Asilzade 12 / Kenan Kurban

Coşkun, İstanbul’a gerçek ailesine kavuşma yolculuğundan eli boş dönse de yüreğindeki onlara kavuşacağına dair var olan sebepsiz ümit eskisinden daha güçlüydü. Biliyordu ki Allah’ın muradı ile kendi arzuları çelişince, zorlansa da, güç yetiremeyecek hâle bile gelse Rabbinin iradesine teslim olduğunda umulmadık ve daha hayırlı kapılar açılıyordu. Tüm keşmekeşine rağmen İstanbul’u da özlemişti. Çalıştığı hana giderken Ali Cengiz’in sevdiği, mangalda ısıtılıp ortasına kaşar konulmuş simitlerden aldı. Aslında, Ali Cengiz için bedava olan her şey tatlıydı. Sessizce hanın kapısından girip çayı demleyen ustasına “Oo usta, sen yaşlanmışsın, bu saatte hâlâ çay hazır değil mi?” dedi. Ali Cengiz, Coşkun’un sesini duyar duymaz aklına Hacı Süleyman’ın iş teklifi geldi. Anında gözünün önünde farklı ülkelerin para işaretleri belirdi. Riyakârlığı galebe çalan özlem dolu cümleler kurarak gözyaşları içinde sarıldı. Ali Cengiz “Neredesin be oğlum?.. Babanı merak ettik, seni de özledik.” dedi. Bu hâl Coşkun’u biraz şaşırtsa da soruları geçiştirdi. Çay, simit, kaşar peynirinin eşliğinde sohbete devam ettiler. Ali Cengiz eliyle hayatının en köpüklü kahvesini pişirip başıyla gel işareti yaptı. Ali Cengiz “Hadi bakalım, ustan sana yeni bir dünyanın kapısını aralayacak.” diyerek yürümeye başladılar. “Üçler Mücevherat” yazan kapının zilini çaldılar. Açılan kapıdan içeri önce Ali Cengiz, peşi sıra Coşkun girdi. Selamdan sonra Ali Cengiz kahveyi kendi eliyle Süleyman’a ikram ederken “Hacı abi, işte bizim eleman, artık söz sende.” dedi. Kahvesinden yudumlayan Hacı, müşfik bir sesle “Evlat, biz ülkenin en lüks alışveriş merkezlerinde zenginlere hitap eden yeni mağazalar açacağız. Oraları kendi yetiştirdiğimiz insanlara emanet etmek istiyoruz. Benim aklımdakilerden birisi de sensin. Bizim piyasanın meşhur sözüdür; çıraklığını yapmadığın işin patronu olamazsın. Eğer teklifimizi kabul edersen önce bizim atölyelerde çıraklık yapıp işin püf noktasını öğreneceksin ki kimse seni kandıramasın. Sonra da mağazaya geçeceksin.” dedi. Bu beklenmedik teklif karşısında afallayan Coşkun şöyle bir etrafına baktı. Soygun için bacasından içeri sızdığı ocağı gördü. Daha bir hafta öncesine kadar buradan içeri hırsızlık için girmişti. Şimdi ise güvenilir adam sıfatıyla iş teklif ediliyordu. Hakikaten dünya garip bir yerdi. Ali Cengiz’e gözlerini dikti. Az önceki aşırı içtenliğin sebebini anlamıştı. Mutlaka Hacı Süleyman’dan iyi bir bonservis parası kopartırdı. Coşkun “Tamam… Ama bir şartım var.” Ali Cengiz’e bakarak devam etti “Bundan sonra odabaşı odasında ben kalacağım. Sabahları da ocağı açıp çayı demlerim.” dedi. Ali Cengiz şart deyince korkmuştu, bu ise onun için ballı kaymaktı, ellerini ovuşturup “Olur, olur…” dedi. El sıkışıp “Hayırlı olsun.” dediler.
Çingene Suat’ın kardeşi Tekin, Coşkun’un umutlarını tamamen söndürmek için üstüne basa basa “Abi, her yere baktık yok, yok…” derken Coşkun odaya girince herkes bir anda donakaldı. Suat yatağından doğruldu. Karısı Feriştah ise hemen Coşkun’a sarılıp gözyaşlarıyla yoğrulan kelimelerle, ciğerden “Oğlum, seni çok merak ettik.” dedi. Coşkun iyi davranmakta zorlansa da mücadele ederek “İyiyim…” dedi. Suat kısık sesle, mahzun, pişman “Beni affedebildin mi?” dedi. Sesindeki pişmanlığın samimi çığlığı yürekleri yakarken Coşkun merhametle ellerinden tutup “Sizi de anlıyorum. Siz, beni evlatlık almasaydınız bile muhtemelen beni başka bir aileye vereceklerdi. Kim bilir belki de başka ülkeye göndereceklerdi. Tahminimce sizin bu kaçırma olayında direkt bir kastınız yok. Bu organizasyonu yapanlar belli ki kötüler ve sırf kötülük için yaptılar. Başka bir ihtimal, ne bileyim, gerçek ailem beni istemedi. Bu soruların cevabı olasılık hesabı… Ama şu bir hakikat, ben bendeki eskiye dair bütün kötü, yanlış fiillere tövbe istiğfar edip terk ettim. Bu yolda ayağıma engel olacak her insan, yer, iş ne olursa olsun ondan uzağım. Sizinle bağımın devamı yanlış işleri, alışkanlıkları bırakmanıza bağlı…” Suat başıyla onaylarken gözlerinde tereddüt vardı. Coşkun “Senden iyi bir insan olmanı beklemiyorum. İyi olmaya gücün yetmese bile en azından kötülüğü bırakmaya yeter. Eğer buradan iyileşip çıkarsan gençlere o ayak oyunlarını öğretmeyecek, o insanları kontrol edeceksin.” Suat bunu hazmetmekte zorlanırken Coşkun “Ayrıca biriktirdiğin paraları geri dağıtacağız. Onların hepsi hırsızlık parası…” Suat’ın, Feriştah’ın, Tekin’in hepsinin yüzü düştü… El mecburdu, kendi elleriyle vermeseler Coşkun kafasına koyduğunu zorla yapardı.
Coşkun eski mahallesinden ve evinden tamamen kopmuş, hanın giriş kapısının hemen üstündeki kesme taştan dört metrekarelik odaya koca bir dünya sığdırmıştı. Her gece, eskiden hırsızlık yaptığı yerlere gidiyor, Çingene Suat’ın zulasından hırsızlık paralarını alıp önceden soyduğu yerlere gidip yüzünü hatırlayabildiği insanların cebine, çantasına çaktırmadan koyuyordu. Ama asıl gariplik şuydu: Hırsızlık yaparken hiç yakalanma korkusu yaşamazken şimdi yüreği yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. İlk günler anlamasa da sonradan anladı ki korkusunun sebebi enselenmekten çok rezil olmaktandı. İnşa etmeye çalıştığı kişiliğinin, itibarının zarar görüp kendi gözünde kendi değerini kaybetmekti. Bu hakkı teslim işini eski günahlarının kefareti olmasıyla birlikte mazide kalmaları için yapmaya devam edecekti. Odasına geri döndüğünde ise ilmî eksikliğini tamamlıyor, bitap düşene kadar ibadetle meşgul oluyordu. Kendisiyle cesurca yüzleşip tövbe ettiği her günahının altındaki ya bir nefs hastalığını ya da bir yetişme bozukluğunu keşfediyordu. Hemen onun zıttı güzel davranışları benliğine sindirmenin mücadelesini veriyordu. Günler, geceler sonra billurlaşan duyguları, düşünceleri her şeyi geride bırakıp her an Rabbinin gözüne girme, Rabbini bilme yarışında kendini geçmeye evrildi. Onu en çok zikreden, tesbih eden olmak için insanlardan başka taş duvarlar, hayvanat ve nebatatla bile yarışıyordu. Bazı anlarda şükür, zikir gibi güzellikler gönlünü damgalıyor, artık bilgi olmaktan çıkıp yediği yemek gibi tadını aldığı şuur hâline dönüyordu. Kâl hâle tahvil olmuştu. Çoğu zaman insanlarla bildiklerini değil, hâlini aktarıyordu. Hacı Süleyman ise onun patronundan ziyade bir abi, bir hoca, bir mürşid olmuştu. Coşkun’un öğrenme azmi onu bunalttığında “Keşke ortağım Nusret burada olsaydı, sen tam onun kalemisin.” diyordu. Coşkun yürüdü bu güzel yolda. Her şeye rağmen yedi başı olan, yedi başının altında da yetmiş kolu olan bir canavarla savaşıyordu. Canavarın kollarını kes kes bitiremiyordu. Bu canavarın direkt kalbine hücum etmeliydi. Bir gece biçare ellerini açıp “Ya Rabbi bana aşkını ver…” duasını saatlerce yaptı. Ancak aşkla, aşk ateşinin korlarıyla bu canavarın kalbini yakabilir, böylelikle canavara diz çökertebilirdi.
Kuyumcu atölyesinde canhıraş çalışan Coşkun daraldığı zamanlarda yemek molalarında yemek yemiyor, namazı cemaatle kılmak için dışarı çıkıyordu. Yine handan çıkıp tarihî yaşanmışlıkların insanın iliğine kadar işlediği sokakların kollarına kendini bıraktı. Her şeyi oluruna bırakıp ayağının götürdüğü yere gidiyordu. O gün kendisini Firuz Ağa Camisi’nde bulduğunda takip edildiğinin de farkındaydı. Orta boylu, beyazlaşmaya yüz tutmuş kirli sakallı, beyaz tenli, yanakları dolgun adam tuşlu telefondan “Takipteyim, çok yaklaştım. Ebediyen sorun olmaktan çıkacak.” mesajını “Kraliçe” yazan kişiye gönderdi. Yazlık ceketinin altındaki silahını ve bıçağını kontrol edip camiye girdi. Coşkun’un yanına gelip edeple oturdu. Karar vermişti, serinkanlı bir şekilde secdeye gittiğinde bıçağı kalbine saplayacaktı. Namaza kalkılınca yaşlı bir amca “Safları sıklaştırın yoksa araya şeytan girer.” diyerek ikisinin arasına girdi. Fırsatı kaçıran adam kafasında hemen ikinci bir plan kurmaya başladı. Namaz çıkışında ise bu kez Coşkun onun arkasından yaklaşıp koluna girerek “Sen yolcuya benziyorsun. Benim misafirim olursan mutlu olurum.” dedi. Adam şaşkın şaşkın ayağına gelen fırsatı şeytani sevinçle “Olur.” dedi. Coşkun elini uzatıp “Benim adım Coşkun.” dedi. Adam içten sıkıp “Nasuh Beyancı.” dedi. Sultanahmet’teki meşhur köfteciye götürüp muhabbet ederlerken Nasuh “Ankara’dan geldim.” deyince Coşkun Ankara macerasını, ailesini aradığını bir iz bulmayı umarak tüm ayrıntılarıyla dakikalarca anlattı. Ayrılırken adamın cebine “Yolcunun hâlinden anlarım.” diyerek para koymayı da ihmal etmedi.
Coşkun’un alışılagelmiş koşuşturmacasını yaparken patronu yanına çağırdı. Yazıhaneye girdiğinde telefon ile konuşuyordu. Hacı Süleyman her zamanki sakinliğiyle “Yeğenim, sen müsterih ol. Gelinimiz Hande için çok harika takılar imal ettik.” Coşkun’a bakıp “Bizim çırak ile sana gönderiyorum.” dedi. Telefonu kapatıp kasadan çıkarttığı pırlantalarla işlenmiş kolyeyi, yüzüğü kadife kutulara itina ile koyarken “Bunları bizim ortağın oğlu Yahya’nın evine ulaştırmamız gerekli.” dedi. Coşkun “Tabii ustam, hemen.” dedi. Süleyman adresi yazıp kendi arabasının anahtarını atarak “O zaman fırla…” dedi.
Coşkun, Süleyman’ın verdiği zengin semtindeki adrese varınca kendisine çekidüzen verdi. Ne de olsa Üçler Mücevherat’ı temsil ediyordu. Ferforje siyah sokak kapısının ziline bastı. Tok bir erkek sesi “Kim o?” dedi. Coşkun “Beni Süleyman amca gönderdi. Coşkun.” dedi. Çift kanatlı kapı cennet bahçesi gibi yemyeşil bir dünyaya açıldı. Coşkun ilk adımdan sonra gayriihtiyari duraklayıp dalıp gitti. İşte hayalini kurup arzu ettiği bu hayattı. Püfür püfür boğaz havası alan, süs bitkilerinin olduğu geniş bahçenin içinde müstakil bir ev… Yüreğinin şuursuzca akıp gidişine canı sıkıldı. “Benim için bu gerçekten de hayal… Üstelik ben mutlu ve huzurluyum. Ben her gece kendime seyre dalıyor muhasebemi yapıyorum. Benim için en güzel mekân kendimi tanıdığım, eksik parçalarımı yerine koyduğum yer.” dedi. Evin iç kapısını ise hasretle yanmış, senelerdir yol gözler gibi duran Yahya açtı. Şükür ve kanaat duygularıyla adama doğru yürüyen Coşkun, Yahya’nın bu hâlini görünce yüreğine bir acıma, mahzunluk çöktü. Uygun bir mesafede durup kendisine yakışır beyefendilikle “Ben Coşkun.” kutuları uzatıp “Süleyman ustamın selamı var. Emanetleriniz.” dedi. Yahya kutuları alırken asıl mühim olan insan hissiyatını ruha işletircesine “İçeri buyurun. Buraya kadar yoruldunuz. Dinlenirken biz de ikramda bulunalım. Fakirhanemiz de şereflensin.” dedi. Coşkun’un içini sımsıcak bir sevgi kapladı, bu iyi davranılmanın ötesindeydi, sebebini çözememişti. Çekinerek temkinli içeri girdi. O karşısında açık haber kanalının olduğu televizyon olan koltuğa otururken Yahya “Soğuk, sıcak, çay, kahve ne içersin?” dedi. Coşkun “Çay, eee bir de su, evet su…” dedi. Yahya, kurabiyelerle beraber çayı getirip sehpanın üzerine bıraktı. Yahya “Sen keyfine bak. Ben bunları hanım gelmeden saklayayım sonra sürprizin tadı kaçar.” dedi. Coşkun “Tabii tabii ne demek. Sıkıntı yapmayın.” dedi. Yahya yukarı kata çıktı. Coşkun bu güzel evi nazar etmekten korkan kaçak bakışlarla süzerken komodinin üzerinde doksanlardan kalma, sekiz buçukta sabit, gri renkli masa saatiyle onun hemen arkasına düşecek şekilde konulmuş ahşap çerçeveli takvim yaprağına gözü takıldı. Bozuk zannedip yanına gitti. Takvim 3 Haziran 2003 Cumartesi tarihliydi. Günün ayeti kısmında ise Haşr Suresi yirmi dördüncü ayeti “O, takdir ettiği gibi yaratan, canlıları örneği olmadan var eden, biçim ve özellik veren Allah’tır.” yazıyordu. Bakarken Yahya üst kattan inip “Hayırdır delikanlı.” dedi. Coşkun saati göstererek “Arızalı zannettim.” dedi. Yahya mahzun “O gün, o saat bizim hayatımızın kırılma günü ve anıdır. İlk çocuğumuz Salih’in doğum ve ölüm günü.” Coşkun “Başınız sağ olsun.” dedi. Yahya “Dostlar sağ olsun.” dedi. Coşkun “Ne garip bir tesadüf benim de doğum günüm.” dedi. Yahya “Nasıl yani?” dedi. Coşkun “Ben de o gün o sene Ankara’da World Life hastanesinde dünyaya gelmişim.” dedi. Yahya “Allah Allah, bizim de ilk doğum aynı hastanede oldu. Senin ailen kim? Baban ne iş yapar? Belki tanışmışızdır.” dedi. Coşkun içindeki ailesini bulma umudu tekrardan harlanıp “Gerçek ailemi ben de bilmiyorum. Bulmamda belki siz yardımcı olabilirsiniz.” diyecekti ki ailesi anahtar ile kapıyı açıp “Sürpriz!” diye bağırarak içeri girince Coşkun cümlesi arada kaybolup gitti. Yahya “Anne, baba…” dedi. Annesi sarılırken “Sana bir tezgâh da biz kuralım dedik.” dedi. Sevinçten ne yapacağını bilemeyen Yahya’nın yardımına büyük kızı yetişti “Süleyman amca mağaza açılışları için dedemleri çağırmış, madem gelecekler biz de sana sürpriz yapmak için haber vermedik.” dedik. Birbirleriyle kucaklaşmaları bittikten sonra “Bu kim?” diyen bakışlar Coşkun’a döndü. Nusret Coşkun’a doğru yürürken Yahya “O da bizim Salih’imiz ile aynı gün, aynı yıl, aynı hastanede doğmuş.” dedi. Hande “Allah Allah… Ailesini tanıyor muyuz?” dedi. Nusret ise “Evlat, sen bana tanıdık geliyorsun.” dedi. Coşkun, Nusret’in daha ilk sesini duyduğunda onu hatırlamıştı. Soygun gecesi kendisinin hidayetine vesile olan sesin sahibiydi. Coşkun elini öpüp “Ben Süleyman amcanın çırağıyım.” dedi. Nusret “Yok yok, ben onu sormuyorum. Sen birkaç hafta önce Sivas’ta kuyumcu Olcaytuğ’un dükkânında, hatta oğlum Faruk varken bulundun mu?” dedi. Coşkun “Evet. Benden koku almışlardı.” dedi. Nusret “Ben gelmeden beş dakika önce arkanda büyük velilere has nispet kokusu bırakarak çıkıp gitmiştin. Bütün aramalara rağmen seni bulamamıştık.” Nusret, Coşkun’u sıkıca sarılıp gözleri nemli “Ben şimdi o nispet kokusunu yeniden alıyorum.” dedi. Coşkun ise utandı, yüzü kıpkırmızı oldu. Dizlerinin bağı çözüldü çözülecekti. Hande “Maşallah, analar ne yiğitler doğurmuş. Nusret babam gibi Allah yolunun divanesini kendine âşık etmiş.” dedi. Duyduğu cümledeki her bir kelime ılık ılık Coşkun’un yüreğine işlerken “analar” kelimesi ise kurşun gibi kalbini delip geçmiş, utanmasa Hande’ye “anne” diye sarılacaktı. Bu sırada Yahya televizyonun sesini açtı. Çıkan fotoğrafa bakıp “Canım bakar mısın, bu bizim hemşire Sude Bezirganoğlu değil mi?” dedi. Televizyondan “New Life Hospital hastanesinin hissedarı Sude Bezirganoğlu” Nasuh Beyancı’nın fotoğrafı ekran geldi “N. B. isimli şahıs tarafından öldürüldü. Ayrıca katil zanlısının önceden polise yaptığı ihbar üzerine on beş şehirdeki özel hastaneye dış ülkelerde de bağlantısı olan organ mafyasıyla iş birliği yaptığı gerekçesiyle ‘Hayat Bir’ adlı operasyon başlatıldı.” anonsunu geçti. Hande “Allah Allah, çok iyi birisiydi. Salih’imiz öldüğünde beni en çok teselli eden, yardımcı olan o idi. Hatta defin işleriyle bile o uğraşmıştı.” dedi. Arkasından tutuklananların arasında World Life Hastanesinin başhekimi Meral’in fotoğrafı geldi. Yahya “Aaa, bu bizim dönemden Meral…” derken spiker “Katil zanlısı Nasuh Beyancı, bunlar tahmininizin de ötesinde güçlü ve kötü insanlar, hukuku bir şekilde delip ceza almadan yırtacaklardı. Şimdiye kadar işlediği günahların bedeli ve anaların yüreğinin soğuması için ben öldürdüm.” haberini okurken Coşkun ise Sude Bezirganoğlu’na söylediği; “Belki hakikatleri kıyamet gününe kadar karanlıkta bırakmaya gücünüz yeter. Ama gücünüzün sizi de karanlıklara hapsetmesine engel olamayacaksınız.” son sözü tekrar hatırladı. Yahya’nın telefonuna her zamanki gibi e-mail geldi. Haberlerin şokundaki Yahya göz ucuyla okurken bir anda donakaldı. Bir süre sonra “Oğlum” diyerek telefonu elinden düşürüp sendeleyince annesi “Evladım” diye koluna girip koltuğa oturmasına yardım etti. Büyük kızı merakla sakin kalmaya çalışarak hemen düşen telefonu alıp okumaya başladı. “Yahya Bey, ben Nasuh Beyancı. Ankara’da sizin çalıştığınız hastanede görünüşte temizlik işçisiydim. Asıl işim Sude Bezirganoğlu ve Merve’nin kirli ve karanlık işlerini yapmaktı. Siz çalışkan, düzgün, karakterli birisiydiniz, ileride hastanenin başhekimi olma ihtimaliniz ise yüksekti. O makama oturunca da kurulacak düzene çomak sokardınız. Kendiliğinizden, rızanızla uzaklaşmanız gerekliydi. Kurulan komplo sonucu doğan oğlunuzu ölmüş gösterip bir çingene ailesine teslim ettik. Ama o çocuk büyüyüp gerçeğin peşine düştü. Sude Bezirganoğlu’na çok yaklaştı. Onu öldürme emri alınca öldürmek için girişimde bulundum. Ama oğlunuz tıpkı sizin gibi asil, yiğit bir genç, benim yüreğime dokundu, vicdanımın sesini dinlememe sebep oldu. O sayede her şeyi size yazma cesaret edebildim. Oğlunuz İstanbul’da Üçler Mücevherat’a çalışıyor. İsmi Coşkun… Bu da fotoğrafı…”
Kız fotoğrafı açıp herkese gösterdi. Bütün bakışlar Coşkun’un üstünde toplandı. Akıllar durup, muhakeme gücü sıfıra yaklaşmış ve diller ise lal olmuştu. Meydan kalplere kalmış, gönülden gönüle konuşuyorlardı. Yaşanan coşkun duygu seli ise önüne kattığı her şeyi alıp götürüyordu. Zaten bu yaşananları hangi kelimelerle ve nasıl bir cümle ile izah edebilirdi? Uslu ailesi yitiğini bulmamıştı. Onlar için öldü bilinen dirilmiş, öte âlemden ikinci bir doğum daha gerçekleşmiş, Salih’leri tekrar dünyaya gelmişti. Ahirete tehir edilen vuslat mucizevi bir takdirle bu dünyada vuku bulmuştu.
Nusret, Coşkun’a tekrar tekrar sıkıca sarılırken sadece torununa değil, Abdullah Baba’nın müjdesiyle senelerdir yolunu gözlediği “Senin soyundan büyük bir veli gelecek, inşaAllah ricâlu’l-gayb ehli olacak.” muştusuna da ram olmuştu. Hande “Bir kez emzirip toprağa verdiğim” diye ağıt yaktığı evladını artık doyasıya sevebilecekti. Bir dakika önce analar ne yiğitler doğuruyor diye övdüğü, gıpta ettiği ana ise meğer kendisiymiş. Yahya hep sabredip isyan etmese de Salih’in ölümünü, içinde hep bir yanı asilik kokan bir yara gibi taşıyordu. Şimdi o yara iyileşmeye yüz tutmuş, ruhuna dinginlik gelmişti. Babaanne ilk göz ağrısı torununu artık doya doya bağrına basabilecekti. Çocuklar ise bir fotoğrafı bile olmayan ama bir hayalet gibi evin yer yerinde dolaşan abilerine kavuşmuşlardı. Coşkun anladı ki ana sevgisinin tadı hiçbir şeyde yokmuş. Aile olmak ise çoklukta teklikmiş. Nihayet aradığını bulmanın tarifsiz mutluluğu içinde kaderin tecellilerini, tecelli ediş şekillerini görüp sadece tüm hücreleriyle “Allahu Ekber.” diyebiliyordu. Ama masumiyet her yerde, her şartta kendisini hissettiriyordu. Evin en küçük kızı annesine bakıp masumca “Anne, şimdi bu abi benim abim mi?” dedi.
Coşkun, kulağına okunan ismiyle Salih, gerçek ailesinin yanına yerleşmişti. Yeni çevresi, yetiştiği ailenin, büyüdüğü ortamın tam zıttıydı. Eski alışkanlıkları, yapışmış ahlaksızlıkları, öğrenilmişleri terk etmek kolay olmuyordu. Uyumsuz, zevksiz, toplama eşyaların arasında derme çatma bir evde büyümüş, birbirine kazık atma, ayak oyunları üzerine kurulmuş hayatlar, insanlarla hemhal olmuştu. Saygı kazanmak için devamlı güç gösterisi yapmak zorunda kaldığı, sık sık en galiz küfürlerin ağız dolusu savurulan ortamlarında kendini kabul ettirmişti. Şimdi ise üst düzey kültürlü, entelektüel, dünya görmüş anne, babayla edep, terbiye içinde yetişmiş, tartışırken bile haddi aşmayan seviyede kavga eden kardeşler… En ufak bir eşyanın bile uyumu kadar ifade ettiği bir mana, gayesi olan sevgi ve muhabbet dolu bir ev ve aile ortamına alışmakta zorlanıyordu. Hatta çoğu zaman potlar kırıyor, çatışmalar yaşıyordu. Kendisini düzeltmek için olağanüstü gayret gösteriyordu. Her şeyin farkında olan ve en büyük yol göstericisi dedesi Nusret’ti…
Gece çökünce iyi ya da kötü bütün sırlar ifşa olmak için birbiriyle yarışırmış derler… Akşama yakın hava serinlemeye yüz tutunca Nusret ve Coşkun, Taksim Meydanı’ndan Cadde-i Kebir’e doğru yürümeye başladılar. Lokantalarda yemeklerini yiyenler, kafelerde kahkahaları eşliğinde kahvelerini içenlere nostaljik tramvayın sesi eşik ediyordu. Dede, torun birlikte hiç konuşmadan kalabalığı yara yara Karaköy’e kadar indiler. Nusret bir an durdu, soluklanıp gözlerini Topkapı Sarayı’na dikti. Bu kez Galata Köprüsü’nü geçip Eminönü’nden Sultanahmet Meydanı’na doğru tatlı yokuşu tırmanmaya başladılar. Nusret bazen duracak kadar yavaşlayıp turistlere dükkânlarındaki çakma malları satmak ya da lokantalarına çekmek için en tatlı tavır ve yabancı lisanda çağıran çığırtkanları, bir de parfüm satan seyyarları dikkatle izliyordu. Bu haliyle her bir olayı, insanı adeta tarihî bir hafızaya kayıt ediyordu. Bu yürüyüş Ayasofya ve Sultanahmet Camilerini selamladıktan sonra Topkapı Sarayı’nın kapısının önünde son buldu. Coşkun’un “Bu saatte burada ne işimiz var?” bakışlarına inat Nusret görevliye “Nusret Uslu geldi deyin.” dedi. Birkaç dakika sonra açılan tarihî kapıdan içeri girdiler. Nusret suskunluğunu bozup sır perdesini aralamaya başladı. Nusret “Arkadaşım Ziya Sönmez nam-ı diğer Şair Ziya burada çalışıyor. Ancak bu saatte rahat rahat konuşuruz diye o davet etti.” dedikten sonra sırtını avluya verip “Anadolu’daki ilk medrese Tokat’ta bin yüz elli bir senesinde açılan Yağıbasan Medresesi’dir.” Kollarını iki yana açıp “Bizim insanımız bin küsur senedir her şartta İslam’a hizmeti şeref bilmiş asil ruhlu bir millettir. Özlem dolu bakışlarla ötelerin ötesine bakıp “Şunun da şuurundaydık. Ümmeti toparlayıp tek yürek yapacak kişi ahir zaman Mehdi’sidir. Haddimizi bilip o zuhur ve huruç edene kadar durumu idare edip emanetlere sahip çıkmaya çalıştık.” Güç vermek için torunun elini sıkıp “İşte evlat, Münafikun suresi sekizinci ayette Rabbim “Hâlbuki asıl güç ve izzet Allah’ındır, resulünündür, mü’minlerindir; fakat münafıklar bunu bilmezler!” buyurmuş. Bu ümmetin şerefine tekrar kavuşması Hz. Mehdi ile hayat bulacak. Onun sayesinde köleleştirilen İslam Milleti asil efendiler olduğunu anlayacak, adaleti tesis edecek. Kendimin ve neslimden gelenlerin o mübareğin hizmetkârı olması en büyük muradım ve duamdır. Ben hep şöyle niyaz ederim; Allah’ım Hz. Mehdi’yi görmeyi lütfeyle, eğer yetişemez isem benim canımı şehit olarak al. Ama görev verdiğin şehitlerden eyle ki ruhumla Hz. Mehdi’nin ordusunda hizmet edeyim.” dedi. O arada iç bahçeden takım elbiseli, spor yaptığı geniş omuzlarından belli, gayet şık giyimli, otuz beşli yaşlarda ama saçları hâlâ siyah ve sımsıkı olan Ziya kollarını hafiften açıp “Hoş geldin mirim.” dedi. Nusret sarılırken “Hoş bulduk üstadım.” dedi. Ziya şairene “Nusret gelmez ise Ziya hep taş duvarlar arasında hapistir.” dedi. Gülüştüler. Nusret, Coşkun’unun omzuna elini koyup “Torunum Salih’im…” dedi. Ziya muhabbetle süzüp “Söylemene gerek yok. Katiyetle her hâlinde Nusret var. Memnun oldum genç Salih adam.” dedi. Coşkun “Ben de Ziya’desiyle hoşnut oldum.” dedi. Merdivenlere yönelip üst kata çıkarken Ziya “Mirim, haftaya işlerim az, sabah gelin, size Kutsal Emanetleri gezdireyim.” dedi. Coşkun her çıktığı basamakta yüreğinde artan bir ağırlık hissetti, anladı ki “Emanetler Kutsal… Asil ruhlar bile ancak Allah’ın nusretiyle taşıyabilirdi.”
SON.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.