Asilzade 10 / Kenan Kurban

Alim Usta’nın Coşkun’a yaptığı “Arkadaşımla Sivas’a kadar beraber gidin, oradan Kars’a devam edersin.” tavsiyesi, ona en azından beş gün kazandıracaktı. Bu teklifi duyan Coşkun hem şaşırıp hem de sevinirken ailesi hakkında daha erken bilgiye ulaşabilecek olma ümidi onu heyecanlandırmıştı. Yirmi dört saat dinlenmeden yapılan mesaiden sonra bitkin düşen bedenine can geldi. Coşkun “Tamam ustam.” dedi. Alim Usta, zarf içinde hakkı olan bin dört yüz otuz lirayı verdi. Helalleştiler…
Yeni yol arkadaşı Metin ile birlikte Yolcuzade Konağı’na gittiler. Bir poşete sığan birkaç parça eşyasını aldı. Kimsenin olmadığı konakta önce her bir eşya ile, sonra hatıralarla, çıkış kapısında ise koca konağın yüzlerce yıllık ruhuyla vedalaştı. Metin’in lüks cipi Sivas’a doğru hareket ederken Coşkun’un gözlerinden yaşlar dökülüyordu. İki gecedir buradaydı, ilk defa tanıştığı bu insanları nasıl bu kadar kuvvetli sevmiş, ayrılık ona bu kadar dokunmuştu? Metin ise onun yaşadığı ruh halinden bihaber, kablosuz kulaklığı kulağında fasılasız konuşuyordu. Ani ayrılık, dinlenmeden geceli gündüzlü çalışmak, Coşkun’un bedenine ağır gelmişti. Henüz Elmadağ çıkışında daha fazla direnemedi, ağırlaşan göz kapakları kapanınca uyumaya başladı.
Metin, barakayı andıran ahşap, salaş bir yerde durdu. Coşkun gözünü hafiften açtığında Metin bu sefer Arapça konuşuyor, ara ara bazı İngilizce kelimeler de kullanıyordu. Eliyle “İn, mola.” işareti yapınca Coşkun güçlükle gözlerini açtı. Kendine gelmek ve uyuşmuşluktan kurtulmak için gerindi. Yavaşça kapıyı açıp dikkatle yere basarken bu kez bacaklarını silkeleyip belini geriye doğru esnetti. Nerede olduğunu anlamak için etrafı süzdü. Sadece yazıları neredeyse dökülmüş “Usturuplu” yazısını okuyabildi. Metin hem konuşup hem yürüyordu. Coşkun onu takip ederken hemen barakanın önünde, çift kişilik sedirde tek başına oturan adam, dar gömlek, kısa paça pantolon, püsküllü loafer ayakkabılarıyla Metin’i görünce yüzünde küçümser bir gülüşle “Hoş geldin Metin’im.” dedi. Metin kulaklığını tıklayıp konuşmayı bitirince “Hoş bulduk Bekir abi.” dedi. Daha da yaklaşıp kollarını iki yana açıp “Ustam izin vermiyorsun ki seni global bir marka haline getireyim.” dedi. Bekir istifini bozmadan “Ben global mulobal bilmem, karnını doyur, çayını iç, yoluna devam et. Global adamın global derdi olur. Senin gibi…” dedi. Sonra ağaç altındaki masayı işaret edip “Metin abinizin masasını donatın.” dedi. Özensiz günlük kıyafetli çalışanlar bir koşuşturma ile kahvaltılıkları, çayı, en sonunda da sahanda sucuklu yumurtayı getirdiler. Metin heyecanlı heyecanlı, iştahı kabarmış ellerini birbirine sürterken “Öfff, öfff” dedi, yumurtanın kokusunu içine çekip “İşte lezzetin kokusu…” diyerek sucuğu çatala taktı. Ağzının içinde gezdirerek yerken tane tane “Bez sucuk. Kendi kasabına yaptırıyor.” dedi. Coşkun sucuğu tecrübe ederken bu kez Metin ekmeğe bal kaymak sürüp “Bunları da kendi ineklerinden ve arılarından alıyor.” dedi. Coşkun çatalını bırakıp her şeyden vazgeçip tatlı dil ve aşkla konuşan Metin’i izlemeye koyuldu. Metin ise hem konuşuyor hem de götürmeye devam ediyordu. En sonunda “Hep ben konuşuyorum, biraz da sen konuş… Nerelisin Kars’ta ne işin var?” dedi. Coşkun küçük lokmaları yutarken beyninin içinde cümleler ralli yaptı. “Doğduğum gün beni çalıp çocuğu olmayan Çingene Suat diye birine vermişler. Ben daha beş gün öncesine kadar çingenelerin içinde kapkaç, hırsızlık yaparak büyüdüm. En sonunda büyük bir vurgun yapacakken enselenmekten son anda kurtulduğum yetmezmiş gibi kendimle ilgili başkasının çocuğu olduğum hakikatini de o gece öğrendim. O günden beri gerçek ailemi arıyorum. Bildiğim bütün kötülükleri de bırakıp arınmaya çalışıyorum.” diyecekti ki konunun dallanıp budaklanmasını istemediği için “Ailevi mesele, onu çözmeye gidiyorum. Ya siz Sivas’a aile ziyareti mi?” diye sordu. Metin yine şevkle “Yok, yok iş, iş için…” dedi. Bir an göz göze gelince “Ne iş yapıyorsun diyorsun.” Coşkun “Evet” manasında başını hafifçe salladı. Metin “Ben meslek lisesinde okurken Alim Baba’nın muhasebecisinin yanında staj yapıyordum. Evrak getir götür derken Alim Baba bazen beni yanına alır. Klasik arabasıyla gezdirir. Hatta kimi zaman kullanmama izin verirdi. Tabii muhasebecisinin kimin ne kazandığını biliyorsun… Meslek lisesi bitti, üniversitesinde okurken bir yandan da şirketler kurup işleri ilerlettim. Artık paradan yastıklar yapıp başımı orada dinlendiriyordum.” dedi. Coşkun “Senin başın hiç ağrımamıştır.” dedi. “Ben de öyle zannediyordum, ama bir gün mafya beni kaldırdı. Haraç istedi. Ben vermem deyince işkenceye başladılar. Tırnakları çektiler, et döveceği ile el ayak düzlediler. Ben cahilce birkaç milyon doları büyük para bilirdim. Ama o âlemde çevrendeki herkese para yedirip güvende olmak için para yastıkları değil, para havuzu lazımmış.” dedi. Coşkun “Sen de onlara verip kurtulsaydın.” dedi. Metin “Gerek kalmadı, Alim Baba’nın kulağına gitmiş. Beni hem o adamların elinden hem de o pis hayattan alıp kurtardı. Doğru bulaşıkhaneye indirdi, yanında çalışmaya başladım. Ama içimdeki zengin, güçlü olma ateşi her gün daha da harlanıyordu. Üniversite bitince yatırım danışmanlığına başladım.” Yüzündeki gülümsemeyle ellerini dur der gibi hafif kaldırıp “Ama yan yol, haram para yok. Tamamen temiz… Zaten bu işin ismi melek yatırımcılık. Sağlam gelecek vaat eden şirketleri, mucitleri buluyorum. Ama bunların seri üretim yapmak, büyümek için parası yok. İşte ben onu temin ediyorum. On yıllık mesafeyi bir yılda alıyorlar. Yani herkes kazanıyor.” Onun para, iş konuşurkenki kendinden geçmiş halini gören Coşkun kendisini aynaya bakıyormuş gibi hissetti. Onun da daha beş, altı güne kadarki tek gayesi para, çok para kazanmaktı. Hem de helal-haram demeden… Coşkun baldan tekrar ekmeğine sürerken Metin “Bekir Usta garip adam, otur burada, on kilo ye, bir şey demiyor. Ama yarım kilo paketleyip alayım de… Yok vermiyor. Neymiş, diğer müşterilerine saygısızlık olurmuş. Onlara gelip bal bulamazsa moralleri bozulurmuş… Vizyonsuz işte. Büyümeye, gelişmeye aklı basmıyor. Eski kafalı…” dedi. Telefondaki aramalar peş peşe kesilmeden devam edince Metin hızla yemeye başladı. Sakin sakin yiyen Coşkun’a ise bardaktaki son çayı da yudumlayıp “İstersen kalanları paket yaptıralım.” dedi. Coşkun “İyi olur… Bitecek gibi değil…” dedi. Metin eliyle paket yapılması için işaret etti. Sonra da kalkıp hesabı ödedi. Bekir Usta ile vedalaştı. Arabanın başında bekleyen Coşkun’a anahtarı uzatıp “Şoförlüğün nasıl? İyiyse sen kullan, benim görüntülü toplantım var.” dedi. Coşkun gülümseyip “İddialı değilim, ama en iddialı adamdan da geri kalmam.” dedi. Metin gülümseyip “Ben de şoförün iddialısını değil, temkinlisini severim.” dedi. Coşkun arabayı kullanırken Metin tabletinden görüntülü görüşmesine başladı… Yabancı dilde yapılan görüşmeye şahit olan Coşkun, hep neşeli ve pozitif olan Metin’in gayri ahlaki teklife sinirlenip “Benim için helal kazanç kutsaldır. Ben yatırımcıma, bana güvenenlere şartlar ne olursa olsun yalan söyleyemem. Şu iyi bilin, benim hayat felsefem; amaç kutsalsa, ona giden yollar da kutsal ve kutsala uygun olmalı. Gayemizin kutsal olması, ona giden yolda yapılan yanlışları masumlaştırmaz. Lütfen bir daha bana böyle tekliflerle gelmeyin.” deyişini dinledi. Kalan yol boyu görüşmeler devam etti. Takriben altı saat süren yolculuğun sonunda Coşkun, Metin ile de vedalaştı. Elinde koku sandığı, bir poşet, cebinde ucu ucuna yetecek kadar parayla bilmediği bir şehirde tek başına kalınca içini bir gariplik kapladı… O yalnızlığa, parasızlığa ve evden uzak kalmaya alışık değildi. O an kendine o meşhur soruyu sordu “Ben buralarda ne arıyorum? Çektiğim acılara değecek mi?” Şöyle bir duvar dibine çöküp başını iki elinin arasına alıp “Ben nereye gidiyorum, ne yapıyorum?” diye derin düşüncelere dalıp öylece oturmak istedi… İçine düştüğü bu duygu girdabında daha fazla dibe batıp bunalıma düşmeden elinde tuttuğu sandığı ve poşeti sıktı. Biçare ayaklarına yüklenip otogardaki yazıhanelere doğru yürüdü. Kavuşanlar, ayrılanlar, kalkış saatini bekleyenler… Yolcu kapma yarışındaki çığırtkanlar… Kalabalığı yarıp “Kars” yazan firmanın önünde durdu. Coşkun “Kars’a bir bilet.” dedi. Gür, siyah bıyıklı kısa boylu adam “Ne zaman için?” dedi. Coşkun “Hemen, şimdi.” dedi. Adam baktı, tok bir sesle “Bütün seferler dolu, ancak akşam yirmi iki otuz seferinde iki kişilik yer var.” dedi. Coşkun “Daha yedi, sekiz saat var, sağolun.” diyerek diğer firmalara bakmaya başladı. Arada derede gitmeye bile razı olmasına rağmen erken saate yer bulmadığından ilk firmaya dönüp en arkadaki yerden biletin birini aldı. Bir koltuğa geçip oturdu. Herkesin vakit geçireceği bir uğraşı vardı. Boş boş, amaçsız harcanan her vakit insanı tehlikeli, şizofrenik düşünce bataklığına çekiyordu. Her şeyi çaldırdığından anlamsız da olsa video izleyebileceği telefonu da yoktu. Can sıkıntısıyla sağ sola bakarken koku sandığına gözü takıldı. Aklına Alim Usta’nın “İki pıs pıs yaparsın, beş, on ne verirlerse alırsın. Üç beş gram koku satsan elli, yüz oradan alırsın.” sözleri geldi. Sandığı açtı, şırıngaya koku çekti. Yazıhanelere, büfelere, kafelerde oturanlara yaklaşıp kurumuş boğaz, titreyen bacaklarla kibarca, kısık sesle “Koku…” dedi. İnsanlar “Ne alaka” der gibi, kimileri küçümseyici, alaycı bakıyordu. Çoğu konuşmaya bile gerek görmeden eliyle ret işareti yapıyordu. En sonunda Allah’ın bir kulu en azından “Hadi hemşerim, işimiz var, başka kapıya.” diyerek geri çevirince üzülmeyip en azından kaale alındığına sevindi. Yaklaşan ikindi namazını da hesaba katarak şehir merkezindeki bir camiye gitmeye karar verdi. Her gördüğüne koku teklifini tekrarlaya tekrarlaya ilerledi. Okunan ezan sesine doğru ilerlediğinde kendisini Şemseddin Sivasi Camii’nde buldu. Seferî olsa da namazı cemaatle kıldıktan sonra kapıda tezgâhını açtı. Çıkan cemaatten bazıları kokuları soruyor, ama istedikleri olmadığı için almadan devam ediyordu. Sadece birisine pıs pıs yapabilmiş, adam da beş lira vermişti. Halbuki Alim Usta’nın dilinden dinleyince olay çok kolay gelmişti. Ama gerçek hiç de öyle olmamıştı; üç, dört saatin emeği sadece beş liraydı. Parası bitse yolda kalır, acıkan karnını doyuramazdı. Kars’ta işi uzasa parklarda yatmak zorunda kalırdı. Daralan göğsünden bentleri yıkan, zulmeti dağıtan bir aşkla “Allah” zikri koptu. Bu daha öncekilerden çok farklıydı. Sanki bütün hücreleri aynı anda “Allah” demişti. Zikrin harareti bütün dertleri eritince bedenini bir neşe, sekine kapladı. Bir eşiği aştığını anladı. Artık onun için birilerinin bir şey almasıyla almaması aynıydı. O utancı parçalarken insanların küçümseyici bakışlarına aldırış etmeden önce kendi içine sindire sindire yüksek sesle “Koku, kokucu, güzel kokularım, misklerim var.” diye bağırmaya başladı. Güven dolu, ama daha çok muhabbetin hâkim olduğu sesindeki tını kalplere dokunmaya başlamıştı. Bir saniye önce duyarsızca yanından geçip gidenler artık ilgisiz kalamıyor, dönüp tezgâhı inceliyorlardı. En azından bir pıs pıslık koku alıp beş, on lira bırakmaya başladılar. Otuzlu yaşlarındaki bir genç de üç, beş adım attıktan sonra geri geldi. Kokuları incelerken “Hayırlı işler.” dedi. Coşkun “Sağ olun.Buyrun…” dedi. Öne doğru taranmış kısa saçları, kendinden emin tavırları, çakmak çakmak bakan küçük siyah gözleriyle savaşçı bir ruh hali olan genç, o an için sakinleşmiş hırçın bir okyanusa benziyordu. “Beyaz Zambak var mı?” dedi. İşin doğrusu Coşkun hangi şişede hangi koku var, tam bilmediği için tek tek kontrol ederken genç kendisi şişeyi bulup “Bundan ver.” dedi. Coşkun şırınga ile çekip bir buçuk gramlık cam tüpe doldurdu. Genç bu arada lavanta kokusunu alıp “Bundan da verir misin?” dedi. Coşkun ondan da doldurup verdi. Genç parasını uzatırken “Sen buralı değilsin galiba?” dedi. Coşkun “Evet. Yolcuyum yirmi iki otuz otobüsüyle Kars’a gideceğim. Boş zamanı değerlendirmek istedim.” dedi. Genç elini uzatıp “Benim adım Olcaytuğ…” Hafif geri dönüp sol eliyle göstererek “Paşa Camii’nin orada kuyumcuyum… Yolcunun duası makbuldür, misafirimiz olup çayımızı içersen şeref verirsin.” dedi. Uyumadan yapılan mesai, altı saatlik yolculuk… Ve koku satışında yaşadıklarından sebep bedeni mecalsiz kalmış, dinlenmeye ihtiyacı vardı. Coşkun “Olur… Çay iyi olur.” dedi.
Tezgâhı toplayıp beraberce yürümeye başladılar. Olcaytuğ, “Bu türbede yatan evliyanın büyüklerinden sebep Şemseddin Sivasi Camii deniyor. Diğer adı Meydan Camii. Ben mübareğe olan muhabbetimden dolayı Paşa Camii’ni geçip namazları burada kılarım.” dedikten sonra Şemseddin Sivasi’den bahsede bahsede kuyumcu dükkânına geldiler. Burası dört-beş müşterinin ancak sığacağı küçük bir dükkândı. Ama vitrininde ve tezgâhında göz alıcı modeller, cezbedici bir çeşitlilik vardı. Olcaytuğ girince yirmi beşli yaşlarındaki çırak kısık sesle, “Usta, birer tane Venedik Seti ile Sarmaşık Altın Seti sattım.” dedi. Olcaytuğ, “Tamam, sen bize hemen çay söyle.” dedi. Coşkun’u da tezgâh arkasındaki patron masasının yanına davet etti. Olcaytuğ, “Tekrar şehrimize hoş geldin.” dedi. Coşkun, “Hoş bulduk.” dedi. Olcaytuğ, “İşlerin nasıl?” dedi. Coşkun, “Şükürler olsun.” dedi. Olcay, “Bizim burası bereketli yerdir. Olmaz olmaz bir olur, parayı koymayı yer bulamazsın.” dedi. O sıra içeri bir esnaf girip telefondan bir model gösterirken, “Koku güzelmiş.” dedi. Olcaytuğ eliyle Coşkun’un tezgâhı gösterip, “Kaynak burası…” dedi. Gelen esnaf da birkaç çeşit alıp parasını ödedi. Çay geldi, içilirken o arada başka başka esnaflar da değişik bahanelerle gelip koku aldılar. Coşkun’un cebinde hatırı sayılır bir meblağ birikti. Olcaytuğ o meşhur Sivas ağzıyla, “Gardaş buraya gelmişsin, sana bir de bizim meşhur Sivas köftesinden ısmarlayayım.” dedi. Çıkmak için toparlanan Coşkun, “Teşekkürler…” derken Olcaytuğ sağ elini kalbinin üstüne koyup ağlamaklı gibi “Yemezsen bir şeyler eksik kalacak gibi hissediyorum.” dedi. Hemen telefonu açıp, “Yaşar abi, ağır misafirim var. Bir buçuk köfte, piyaz, bir de portakal suyu. Acil…” dedi.
Çıkma araba parçalarının satıldığı dükkânda, sandalyenin ucunda oturan Tekin’e mekân sahibi Çıkmacı Mahir, “Abine selamımı söyle. Oğlunun arabası çalınmış, parçalanıp satılmış. Bu yetmiyormuş gibi yeğenin bir de hesap sormaya mahalleye gelmiş, orada da bir güzel tozunu almışlar.” Yeğenine yapılanlar karşısında Tekin’in gözleri büyüdü. Mahir, “Bu hafif kaldı. Ağzını burnunu kırmışlar. Ondan sonrası…” avcunun ortasına üfleyerek, “Püff… Ondan sonrası yok, kuş olup uçmuş…” dedi. Tekin, “Abim senin için şehrin her bir çıkmaz sokağını, en çukur, kuytu köşelerini, deliklerini bilir, haberdardır.” dedi. Mahir kendinden emin, “Bilirim bilirim de olsa bilirim. Olmayanı nasıl bileyim. Tek yer kaldı. O da morglar. İstersen oraları da sordurayım.” dedi. Tekin içinden “İnşaAllah oradadır” nidaları atarken yüzüne yapmacık bir üzüntü takınıp “Aklımızda kalmasın.” dedi. Mahir o zaman, “Her türlü kötü habere kendinizi hazırlayın.” dedi. Tekin dünden razı, “Kader, başa gelen çekilir.” dedi.
Coşkun köfteleri yerken içeri elinde özel siyah çantasıyla, otuz beş yaşlarında uzun boylu biri girdi. Olcaytuğ onu görünce gülen gözlerle hemen ayağa fırlayıp, “Oo Faruk abim, hoş geldin. Geleceğini haber etseydin, hazırlık yapardık.” dedi. Sarılırlarken Faruk, “Hoş bulduk. Ani oldu. Aslında babamı gezdirmek için geldim. Gelmişken sana da uğramak istedim.” dedi. Olcaytuğ şaşkın, “Vay! Demek Nusret amca da geldi. Nerede, göremedik?” dedi. Faruk, “Sen git. Ben hemşehrimi ziyaret edip geleceğim.” dedi. Olcaytuğ anlamak için, “Hemşehrisi?..” diye sordu. Faruk, “Kara Şems, Şemseddin Sivasi Hazretleri aslen Tokatlıdır…” dedi. Faruk otururken Olcaytuğ, “Nusret amca yaşayan Allah adamıdır. Keyfi nasıl?” dedi. Faruk düşünceli, “Hiç yerinde değil.” dedi. Olcaytuğ yüzü düştü, “Hayırdır?” diye sordu. Faruk, “Korkacak bir şey yok. Ya düşün, büyük abim Amerika’dan kesin dönüş yapmış. Ülkenin en büyük ilaç firmasında itibarlı bir yönetici. Biz dersen, abimle birlikte işlere sahip çıkıyoruz. Kötü bir ahlakımız, yüz kızartıcı bir fiilimiz yok. Herkes sever, sayar, imrenir. Mal varlığımız dersen, yedi sülaleye yeter. Sağlığımız sıhhatimiz yerinde. Torun torba kucakları hiç boş kalmıyor.” Olcaytuğ, “Eeee…” Faruk, “O hâlâ benim evlatlarımdan evliya yetişmedi, dünya gözüyle görmeden öleceğim diye korkuyor. Gözü hiçbir şey görmüyor. Tek derdi evlatlarından birinin evliya olması…” dedi. Coşkun’un duydukları birlikte kalbi hızla çarpmaya başladı. O an başaramadığı o soygun gecesine gitti. Saklandığı yerde duyduğu cümleler kulağında yankılandı: “Senin soyundan büyük bir veli gelecek, inşaAllah ricâlu’l-gayb ehli olacak.” Böyle derdi olan insanlar hakikaten de hâlâ vardı. Göğsü kabardı, boğazı düğümlendi, gözleri buğulandı, neredeyse ağlayacaktı. Çaktırmadan toplamak için inceden öksürür gibi yaptı. Olcaytuğ dönüp, “Gardaşım iyi misin?” dedi. Su içen Coşkun, eliyle iyiyim işareti yaptı. Faruk, “Bak, genç bile inanamadı. Bu zorlayarak olmaz ki… Ha ben de isterim ama olmayınca olmuyor. Ama babam bir ömrünü bu uğurda feda etti.” dedi. Duygu dünyası tavan yapan Coşkun son köftesini de bitirip, “Sizin sohbetiniz doyumsuz. İkramlarınız için Allah razı olsun. Ben müsaade istesem.” dedi. Faruk, “Genç kim?” dedi. Olcaytuğ, “Coşkun gardaşım. Kendisi şehrimizin misafiri, kokular satıyor. Faruk abim de Tokat’ta kuyumcu, toptan satış yapar.” Coşkun kalkarken, “Memnun oldum.” dedi. Olcaytuğ, Coşkun’un eline muhabbetle sıkıp, “Ne zaman bir dost muhabbeti istersen kapımız sana her daim açık.” dedi. Coşkun, “Allah işine bereket bolluk versin. Her daim sen de benim için bir dostsun…” dedikten sonra Faruk’a baş selamı verip dükkândan çıktı, sola döndü. Hemen yan dükkânın kapısında muhabbet edenlerin sesini duyuyordu. Yaşlı bir adamın, “Yine görüşürüz evlat, geniş zamanda gelirim.” Bu sesin tınısı tanıdık gelmişti ama nereden? Düşünceler içinde ara sokaklara daldı.
Nusret dükkâna girince herkes ayağa kalktı. Olcaytuğ elini öpmek istedi. Nusret eliyle oturun işareti yaparken yüzü esrarlı bir hâl aldı. Havayı koklayıp, “Bu koku nerden geliyor?” dedi. Olcaytuğ satın aldığı kokuları gösterip, “Biraz önce burada koku satan birisi vardı. Ondan kalmıştır.” dedi. Nusret katılmadığını belirtmek için başını sağa sola sallayıp, “Hayır, hayır bu bildiğimiz kokulardan değil. Bu nispet kokusu…” dedikten sonra kimden geldiğini anlamak için oğluna, çırağa, en sonunda Olcaytuğ’a yaklaştı, aradığını bulamayınca, “Bugün buraya kimler geldi.” dedi. Olcaytuğ ile çırağı birbirine baktılar. Çırak, “Bildiğin müşteriler, öyle özel biri gelmedi.” dedi. Olcaytuğ, “Hatta en sonda koku satan gariban genç vardı. O da önünüzden çıktı.” dedi. Nusret vahlar halde, “Gariban biziz, fırlayın o genci bulun, kabul ederse tekrar buraya davet edin.” dedi. Faruk, “Baba, o dediğin gibi birisine benzemiyordu. Daha çok yolunu kaybetmiş gariban biriydi.” dedi. Nusret öfkelendi, “Hele bir bulalım, yolunu mu kaybetmiş garip mi, yoksa yolunda ilerleyen ulu biri mi göreceğiz?” dedi. Üç genç fişek gibi fırlayıp üç ayrı yöne dağıldılar.
Devamı gelecek ay…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.