
Radyoya nasıl gönül verdiniz, Afrikalı lakabının bi hikâyesi var mı?
Özel radyolar ilk açıldığı zaman, 90’lı yılların başı, radyoculuğa merak salan yüzlerce, binlerce insandan bir tanesi de bendim. İlk önce bu iş nasıl yapılıyor diye bir araştırma yaptım kendimce, herhangi bir yerden bir eğitim alınamayacağını öğrendim. Ki o dönem, özel radyolar açıldığında, ne RTÜK var ne üniversitelerde eğitim veriliyor ne de özel bir kurs var. Hasbelkader İstanbul’da yayın yapan Mert FM diye bir radyoya yolum düştü, orada staj görmeye başladım. O yıllarda 1. Lig takımlarına Afrika’dan çok futbolcular geliyordu ve piyasada şöyle bir geyik muhabbeti vardı tabiri caizse: “1. Lig takımları Afrika ligine dönüyor.” denilirdi. O dönem de bir-iki tane de medyatik olan, Afrika’dan gelen futbolcu vardı. Ben de staj görüyorum. Benimle de yayındaki arkadaşlar dalga geçmeye başladılar; “Biz de Afrika’dan futbolcu getirdik, toptan anlamıyormuş, radyocu yapacağız.” Dinleyici soruyor: “Gerçekten Afrikalı mı?” “Evet, Afrikalı.” Yok zenci, yok saçı kıvırcık, yok dudağı büyük, kulağı büyük falan, böyle benimle dalga geçmeye başladılar. Ben de radyo sahibine şikâyet ettim; dedim ki: “Siz beni staj gör diye radyoya gönderdiniz, ama yayıncı arkadaşlar bana lakap taktılar.” “Ne diyorlar?” “Bu futbolculardan esinlenerek, onlar da bana Afrikalı diyorlar.” Radyo sahibi bir yazı astı radyonun camına, “Ali’ye Afrikalı denilmeyecek, adıyla hitap edilecek.” diye. Bu sefer de, “Yahu, bizim Afrikalı var ya, onun ismi Ali.” “Aaa, Ali Afrikalı mı, Afrika’dan mı geldi?!” diye böyle bir geyik muhabbeti dönmeye başladı. Sonra patron beni yanına çağırdı; “Seni zaten kimse görmüyor, ha Afrikalı bilmişler, ha Amerikalı bilmişler, boş ver, sen böyle devam et…” dedi, “Afrikalı Ali olarak devam et; zaten seni kimseler görmeyecek radyoda” dedi. Macera böyle başladı.
O zamanların stüdyo teknolojisi nasıldı?
Tabii, o dönemler radyoculuğun en zor olduğu dönemler. Radyolarda bilgisayar yok. Şu an kullanılan cihazların hiçbir tanesi yok. Evlerde kullanılan kasetçalarlar miksere bağlanmış. CD de yok, sadece kasetlerden şarkılar çalıyoruz. Bir kasette şarkı bittiği zaman diğerini hazırlamak bayağı bir sıkıntı, bayağı çaba sarf edilmesi gereken bir olay. Biz artık şarkıların yerlerini ezberlemiştik. Mesela üç tane şarkı o bantta döndüğü zaman nereye geliyor, yaklaşık, aşağı yukarı tahmin edebiliyorduk. Ya bir önceki şarkının sonuna gelirdik, ya ondan sonraki şarkının önüne gelirdik. Kasetli dönemlerden başladık.
CD’ler ilk çıktığı dönemler biz bayram etmiştik; teknoloji ne kadar gelişti, artık kaset yerine CD geliyor diye. Sonra CD çalarların ikilisi, üçlüsü çıktı, onlardan aldık radyomuza. Derken, işte 2000’li yıllara doğru, 90’lı yılların sonlarına doğru artık yavaş yavaş bilgisayar sistemine geçildiğinde, bu sefer bir moral bozukluğu oldu bizde. Bilgisayardan hiç anlamıyoruz, okulda da eğitimini görmedik, bilgisayarla alakalı herhangi bir tecrübemiz yok; nasıl yaparız, yapamayacak mıyız, bunu yapamazsak işimizden mi olacağız diye bir korku-kaygı oldu. Daha sonra bilgisayar kullanımının eğitimini aldık, bilgisayardan çalmaya başladık belli bir süre sonra.
Şimdi sistemin geldiği noktada, artık tek bir elimizle, tek bir parmağımızla 365 günlük programı saat saat, dakika dakika ayarlayabiliyoruz; hangi dakika hangi şarkının çalınabileceğini önceden kontrol edebiliyoruz, hatta stüdyo dışından bile kontrol edebiliyoruz. Şu an oturduğum yerden cep telefonuyla dünyanın her yerinden yayın yapabiliyorum.
Başarılı olmanızı neye borçlusunuz? 25 senedir böyle ön plana çıkıp, radyocular arasında önemli bir yerde olmanızı siz nasıl yorumluyorsunuz?
Bana söylenenlerden yola çıkarak, şöyle toparlayıp yorum yapabilirim: Biz radyoculuğa ilk başladığımızda, az evvel de söylediğim gibi, örnek alabileceğimiz kimse yok, özel radyolar yeni açılmış. TRT radyolarında da zaten kalıp belli; “Bilmem ne, bilmem ne sanatçısından şu şarkıyı dinlediniz, şimdi sırada şu şarkı var…” deyip, böyle çok ciddi bir ses tonuyla, haber okuyan bir ses tonuyla program sunuluyordu… Örnek alabileceğimiz kimse yoktu. Ben kendim, ilk dönemlerde, radyoya yeni başladığımda, kimse dinlemiyor, sadece beni evde annem, ağabeyim, mahalledeki birkaç tane arkadaşım dinliyormuş havasında, sanki onlara yayın yapıyormuş gibi, gayet doğal, mahallede arkadaşlarıma nasıl hitap ediyorsam öyle hitap ettim; sokakta, bakkala gittiğimde, ekmek alırken bakkal amcaya nasıl hitap ediyorsam öyle hitap ettim, ikili diyaloglarda insanlarla nasıl konuşuyorsam öyle konuştum. Bu da doğal olmamızı sağladı. Yani oradaki doğallık, insanlara, “Yahu, bu da, bu eleman da bizden birisi” diye sıcak geldi sanırım. Ki insanlar zaten böyle diyorlar: “Ağabey, aynen bizim gibi konuşuyorsun, kızdığın zaman bizim gibi tepki veriyorsun, sevindiğin zaman bizim gibi tepki veriyorsun, sen de bizden birisin…” diyorlar. Bu nedenle insanlar bizi benimsediler diye düşünüyorum, tahmin ediyorum.
Radyoculuğa ilk başladığım günkü prensiplerim, kurallarım neyse, aynısını yine izliyorum, devam ettiriyorum. Sesimi kesinlikle değiştirmiyorum radyoda konuşurken, ses tonum normalde nasılsa radyoda da öyle, davranışlarım, hal ve hareketlerim yine öyle. Gelirken, otobüsü kaçırdıysam mesela, o otobüsü kaçırmanın vermiş olduğu moral bozukluğunda halk ne hissediyorsa ben de öyle hissediyorum ve o hissimi de radyoda insanlara söylüyorum ya da trafiğin yoğunluğunda ne yaşıyorsa bir insan stresten, aynı stresi ben radyoda insanlara anlatıyorum ve bu insanlara çok sıcak geliyor gerçekten, doğal olmak sıcak geliyor. Büyük ihtimalle kendilerinden biri gördükleri için bizim de başarımız yıllarca sürdü diye düşünüyorum.
Radyoculuktan başka bir iş planınız oldu mu, başka bir alana geçmeyi düşündünüz mü?
Benim radyoculuğa başlamamdaki sebep de şuydu: Çocukken TRT’de Görünmez Adam filmini izlemiştim. Bir iksir içiyordu o kahraman, belirli bir süre görünmüyordu. Ben de çocukluğumdan beri hep görünmeyen bir adam olayım, ama herkes beni bilsin diye böyle bir hissiyata kapılıyordum. İşte Allah da böyle bir iş imkânı sağladı bana, radyoculuğa başladım.
Radyoda görünmediğimiz, sesimizin duyulduğu dönemlerde insanlar hep bizi merak ettiler. Biz o dönem gazetelere çıkmıyorduk, televizyonlara çıkmıyorduk, röportaj vermiyorduk; kaçıyorduk yani, görünmemek için.
Daha sonra sinema-film işlerine merak saldım. Ama ekranın önünde değil de ekranın arkasında olayım istedim. Ben yapımcı olayım diye çıktım aslında. Bir tane firma kurdum, bir tane kısa film çektim. Hatta çektiğimiz kısa film dört ya da beş dalda ödül de aldı; en iyi görüntü, en iyi yönetmen, en iyi senaryo dalında ödül de aldı. Birçok oyuncu arkadaşım var, onlarla paylaştım; dedim ki, “Yapımcılığa başlayacağım, bana nasıl yardımcı olursunuz? Gelip destek amaçlı oynar mısınız?” Firmalara gittim vs. derken, çok tanınmış olan oyuncu ağabeylerim, arkadaşlarım bana, “Yahu, boş ver; gel, biz film çekiyoruz, sen de burada oyna” dediler, bana küçük bir rol verdiler. Yine bir ağabeyime gittim, kendi yapımımla alakalı fikir almak amacıyla; “Yahu, ben bir film çekiyorum; gel, burada oyna. Senin adın da var, birçok sanatçıdan daha çok tanınıyorsun; hem kendine faydan olur, hem filme faydan olur.” dedi. Bu şekilde ben ilk dönem iki-üç tane sinema filminde kısa kısa roller aldım. Sonra iki tane dizide yine kısa kısa roller aldım. Sonra sanatçı Doğuş bir gün teklifle geldi; “Ben bir sinema filmi çekiyorum; hem ortak olalım hem beraber oynayalım.” dedi. “Aşkopat” diye bir sinema filmi. Beraber çektik; filmin bir kısmına, çok ufak bir miktarına da ben ortak oldum. Çok da hoşuma gitti. Baktım, ekranın önü daha heyecanlı, daha güzel. Artı, bir de bir anı kalacak; yarın çocuklarıma bırakabileceğim ya da beni tanıyanlara, sevenlerime bırakabileceğim bir görsel hatıra olacak. Bir de gerçekten hoşuma gitti; set ortamı hoşuma gitti, kamera önünde olmak hoşuma gitti. Uzun yıllar hep mikrofon arkasındaydım, sadece sesimi duyup insanlar tanıyordu beni, fiziksel olarak kimse tanımıyordu. Herkes beni tanısın kafasında değilim ama bir şeyler yapmak, o heyecanı yaşamak hoşuma gitti. 8 tane sinema filminde oynadım bu arada. Şu an Antalya’da çektiğimiz bir korku-gerilim filmi var, orada da başroldeyim. Çok iyi bir karakter; kendi kendime çalışıyorum, birçok tanınmış oyunculardan destek alıyorum, oyuncu koçluğu açısından. Bazen bir sahne kafama takılıyor, oyuncu ağabeyime senaryoyu atıyorum, diyorum ki, “Ağabey, burada nasıl bir tonlama yapmam lazım, nasıl bir tepki göstermem lazım…”, onlar da bana videoya çekip atıyorlar. Derken, böyle kendi kendimi de biraz geliştirme fırsatı buluyorum; eğitimini almadım, ama kendi kendime bir şeyler yapıyorum. Çok sinema filmi izliyorum. Çekeceğimiz filmlerle alakalı son bir aydır korku filmleri izliyorum sürekli, o karakterle alakalı olanlar acaba nasıl rol yapıyor diye onları takip ediyorum.
Yapımcılıkla başladım aslında, sonra kendimi birden kamera önünde gördüm, hoşuma da gitmeye başladı. Bir-iki tane daha teklif de var aslında, bu yazın iki filmimiz daha var, onları da büyük ihtimalle çekeceğiz. Hem radyoculuk hem oyunculuk güzel bir şekilde gidiyor şimdilik.
Uzun bir süredir müzik piyasasının içindesiniz, yıllar içinde neler değişti, nasıl değerlendirirsiniz?
Günümüzde müzik kalitesi arttı. Çünkü eskiden, kaset yapıldığı dönemlerde herkes kaset yapıyordu. Unkapanı’nda birçok firma, birçok yapımcı, sanatçı bulmak için yarışmalar düzenliyorlardı, çeşitli etkinlikler yapıyorlardı. Şu an herkes bir şeyler yapsa bile artık insanlar o kadar seçici ki. Sosyal medya aracılığıyla tercihlerini insanlar bir şekilde direkt yansıtabiliyorlar. Eskiden adam kaseti yapıyordu, onun bir sene sonra dönüşü oluyordu; beğenildi mi, beğenilmedi mi bir sene sonra anlaşılıyordu, adam bir sene sonra şöhret oluyordu. Şu an bir gecede şöhret oluyorlar. Piyasa gerçekten çok değişti. Bir yandan bakarsak iyi oldu, bir yandan bakarsak kötü oldu. Şimdi kaset satışları yok. Eskisi gibi yapımcılar sanatçı aramıyor, “Gel, sana kaset yapayım” demiyor. Siz elinize bir enstrüman alıyorsunuz, çalıyorsunuz, sunuyorsunuz insanlara, bir gecede tanınıyorsunuz, sonra teklifler oluyor, bir bakmışsınız konserlerdesiniz.
Eskiden sadece bulunduğunuz yerlerdeki insanlar sizi tanıyordu. Diyelim ki İstanbul’dasınız, İstanbul’daki yerel radyolar çalıyordu, İstanbul’a sesinizi duyuruyordunuz ya da buradaki düğünlere derneklere giderek sanatçılar seslerini duyurup kendilerini tanıtıyorlardı. Ama şu an Hakkâri’de birisi bir şarkı söylese New York’taki birisi duyabiliyor, bir Türk oradan haberdar oluyor ya da seviyor ya da takip ediyor. Yani sektör artık tamamen dijitale kaydı diyebiliriz. Sanatçılar da artık eskisi gibi fiziki albüm çıkartmıyor; şarkısını yapan, dijital ortamlara atıyor şarkılarını, radyolara gönderiyor ve artık iş orada yürüyor.
Radyoyu dinleyen kitle nasıl değişti?
Bizim sektörü ilk baltalayan mp3’ler oldu. Ama mp3’ler radyonun dinlenme oranını çok da düşürmedi. Sonra akıllı telefonlar çıktı, akıllı telefonlar da şarkı yükleyebiliyorlardı. Daha sonra sosyal medya yaygın olmaya başlayınca, dijital ortamdaki şarkıların oradan sanatçılara gelir getirdiği de öğrenilince, bu durum, radyo sektörünü ve hatta televizyonu da gerçekten çok etkiledi. Radyo sektörünü yüzde 50 düşürdü diye tahmin ediyorum. Çünkü eskiden sanatçıyı takip eden ya da müzik seven insanların yüzde 80-90’ı radyolardan dinliyorlardı, şarkıları ya da albüm alıyorlardı. Şimdi herkes akıllı cep telefonundan istediği sanatçıyı anında dinliyor ve defalarca dinleyebiliyor. Bu da, tabii ki, haliyle, radyoyu, radyo sektörünü etkiledi.
Ama ben radyo mesleğinin öleceğini zannetmiyorum. Çünkü dünyada da örnekleri var. Araçlarda, trafikte seyir halinde, güncel bilgileri anında alabilmek için radyonun yeri doldurulamaz. Çünkü araba kullanan birisi televizyon izleyemez, çalışan bir kişinin televizyon izleyip işini yapması çok zor; ama radyoyu her halükarda, her şartta insanlar dinleyip tercih edebiliyorlar. Yani televizyon ya da görsel yayın yapan kuruluşlar belki zarar görebilir bu hızlı gidişattan ama radyoların çok zarar göreceğini zannetmiyorum.
Hayat tecrübenizden hareketle gençlere ne söylemek istersiniz?
Kesinlikle yapacakları işin eğitimini almaları gerekiyor. Kesinlikle yaptıkları işi sevmeleri lazım. “Şimdilik ben şu işi yapayım da ileride şunu yaparım.” düşüncesinde olmasınlar. Bizim sektörle ilgili özellikle, ilgi duyan, alaka duyan aileler çocuklarını yönlendirsinler.
Ne iş yaparlarsa yapsınlar eğitimini kesinlikle alsınlar istiyorum. Kesinlikle büyüklerine karşı saygılı olsunlar, maneviyatları güçlü olsun, manevi yönden kendilerini çok iyi hazırlasınlar. Böyle yaparlarsa yapacakları işte başarı da gelecektir diye düşünüyorum. Hatta Orhan Gencebay’ın bir sözü var, gençlere şöyle söylüyor Orhan ağabey: “Paranın peşinde koşmayın, başarının peşinde koşun; başarılı olursanız zaten para arkasından gelir.” Hep kulağımda küpedir bu söz. Ben de aynı şeyi genç kardeşlerime söylemek istiyorum: Paranın peşinde koşmasınlar, başarının peşinde koşsunlar; para zaten başarı olunca geliyor.