Âşık Mâşukunu Görene Kadar… / Dr. Metin Serimer

59-asik-masukAçlıktan aşırı doyuma ve zevkçiliğe uzanan bir yelpazede her türlü meta tüketiminin sıradanlaştığı ve insanın da metalaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Empati yapabilenlerin elleri yüreklerinde ama bu durumdan hoşnut ve mağduriyetten memnun olanlar da yok değil… Geride bıraktığımız her şey ahiret âleminde dünya fotoğrafları olarak karşımıza çıkacak… Her zerremizi ayakta tutan ve hayat veren maddî manevî bütün nimetlerden sorgulanacağız. Adalet duygularımızı inciten gaddarlık, acı, zulüm, işkence adına ne varsa hepsini soracaklar… Kendimizle yüzleşmekten korktuğumuz / kaçtığımız her şeyle yüzleşmek zorunda kalacağız orada. Şirazeyi aşmış tüm duygular vicdan terazisinde hassas bir şekilde tamı tamına değerlendirilecek… Kazandığımız ve kaybettiğimiz tüm sınavlar notlandırılacak ilahi kaydın hassas terazisinde… Kaçak göçek yok… Mekân çok, zaman çok ama kaçacak yer yok!.. Adaletin gecikmesi de söz konusu değil… Sadece ceza için değil, mükâfat için de bu böyle. Dünyadaki nimetlerin milyarlarca misli, sınırsız zaman diliminde yine önümüzde olacak… Hepsi de insana seferber edilmiş olacak… Sınırsız imkânlar… Dünyada uğruna savaşlar verilen her şeyin hiçbir şey olmadığı çok net bir biçimde anlaşılacak orada… Kıymet sıralamasında Allah’a adanmış ömürler ön saflarda, Allah merkezli bir imtiyazın içinde bulacaklar kendilerini… İşte o zaman kadın, para, erkek, çocuk, ekmek/aş, rızık, duygu, sağlık, ilim, zaman, itibar, yakışıklılık, güzellik, engellilik nedir anlayacağız… Artık bu kavramların üzerinde tartışmaya hiç ama hiç gerek kalmayacak… Orada zevkler yine zevk, duygular yine duygu, akıl yine akıl, ilim yine ilim olacak. Ama keyfiyet değiştirmiş olarak… Zaman doyumsuz bir maddî ve manevî zevk, ilim baştan ayağa huzur ve kalbî neşe, sohbet ise tarifi mümkün olmayan güzellik olarak sürüp gidecek, hem de hep sonsuzluk ufkunda… Bugün yere göğe sığdıramadığımız her şey; felsefe, aydın, zengin, kaos, endişe, şehvet, öfke, hepsi geride kalacak… Ama pişmanlık, işte orası çok konuşulacak… Dünyada zevki, sağlığı, neşeyi kendince yani adaletsizlik, zulüm, merhametsizlik içinde sınırsız kullananlar ahirette hüznü giyinip huzuru arayacaklar… Ama nafile!..

İnsan, verilen bilgiler çerçevesinde bu muhasebeyi yaparken, anlatılan ileride, bütün bildiklerinin, yapıp ettiklerinin güzel bir durumla karşılaşmak için neye yaradığını yani nasıl değerlendirebildiğini düşünüyor şöyle bir… Akıbetiyle kıyaslanınca, sınırsız enerji harcanması gereken bir işte, tamamı zevklerle dolu olsa bile dünyada dahi huzuru elde etmeye yetmezken, herhangi bir şeyi dünyanın hiçbir şeyiyle kıyaslanamayacak ahiret için ne kadar da az düşünüyor, tefekkür ediyor, çaba harcıyoruz!.. Bu psikopat haliyle anlık zevk ve anlık acıya itibar eden insan, sonsuzla karşılaştırıp sonucunu bile bile nasıl bir açmaza lades dediğini düşünemeyecek kadar aklın, ilmin, muhasebenin, muhakemenin üzerini kocaman bir nefs çarşafıyla örtmüş ne yazık ki…

Metafizik Arayış, İhtiyaçlarımız Açısından Somut Beklentidir

Bazı düşünürler, insan ruhunu, insan kendini tanıyana kadar, vahşi kabileler arasında büyümüş kayıp prense benzetirler. Ta ki bir vezir gelip ona gerçekte bir prens olduğunu anlatana kadar… “Din İnanç İnançsızlık” kitabında Antoine Vergote; “Beşerîyi ilahîden ayıran mesafeyi aşabilecek güçte olan tek şey, yine sadece ve sadece ilahî’dir.” der.1

Sağlam inancın ve onun oluşturduğu dinî geleneğin diyalektik incelemesini ve ruh sağlığı ile ilgili bağlantılarını açıklayan Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan ise; “Özgür inanç, sağlıklı fikir üretmek isteyen modern insanın, sağlam inanç ve dinin getirdiği güzelliklerden mahrum kalmaması gerekir. Modern hayatın kazanımlarını koruyarak, terk ettiğimiz manevî değerleri tekrar canlandırmak insan için iyi bir yöntem sayılabilir.”2 demektedir. İnancı “deneyüstü gerçeklik” olarak tanımlar yazar. “Dinî yaşantı: Evrende görünenin dışında görünmeyen bir düzenin var olduğuna inanmak ve bu düzenle uyum içinde yaşamaya çalışmak demektir.”3 Çünkü aksi halde insanın yüzleşmek zorunda olduğu gerçek şudur: “Beş duyumuz yemek, içmek, barınmak ve üremek için yeterli iken; medeniyet üretmek, akıl yürütmek, muhakeme yapmak, evrene hâkim olmak, insanî değerleri geliştirmek, felsefî arayış içinde olmak, kutsala inanmak, bu sınırlı duyularla yeterince açıklanamaz. İnsanın psikolojik ihtiyaçları, arzuları ve hedefleri sınırsız iken, beş duyu ile algılayabildiği ve hükmedebildiği şeyler çok sınırlıdır. Evrene hakim olmak, sonsuza dek yaşamak, ölümün farkında olup ondan korkmamak sıradan bir insanın tipik arzularıdır. Bir yandan bu kadar geniş ve ileriye yönelik istekleri, diğer taraftan da karşılanması gereken psikolojik ihtiyaçları varken insan bir virüse yenik düşebilir. Doğaya hakim olmak istediği halde, tansiyonunu hatta kalp çarpıntısını bile kontrol edememesi, ironik bir gerçektir.”4

“İnsanın fiziksel ihtiyaçlarının karşılanmaması nasıl insanda birtakım hastalıklara yol açıyorsa, soyut, duygusal ihtiyaçlarımız karşılanmadığında da ruh sağlığımız bozulur. Çünkü “Korkularımızı yenemez, kendimizi güvende hissedemeyiz. İşte bu noktada insanın kutsala inanma ihtiyacı önem kazanır. Zihin cihazımız, psikolojik ihtiyaçlarımız giderilmediği takdirde korku, güçsüzlük, çaresizlik duygularıyla farklı arayışlara girebilir. Ruhsal hastalıklarda savunmasız kalan beynimizin soyut düşünce üreten yapısında da bozulmalar meydana gelir. Geçmişi ve geleceği algılayan insan, güven duygusunu korumak için belirsizliğe tahammül etmekte zorlanmaktadır.”5

“Bana göre…” ile başlayan, akıllar adedince ve üzerinde ittifak edilmemiş yanlışlar ve doğrular yığını arasında insanın kendini kandırmadan talip olacağı sağlam bir gerçek, üstelik de kabul görmüş; bu mümkün mü acaba? Hayır, asla… Çünkü bu ancak, kendimizle dalga geçtiğimiz, kendimize dahi saygı duyamayacağımız bir ironi olurdu. Yüksek akıl iddiasındaki felsefecilerin her konudaki tartışmaları buna en büyük delildir. Çünkü “Dinî temel, ahlakî sahaya din-dışı hiçbir temelin sağlayamayacağı bir boyut getirmektedir. Bu boyut, hürmet duyulan, hem sevgi hem de korku objesi olan, bütün bunların yanında, emirlerine tapınmak seviyesinde saygı duyulup itaat edilen, mükemmel sıfatların hepsini kendinde toplayan ve varlığı zorunlu olan “Aşkın bir Zât”a, Allah’a inanç boyutudur. Adı geçen inanç boyutu, akılla değerlendirilip sevgiyle kabul edilen mutlak ve aşkın varlık olan Allah’ın otoritesini ön plana çıkarır.”(6) Bu duygunun içimizdeki bağlayıcılığı ancak insanı, iyiyi iyi, kötüyü kötü kabul eden bir gönüllü haline getirebilir ki alternatifi olmayan bir bağlayıcılığı vardır. Aksi halde insan, kim ne derse desin, kendi koyduğu kuralları kendisi kolayca yıkacaktır.

Prof. Dr. Kemal Sayar “Ruh Hali” adlı eserinde hayatın anlamını oluşturan üç ana eksenden bahseder: Dünyaya verdiklerimizle, dünyadan aldıklarımızla ve kaderimize rıza göstermekle… Yine “Anlam duygusuna sahip olmak, dört temel psikolojik ihtiyacımıza cevap verir: Anlam duygusu sayesinde gayeye sahip oluruz. Anlam duygusu bize değerlere sahip çıkmayı telkin eder, dolayısıyla değerler sistemi sahibi oluruz. Kendi öz değerimizi anlam duygusundan devşiririz. Hayattaki etkinliğimizi, verimliliğimizi kontrol altında tutup yaşamımıza yön verebileceğimizi görürüz.” der. Çünkü insan, anlam arayan bir varlıktır ve bizleri dünyada biricik kılan, diğer varlıklardan ayıran şey anlam arayan bir varlık oluşumuzdur.7 Son söz yerine değerli psikiyatrist, yaşadıklarımızı yorumlayarak hayatı anlamlı kılma hususunda konuyu şöyle noktalar: “Kendi etrafımıza ördüğümüz kozalarımızdan, o küçük dünyalarımızın içinden çıkıp büyük resme bakabilirsek iyi bir insan olmak ihtiyacını ruhumuzda en yakıcı biçimiyle hissedeceğiz. Çabasız tatmin, insanı sükûna erdirmez, sadece yabancılaşma, sıkıntı ve değersizlik duyguları yaratır. Kimi insanlar vardır hayatları boyunca parayı koklar, o kokuyu aldıkları yöne seyirtir. Kimileri iktidar açlığı içindedir, oturdukları koltukla yüceldiklerini sanır… İnsanların çoğu, kendi güvensizliğini iyileştirme telaşındadır. Oysa güzelliği, iyiliği, hakikati aramayan bir ömür, sonunda insana beyhude bir debelenme hissinden başka ne verebilir? Herkesi aynı kaderin beklediği, hayatların farklı farklı ancak kaderin ortak olduğu bir dünyada, kimin
kazanıp kimin kaybettiğini nereden bileceğiz? Ne banka hesabımız ne de oturduğumuz koltuklar ölüme karşı bir panzehir sunuyor. Kader ortak… En güzeli hayatın akışına kendimizi katmak, hayattan öğrenmek, hayatın her anını bir mucize duygusuyla yaşamak. Hayatın ufak ayrıntıları arasına saklanmış olan mutluluğu ve güzelliği fark edebilmek. Bir gülü koklamayı bilmek. Var olmakla dünyada kötü giden bir şeyleri değiştirebileceğini, varlığının dünyayı güzelleştirebileceğini fark etmek. Kalbini açabilene en iyi öğretmendir hayat…”8

İnsan “unutan”, “anlam verilen”, hayat bahşedilmekle “hayat bulan” bir canlıdır. “İlim bir nokta idi onu cahiller çoğalttı.” der bir kelam-ı kibar… Anladığımız öğrendiğimiz her hakikati canla başla hayata geçirip hayatı muhabbetle sarıp sarmalasaydık, eminim asıl oradan öğrenip elimize geçen, ruhumuza sinen şeyler, hiçbir şeyi konuşmadan halletmeye çoktan yetecekti… Çünkü çoktan gönül diliyle konuşan gönül ehli insanlar olacaktık… Ne suratımız asılacak ne de içimiz burkulacaktı… Ta ki âşık mâşukunu görene kadar…

Kaynakça:

1) Din İnanç ve İnançsızlık / Antoine Vergote (Çev. Doç. Dr. Veysel Uysal)
2) Prof. Dr. Nevzat Tarhan / İnanç Psikolojisi Sf.16
3) A.g.e. sf.20
4) A.g.e. sf.21
5) A.g.e. sf.22
6) Ahlakın Dini Temeli / Prof. Dr. Recep Kılıç Sf.163
7) Prof. Dr. Kemal Sayar / Ruh Hali Sf.31
8) Prof. Dr. Kemal Sayar / Ruh Hali Sf.253

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.