:
– Kızım gönül verdiğin birisi var mı? Senin mürüvvetini görmek hem de ablamın ruhunun şad olmasını istiyorum.
– Dayıcığım, beni siz yetiştirdiniz. Sizin uygun gördüğünüz birisini ben de uygun görürüm. Hem şu anda benim merak ettiğim tek bir şey var. Annemin kayıp günlüğünü merak ediyorum. Ölmeden önce başladığı son günlük bir türlü bulunamadı. Şimdi tek istediğim o bölümleri okumak.
– Kızım bütün eşyalarınızı getirdik fakat ne hikmetse o günlük, birkaç elyazması kitap ve annenin sakladığını söylediği bazı mektupları bulamadık. İnşallah İstanbul’a gidersek eski köşke uğrar sahiplerine rica ederiz. Belki oradadır.
– İnşallah dayıcığım, diyerek müsaade istedi Aslıhan.
Mehmet büyük heyecan içersinde sabah erkenden kahvehaneye gitmiş, Sadık Bey’i beklemeye başlamıştı. Bugün Vasıf Baba ile tanışacaktı, acaba dedi; “Neresi Peygamber Efendimiz’e benziyor, gözleri, burnu, saçları.” Düşündükçe hasreti daha da artıyordu. Kaç kere Allah Resulü’nü rüyada görmek istemişti de nasip olmamıştı. Şimdi O’nun kanından bir kan, canından bir can ile tanışacaktı. Sonra Uhud Savaşı’nda Allahu Teâlâ’nın Cebrail’e “Eğer O’nun bir damla kanı yere düşerse yeryüzünde bir daha toprağı yeşertmem.” sözünü hatırladı. Ne kadar değerli bir kan taşıdıklarını hisseti. Öğleye doğru Sadık Bey kahvehaneye geldi.
– Garip seninle öğle namazını kılalım daha sonra da Vasıf Baba’ya ziyarete gidelim.
– Öğle namazından sonra Mehmet’in kalbi daha hızlı atmaya başlamıştı. Vasıf Baba’nın aktar dükkânına yaklaştıkça sanki ölecek gibi oluyordu.
– İnsanın ciğerlerini dolduran bin bir çiçek, zencefil, nane vb. bitkilerin kokularının bulunduğu dükkâna selam verip girdiler. Fakat sadece bir delikanlı vardı. Mehmet bir an için şok oldu, herhalde görüşemeyeceğim duygusuna kapıldı. Neyse ki arka odadan nur yüzlü, 1400 yıl öncesinden o pak neslin kokusunu taşıyan, bakışıyla insanın içini okuyormuş hissi veren son derece yumuşak sesli biri çıktı. Mehmet derin bir oh çekti. Herhalde Vasıf Baba dedi kendi kendine.
– Hoş geldiniz evlatlarım, dedi. O müşfik sesiyle Vasıf Baba.
– Hoş bulduk efendim diyerek elini öptü Sadık Bey, arkasından da Mehmet öptü elini.
– “Berhudar ol garip” dedi Vasıf Efendi. Küçük sedir iskemlelere oturmaları için işaret etti. Mehmet sanki titrer gibi bir hal içerisindeydi.
– Bu, mahallemize yeni taşınan bir sakinimiz, sizinle tanışmak istedi. Bir derdi var efendim” dedi, Sadık Bey.
– Hoş geldiniz evladım. Hayırlı uğurlu olsun. Hangi eve taşındınız?
– İncirli Köşk.
– Yaa, demek İncirli Köşk. İlk sahibi İbrahim Bey çok muhterem biriydi. O köşkü eşi Hatice Hanım için inşa ettirdi. Eşi inciri çok sevdiği için de bahçesine incir ağaçları diktirmiş. Köşk de ismini oradan almıştır. Ne var ki Kurtuluş Savaşı ve sonraki zor yıllarda önce İbrahim Efendi, arkasından Hatice Hanım vefat ettiler. Bir kızları vardı. Onu da dayısı Ferhat Bey Aydın’a götürdü. Sonraki sahipleri köşke pek vefalı davranmadılar. İncir ağaçlarını yok ettiler. Hor kullandılar. Neyse ki siz iyi bir insana benziyorsunuz. Orayı ihya edersiniz. Evli misin delikanlı?
– Hayır efendim.
– Delikanlı, bil ki yanmadan pişilmez. Yanmak için âşık olmak gerek evladım. Aşk seni yakacak, yakacak ki pişesin, pişesin ki olgunlaşasın. Kalbin kadifeden daha yumuşak, kaleden daha sağlam bir hale gelsin. Orada hiçbir kötü düşünce hayat bulamasın. Her kötülük senin yumuşaklığında, merhametinde erisin yok olsun. Tıpkı bakırın ateşte eriyip şekil alması gibi. Oğlum, sen önce yaratılanı sev sonra yaratanı. Yaratılanı sevmeyen yaratanı sevemez. Eseri sevmeyen ustasını da sevmez evladım. Garip, içindeki sesi dinle ve onu ara. Ara ki nasibini bulasın. Yolun açık olsun…
Mehmet çok şaşırmıştı. Artık ona Aydın’ın yolları gözüküyordu. O gün hemen Aydın yolculuğuna çıktı. Aydın’a vardığında her taraftan gelen ıhlamur kokularına çimen kokuları karışıyordu. Bu şirin Ege şehrinde Germiyanzade Ferhat Bey’i nereden bulacaktı? Karmaşık duygular içerisindeyken şundan da emindi ki ona mutlaka yol gösteren işaretler çıkacaktı. Önce karnını güzelce doyurdu. Aklına burada ki müşterisi Cemal Reşidoğlu geldi. Onun dükkânına gitti, derdini anlattı.
– Germiyanzade Ferhat! Bunu bilse bilse bizim amcazade bilir. Kendisi bu bölgenin vergi memurudur, ona gidelim. Ona gittiler. Amcazade biraz yaşlı olduğu için aksi birisiydi.
“Niye arıyorsun. İnmisin, cinmisin, ne yapacaksın?” derken, zar zor ikna ettiler.
– Onlar köklü bir ailedir. Yalnız Kuyucak ilçesinde otururlar. Orada bulabilirsiniz. Buradan üç saat çeker.
Mehmet için artık son üç saat kalmıştı. Fakat içindeki kurt sürekli büyüyordu. Uğruna bunca yol geldiği insan nasıl birisiydi? Hayalindeki gibi miydi? Boşuna emek çekmiş olmasaydı. Bilmediği bir hayalin peşinden gelmişti buralara kadar. Neyse son bir üç saat. Cemal kendi arabasını arkadaşına tahsis etti. Mehmet dar ve bozuk yolu sanki uçarak gidiyordu. Kuyucak küçük bir ilçeydi. Son sürat ilçe merkezine arabayla girdi. Akşam namazını Kurtuluş Camii’nde kıldı. İmam Nasip Bey’e yaklaşıp Germiyanzade Ferhat Bey’in çiftliğini aradığını, onlara bir emanet getirdiğini söyledi. İmam güngörmüş biriydi. Önce inceden Mehmet’i süzdü. Sonra odasına götürüp çay ikram etti. Biraz muhabbetten sonra güven hissi oluştu ki çiftliğin yerini tarif etti. Mehmet çiftlik yoluna girmişti. Yol boyunca Menderes Nehri’nden gelen sulama kanallarıyla, portakal, incir, zeytin ağaçları ona eşlik ediyordu. Çiftliğe yaklaşmıştı ve çitler görünüyordu. Çiftlik kapısına geldiğinde kapıyı işçilerden biri açtı. Ferhat Bey de akşam yemeğini yeni yemişti. Kahvesini yudumlarken kapısı çalındı:
– Efendim İstanbul’dan bir bey sizleri görmeye gelmiş. Çok önemli bir konu hakkında görüşecekmiş, dedi hizmetçi.
– Hemen içeri alın.
– Mehmet içeride ne ile karşılaşacağını bilmediği için heyecanlı ve tedirgin bir şekilde Ferhat Bey’in huzuruna çıktı.
– Hoş geldiniz beyim.
– Hoş bulduk. İsmim Mehmet Kıranoğlu, ben kardeşiniz Hatice Hanım’ın köşkünün yeni sahibiyim. Geçen gün elime günlüğü geçti. İstemeden de olsa okudum. Ve sonuçta buraya kadar yolumuz uzandı.
İstanbul’dan gelen misafir haberi bütün çiftlikte yıldırım hızıyla yayılmıştı. Aslıhan misafiri merak ediyordu. “Bir bahane ile onu görmem gerekiyor.” derken, dayısı yanına kadar gelip:
– Kızım sana bir müjdem var, annenin son günlüğünü getirdiler, dedi.
Aslıhan bu habere çok sevinmişti.
– Dayı, izin verirseniz kendim teşekkür edeyim, dedi. Mehmet’i gördüğünde dizlerinin bağı çözülmüş, sanki dili kilitlenmişti, konuşmakta güçlük çekiyordu. Bu üç gün önce rüyasında gördüğü “helalin” denilen gençti. Fakat bir türlü bu rüyanın mahiyetini anlayamamanın, işaret edilen insan gerçekten varsa; nerede ve nasıl bulacağını bilmemenin can sıkıntısı içerisindeydi. Şu işe bakın ki rahmetli annesi ona gene bir şekilde yol göstermişti.
Mehmet ise Aslıhan’ı görünce kalbindeki aşk ateşinin yangınlarını hissetmeye başladı. Kendi kendine içindeki sesi dinlediği için çok mutluydu.
Ferhat Bey ise onları takip ediyordu, iki genç arasındaki elektriklenmenin farkındaydı. Bulunmayan eşyaları düşünerek hikmeti fehmetti; kaybolmak, yok olmak diye bir şey yoktu. İlahi tecelliyat sahnesinde sahnelenecek oyun için gözlerden ırak bir yerde olayın vuku zamanını bekliyorlardı. O an geldiğinde sessiz ama kusursuzca görevlerini yapıp kenara çekiliyorlar, belki yeni bir role hazırlanıyorlardı. Anlaşılan o ki bu iki genç birbirinin kaderiydi. Karşı koyamazdı ve kalbi bu konuda mutmaindi. Bir anda yüreğine bir ayrılık sızısı düştü. Aklı ise ben buradayım dercesine soru bombardımanına başlamıştı. Onu misafir edip yakından tanımaya karar verdi. Belki yolu İstanbul’a kadar uzanacaktı.
– Melike! Bize kahve getir kızım.
Bu beraber içilen ilk kahveydi ama son olmayacaktı…