Arayış / Kainatta Birlik İnsanda Dirlik / Dr. Alper Yücel Zorlu

gonul44-arayisArayış, insanın en yüce erdemidir; çünkü bulanlar arayanlardır. Kendini tanıma ve insanın hakikatini bilme, insanın tarih boyunca en büyük, en yüce erdemi olagelmiş ve sadece arayanlar gerçek anlamda huzuru, saadeti, enginliği ve irfanı yakalamayı başarmışlardır. Günümüzün insanı ilginç bir şekilde idealsiz, gayesiz, erdemsiz bir hayata bile bile mahkûm olurken, bazı erdemleri unutmanın cezasını aslından uzaklara savrularak, kendini kaybederek ödemiştir. Gerçekten de günümüz, büyük bir kaos denizinde insanların yüzdüğü, insan öğüten bir zaman tüneline benzemektedir.

Feyz dergisi olarak, âdeta gördüğümüz her insanın kolundan tutup, rüya içinde rüya gibi yaşadığı yanlışlarla dolu küçük dünyasından onu çekip çıkaracak bir kutsî çaba içerisindeyiz. Bu amaçla bazen insanı kendi çocukluğuna, yani daha ne olup bittiğini anlamadan büyüdüğü safiyet dünyasına götürüp oradan düşünceye yeni bir kapı aralamanın çabasına düşerken, bazen de zaman tünelinde, insanlığın ortak macerasından yola çıkarak, yolun devamında neler olabileceğini anlatmaya çalışıyoruz. Tüm bunları yaparken, içinde bulunduğumuz ânın geçmiş ve geleceğe ışık tutan kaliteli zamanlar olduğunu ve insanın bizzat kendisinin hayatın aktif öznesi olması vasfını insana hatırlatmaya çalışıyoruz. Her şeyin giderek kirlendiği bir dünyada, insan başkalarının ızdırabı karşısında ne hissedeceğini bilemez bir uyuşma içinde. İnsan kendi varlığının ona yüklediği anlamdan mahrum bir yetim, kaybettiği kutsalın açlığıyla kıvranan bir yetim; ama kutsalın günlük hayatta eksikliğine maalesef çoktan alışmış… Aradaki farkı fark etmek, bugün, imandan nasiplenmek anlamına geliyor. Yani “hidayet…”

“Git ve önce sev” diyordu bilge şair Câmi, “Sonra gel ve sana yolu göstereyim.” Kadim gelenekler, her insanın saygınlık ve değer bakımından biricik olduğunu söylerler, her birimize sonsuz bir değer atfederler. İnsanlık ailesine mensup olmanın şeref ve erdemini hatırlatırlar. Geçmiş asırlar sözün şerefine özel bir önem verirdi. Çünkü sözün bir ağırlığı vardı ve söz, sahibine söylenirdi. Sözü söyleyen ise herkesin kabul edebileceği manevî bir imtiyaz alanından seslenirdi çevresine. Bugün insana dair aidiyet ve mensubiyet halkaları da kirletildi. İnsanların bu çerçevedeki değerlere sahiplenme biçimi değişti. Anlam haritasıyla birlikte yol haritası da buharlaştı. Çünkü akaid dünyasındaki netlikleri kendi şahsında ucuzlattı ve insan olma noktasında silik bir yerde durmaya devam ediyor.

Bilesiniz ki bu dünya hiçbirimize ebedî bir yurt olarak kalmayacak. Ruh ebediyeti arzular, bu dünyada olmayanı. Kalbin gözyaşlarıyla ancak bilmenin sevmek olduğunu fark ederiz; çünkü o, bütünlüğün, hikmet ve iyiliğin peşindedir. Bu özlem, bu susuzluk, çürüyen bedenlerin içinde geçirdiğimiz dünya hayatında giderilemez. Ebedî olan ancak garazsız, ivazsız bir yürekle Allah yolunda yapıp ettiklerimizdir. Hayat, geçip gitmekte olana bir ses verme çabası, kalan ancak Allah rızasıdır. Ebedîlik ise ancak Allah’ındır.

İnsan söylemeden edemiyor:
“Bırak; kin kindarların, hınç zalimlerin, kötülük kötü kalplilerin olsun. Bakalım, şu üç günlük hayaller dünyasında payımıza ne düşecek; yiğit ve cihangir, onurlu ve mert bir mücadeleden başka? Kaç tane gözü yaşlı yetimin gözyaşını biz sileceğiz, kaç mazlumu binlerce zalimin elinden kurtaracağız, kaç mağdurun yüzünü güldürecek ve bir olan Allah’ın rızasını kazanacağız? Verilecek sadece bir canımız, adaletle doldurulacak sadece bir yeryüzü var.” Evet, kaliteli ruhlar, hassas ruhlar bunu diliyor, temenni ediyor, dua ediyor ve feda ruhuyla silkinmeye hazır… Unutmayalım ki; her kim olursa olsun, insanı bekleyen hakikatten müstağni değil… Ölüm var, ahiret var ve bir gün hesaba çekileceğiz. Yeryüzünde yapıp ettiklerimiz, o çetin günde, Allah’la (c.c.) başbaşa kalacağımız günde, bir film şeridi gibi önümüze açıldığında, şu anki duygularımız ne olursa olsun, bir “rahmet” kalkanıyla sarılmamışsak eğer, bir lütuf tecelli etmezse üzerimize, vay halimize!..

Sonuç; Molla Câmi’nin dediği gibi, büyük bir muhabbetle birbirimizi sevemezsek, Allah (cc) yolunda birbirimize destek olmazsak, ahlakımızı güzelleştirme çabası içinde olmazsak, birlik ve kardeşlik ruhunu can-u gönülden tesis etmezsek, kendimize ve hayata yüklediğimiz anlam, doğru zannedip yaptıklarımız da dahil olmak üzere o çetin sınavı aşmaya yetmeyebilir. Varlık nedenimizi, kendimize yüklediğimiz varlık duygusunu tekrar gözden geçirmemiz dileğiyle…

GÖRÜŞ / KAPI ARALANINCA…
İnsan yeryüzünde halifedir. İnsan, insan olmakla ilahi tecellilerin odağıdır. Hassaten insan kalbi, tam bir tecelligâh-ı ilahîdir, İlahî tecellilerin yansıdığı bir mekândır. Kâinattaki vahdet ve birlik sırrı, Allah’ın bir, tek, vahid oluşu, bütün kâinatı saran ahengin temelini oluşturur. Dolayısıyla kâinatta bir hukuk, bir tasarruf, bir ahenk, insanı derinden etkileyen ve her yere frekansı yayılmış bir müzik gibi, tatlı mı tatlı bir biçimde yayılır, hissedilir, hâl lisanıyla ve fiilen terennüm eder, her yönüyle akseder. Tasarruf, sahibine aittir. Küllî olarak da cüz’i olarak da bu böyledir. Evrendeki bu uyumun vahdet sırrından mülhem olduğu her yönüyle aşikârdır. Allah’ın (c.c.) kâinata vurduğu bu birlik mührü, insan ilişkilerinde, zaman ve mekânda, başlangıç ve bitişlerde, süreklilikte ve bilemeyeceğimiz nice olayda kendini gösterir. Burada insana düşen şey aslında sadece ve sadece teslim olmaktır. Bu teslim oluş bazen sabır, bazen tefekkür, bazen harekete geçmek şeklinde ortaya çıkabilir. İnsan, özünde gayesiz yaşayamayacak bir canlıdır. Bu aslında İlây-ı kelimetullah dediğimiz, Allah’ın adını ötelere ta ötelere taşımanın, Allah’ın varlığını ve birliğini kabul eden mümin gönüllerin aynı davada tek vücud oluşlarının, yeryüzünde Allah’ın rızasına talip ve muradının peşinde oluşlarının bir kul ya da kullar topluluğu olarak insan ilişkilerine, toplumsal düzene yansımasını istemekten başka bir şey değildir. Yani ümmet dediğimiz o inanmış kaliteli ruhlar topluluğu bu sayede yeryüzünde murad-ı ilahînin izlerini süren; onların Allah’tan, Allah’ın da onlardan razı olduğu müminler topluluğu haline gelir ki, inanan bir insan olarak bundan daha güzel bir duruş sergilenemez. Topluca kılınan namazlarda, birlikte yapılan Hac ibadetinde, coşkuyla kutlanan bayramlarda, büyük kalabalıklar halinde bir araya geldiğimiz kandillerde o zamanlara yansıyan manevî hava ve bereket, hep bu birlik ve beraberliğin eseri, coşkusu ve neşesidir. Ne ilginçtir ki insanın tek başına yapıp ettiği her şeyde, tek başına kalmanın getirdiği problemler bir şekilde hep vardır ve günümüz insanı da bundan müstağni değildir. Mahir İz Hoca’nın dediği gibi; “Kıl beşi kurtar başı olmaz; kıl beşi düşün kul kardeşi, kurtar başı olur.” Doğrusu da budur. Allah’ın razı olduğu en güzel ahlakların sergilendiği yer, hiç şüphesiz cemiyet hayatıdır, birlik ruhudur. Müslümanlar, başlarına bir şey geldiğinde topluca karşı dururlar… Kibrin, enaniyetin, tevekkülün, yardımlaşmanın test edildiği yerdir cemiyet… Kardeşlik ruhu olmayan bu sınavları geçemez, bencilliği aşamaz, sencil ve diğergam olamaz.

İmamsız yollara düşülmediği gibi, imansız da yollara düşülmez. Kâinatın hukukuna tecavüz eden insan ancak birliği, dirliği bozmak ister, fitne fesat peşinde koşar. Hz. Peygamber (sav) “Müminler kardeştir.” buyururken, “Küfür tek millettir.” derken hep bu gerçeğe işaret etmiştir. Çünkü iman, aynı zamanda insanları bir araya toplayan bir hakikatten beslenmektedir ve müminler kardeştir. Allahu Teâlâ’nın “Ey insanlar!” demesi, “Ey iman edenler!” demesi hep bu gerçeğe bizleri yönlendirmektedir. Hatta ve hatta “Birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık.” (Hucurât, 49/13) ilahî sırrı da insana aynı hakikati söyler…

Dikkat edilirse İslam’ın her umdesi, dualarımız, tarz-ı telakkimiz hep buna dayanır. Mesela Peygamber Efendimiz; “Korkaklıktan, riyakârlıktan, gevşeklikten, tembellikten, bel büken borçtan sana sığınırım Ya Rabbi!” derken hep insanın bir başka insanla olan ilişkisine dikkat çekmiştir. Ayağı yere basmayan ve insanı insandan uzaklaştıran felsefeler “İnsan insanın kurdudur.” diyerek çok büyük bir yanılgıya düşerken, İslam, insanların kardeşliğinden, tek bir yaratıcı tarafından yaratıldığından, birlik ve beraberlikten, güzel ahlaktan, cömertlikten, tevazudan, merhametten, adaletten bahseder. Bu birlik ve beraberliğin harcı imandır. Yeryüzünde hiçbir motivasyon ve tutku, imanın, inancın ve vicdanın insandaki saygın yerine ve karşılığına leke süremez, dil uzatamaz, yerine başka bir şey ihdas edemez. Çünkü gönülleri bir arada tutan keyfiyet imandır, ihlastır, samimiyettir. Yani insanı insan kılan; Allah merkezli duygular, düşünceler, tarafgirlikler, hassasiyetler ve ahlaklardır. Ya da kalpte mutlak karşılığı olan her şeydir de diyebiliriz. Ahlakın yerine etiği, dinin yerine ideolojileri, inancın yerine ne idüğü belirsiz sahtekârlıkları koyarak, hakiki insan olmanın getirdiği fayda ve avantajlar asla temin edilemez. Edilir diyen ancak kendi kazdığı kuyuya düşen, bindiği dalı kesen ucubeler durumuna düşer ki, bugün insanlığın içinde bulunduğu hal, tam da budur işte…

İnsanın tek başına kazandığı bir savaş göremezsiniz. İslam, küçük ve büyük cihaddan bahsederken aslında her ikisine de damgasını vuran şeyler; ahlaktır, samimiyettir, diğergamlıktır, fedakârlıktır. İnsandan birey olarak bu özellikleri sergilemesi istenirken bu güzelliklerin topluma da yayılması hedeflenmiştir. Amaç ise kötülüklerin ıslahı ve engellenmesi, iyiliklerin de pekişmesi ve yayılmasıdır. İşte bu anlamda, ümmetin birlik ve beraberliğinin temeli kardeşliğe dayanırken, elimize geçen şey huzurun elde edilmesi ve o huzur ortamında iyiliğin ve güzelliğin, topluca kulluğun yayılmasıdır. Sonuç olarak iyiliklerin güç haline geldiği bir rıza zemini yakalanır ki, gönüllerin bir olduğu yerde feyz, rahmet ve bereket hasıl olur. Biz buna fiilen topluca Allah’ı (c.c.) zikretmek diyoruz. Kaostan, fitneden, fesattan kurtulmanın başka yolu da yoktur. “İslam’ı öylesine yaşayın ki aranızda münafıklar barınmasın.” sözü de bunu gerçekleştirmenin yolunu bize göstermektedir. İslam’ı yaşamak, İslam’ı yaşatmak, yeryüzünde Allah’ın rızasını kazanmaya aday müminler topluluğu oluşturmak… Kanaatimce Ümmet olma bilinci, kardeşlik ruhu budur ve bunu gerektirir.

Günümüzde üzerinde durulması gereken en önemli konu ise şudur: İçinde Peygamber sevgisi, Peygamber aşkı olmayan bir ümmet bilinci ve kardeşlik şuuru olamaz. Olsa da sahtedir. Ahlaktan, maneviyattan, dinî ciddiyetten mahrumdur.

DURUŞ / KALP SEVİNCE…
Kalbiyle sevmek, kalbiyle hissetmek, kalbiyle düşünmek… Duyguların bize niçin verildiğini sorguladığımızda, duygularımızın da hakkını vermek, hakiki değerleri takdir etme ve sahiplenme noktasında her şeyi yerli yerine oturtmamızı sağlayacaktır. Kendimizi kandırmadan bu değerlerden nasiplenmek, elimizde en büyük sermaye olan kalbimize atfettiğimiz önemle çok yakından alakalı… Kalbi temiz tutmak, nezih kılmak, kirletmemek, duygulu olmak, inceliklere talip olmak, kaba, hoyrat ve künt taraflarımızı yontmaya çalışmak, duygularımızı geliştirmek ve derinleştirmek, her şeyi ama her şeyi Allah (c.c.) merkezli düşünmek, zihni parçalayan kesretten kurtulmak, kutsala dair kararlı ve istikrarlı bir yerde durmaya çalışmak bugün her şeyin üstünde bir hassasiyet ve çaba istiyor. Varlık dairesinde her şeyin “bir” olduğunu bilmek, muhabbetin yaşanan bir değer olduğunu fark etmek, tanım yapan değil yaşayan bir insan olmak, başımız dik ve sıkılmadan yürüyebileceğimiz bir hayatın kapılarını bizlere açacaktır. Kendi içimizde, sahip olduğumuz değerleri doğru kullanmayı bilirsek, varlığa dair yeterli ve kaliteli cevapları bulur ve problemlerden uzak bir dünyada madden ve manen verimli insanlar haline geliriz. Çünkü “asıl” bilinmezse “suretin” bir anlamı olmayacaktır. İnsanlar ise sahip olmadıkları şeyleri ararlar ve kıymetsiz şeylerin de taklidi olmaz, kıymetli olan taklit olunur. “Asıl” olan mutlaka kıymetlidir.

Her gün hayat bizi bir yerlere davet eder. Ama nereye davet edildiğimiz çok önemlidir. Aslında girdiğimiz her sokak bir “imtihan sokağı”dır. Mademki kalbimizi ihmal etmek istemiyoruz, öyleyse Mevlânâ’nın dediği gibi; “Bizim sokağa gelin!” yani aşk sokağına diyoruz. Evet, Hafız’ın dediği gibi; “Çiçeğin sırtı olmaz.” Siz yeter ki güzelliğe talip olun… Çiçek her zaman çiçektir…

Aslında hepimize işin başında söylenen söz şudur:
“Gül’e Gül’e gidin, Gül’e Gül’e gelin…”
Gül’e yani Muhammed’e…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir