Afet Yönetiminde Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü ve Önemi / Afet Yönetimi Uzmanı Mustafa Kaya

55-afetİçinde yaşadığımız evrende meydana gelen afetlerin, her geçen gün artarak yaşamımızı tehdit ettiği bilinen bir gerçektir. Lokal ya da bölgesel olarak tüm insanlığı etkileme potansiyeli bulunan afet türleriyle mücadelede (önleme, korunma, minimize etme) artık topyekûn hareket etme, kaynakların daha etkin kullanımı ve bilinç artırıcı faaliyetler büyük önem arz etmektedir.

Yaşanılan süreçte anlaşılmıştır ki: Ne zaman, nerede ve hangi büyüklükte meydana geleceği kesin olarak bilinemeyen afetlerin insanların yaşamını tehdit etmesinin önüne geçilebilmesi için yapılan çalışmalarda, kamu erki tek başına bu işlevi yerine getirememiş ya da yetersiz kalmıştır. Afet risk algısı ve strateji belirlemeden eldeki kaynakların kullanımına, eğitim faaliyetlerinden yerel ve uluslararası müdahale ve iyileştirme çalışmalarına kadar birçok alanda kamu erkine yardımcı en önemli unsur, vatandaşların katılımıyla ortaya çıkan sivil inisiyatiftir. Aynı zamanda, meydana gelen afetlere maruz kalan bireyler yanında afet yönetimi konusunda hassasiyetleri bulunan insanların kendiliğinden veya örgütlü olarak ortaya koydukları yapılar olarak ortaya çıkan sivil toplum kuruluşları afetlerle mücadelede önemli unsur olma özelliği taşırlar.

Kısaca değinmek gerekirse “Sivil Toplum”, belirlenen hedefler doğrultusunda kendiliğinden veya organizeli olarak bir araya gelen insanlardan oluşan yapıyı ifade etmektedir. Kavramsal olarak bakıldığında “Sivil Toplum”: Toplumsal sorunlara çözüm bulma ve kamusal tartışma alanıdır. Bu itibarla toplumu derinden yaralayan, ekonomik çöküntüye neden olan afetler önemli bir toplumsal sorun olma özelliğine sahiptir. Sivil toplumu oluşturan yapının bu sorunun çözümü adına kamu erki ile birlikte eşgüdüm içerisinde hareket etmesi ve tüm safhalarında aktif rol alması çözüm adına hayatî öneme sahiptir. Sivil toplum kuruluşlarını öne çıkaran ve zaman zaman çözüm adına kamu erkinden belki de daha avantajlı konuma getiren en önemli özelliği “gönüllülük” esasına göre hareket etmesidir. Afetlere maruz kalan bireylerin, hiçbir kazanç beklentisi olmadan tamamen kendi hür inisiyatifleriyle ortaya çıkan, sorunun çözümüne yönelik yapmış olduğu gayretler, bu işi bir ücret karşılığında mesai harcamak zorunda olanlardan çok daha verimli ve sonuç odaklı konuma getirmektedir. “Gönüllülük” bir görev değil bir tercihtir, paylaşımcılıktır, fedakârlıktır. Bu sebeple, ortaya koyduğu getirileri de bir o kadar büyük olacaktır. Bu avantajın iyi değerlendirilmesi gerekmektedir.

Genel olarak bakıldığında, kamu erki ve kâr amacı güden özel kuruluşlardan sonra “üçüncü sektör” olarak da adlandırılan sivil toplum kuruluşları (STK), bürokrasiden uzak elastik yapılarıyla, afetlerin farklı evreleriyle ilgili edindikleri uzmanlıklarla, yerel teşkilatlanmalarla, talep edilen hizmeti maddi karşılık gözetmeden sunmalarıyla ve kendilerini sürekli geliştirme potansiyelleriyle, afet yönetiminde vazgeçilemeyecek bir konuma gelmişlerdir.

Ülkemizde Sivil Toplumun tarihine kısaca değinecek olursak: Dünya Bankası’nın 1997 yılında “Türkiye’deki Sivil Toplum Kuruluşları” konusunda yayınladığı raporda Türkiye’de sivil toplumun gönüllülük kavramı ile birlikte geliştiği ifade edilmiş, bu durumun 700 yıllık Anadolu Selçuklular ile Osmanlılara kadar uzanan uzun geçmişi olan bir mirasa dayandığı belirtilmiştir. Toplumsal hizmetlerin vakıflarla ve loncalarla başladığı, toplumsal dayanışmanın sağlanmasında bu kurumların önemli bir işleve sahip olduğu bilinmektedir. Uzun yıllar zaman zaman devlet denetimine girse de sivil toplum kuruluşları, özellikle 1980’lerin ikinci yarısından itibaren kendi özerk yapılarına kavuşmaya başlamış, yaklaşık son yirmi yıldır da bu alanda önemli gelişmeler yaşamıştır. Bu gelişmenin en önemli sebepleri arasında 1996 yılında İstanbul’da yapılan, toplumsal farkındalığın da artmasına neden olan Habitat II toplantısıdır. İkinci neden ise: Akatay ve Yelkikalan’ın da ifade ettiği gibi 1999 depremleri sonrasında yaşanan boşluk ve belirsizlik ortamının STK refleksi ile doldurulmuş olmasıdır. Depremin en önemli etkilerinden biri, STK’ların bünyesinde gönüllü olan gençlerdeki farkındalık bilincinin oluşmasıdır. Önemli diğer bir neden ise Avrupa Birliği sürecinde Sivil Toplum çalışmaları için ülkemize önemli kaynakların aktarılması ve sonrasında meydana gelen yasal düzenlemelerdir.

Afetler özelinde STK’ların gelişiminin en belirgin nedeni yukarıda da ifade edildiği üzere 1999 depremleridir. Mevcut kamu idaresinin tüm imkânlarıyla çaresiz kaldığı büyük afetler sonrasında, toplumsal duyarlılığın kendiliğinden ortaya çıkan bireysel ve örgütlü gönüllülerin kısıtlı imkânları çerçevesinde, kamu erki gelinceye kadar ortaya koydukları çabalar hayat kurtarma faaliyetinden iaşe ve ibateye, haberleşmeden ulaşıma kadar birçok alanda önemli işler yapmışlardır. Yaşanan birçok olumsuzluğa ve kısıtlı imkânlara rağmen gösterilen çaba günümüz sivil toplumunun ana temellerini oluşturmuştur. Buradan alınan dersler sayesinde sivil toplum kendini tedricen geliştirmeye gayret etmiş, eskiye nazaran daha modern, daha elastik ve daha bilinçli bir konuma gelmiş, ulusal ve uluslararası yardım ve müdahalelerde önemli yararlılıklar göstermişlerdir. Elbette bu, yeterli değildir. 99 depremleri göstermiştir ki afet yönetimi alanında daha iyi planlama yapmak, daha iyi organize olmak ve eşgüdüm içerisinde hareket etmek gerekmektedir.

Sivil toplum kuruluşlarının önemini vurgulama adına Firik şu tespitleri yapmaktadır: “Bugün artık STK’lar toplumların afetlere hazırlanma, zarar ve riskleri azaltma, kısa süreli müdahale ve uzun süreli iyileştirme çalışmalarına da yoğun bir şekilde katılmaktadırlar. Gönüllü kuruluşların desteği, heyecanı ve uzmanlığı olmadan, devletin tek başına, afete uğramış toplumların ihtiyacını karşılaması mümkün değildir. Bu nedenle gönüllü kuruluşların afet yönetiminin dört evresinin her birinde oynayacağı rol ve yapacağı hizmetlerin belirlenmesi ile birlikte, hem kamu kuruluşları ile gönüllü kuruluşlar hem de gönüllü kuruluşların kendi arasındaki işbirliği, dil birliği, ortak bir afet yönetimi ve olay komuta sistemi ile birlikte eşgüdümün de sağlanması gerekmektedir.” Bu önemli tespit aslında kamu ve STK işbirliğinin önemini belirtmesi açısından son derece önemlidir.

Afet yönetimi önemli bir süreçtir. Bu sürecin önemli ayaklarını Gülgün Tezgider “kaynak yönetimi”, “temas yönetimi” ve “süreç yönetimi” olarak ifade ediyor. Çok önemli bu üç süreç iyi yönetilemediği takdirde ciddi kayıpların verileceği muhakkaktır. O bakımdan özellikle STK’lar bağlamında bu üç sürecin çok iyi yönetilmesi büyük önem arz etmektedir. Aynı alanda faaliyet gösteren kamu kuruluşlarının ve STK’ların gerek kendi içlerinde gerekse birbirleriyle olan temaslarında eldeki imkân ve kabiliyetleri aynı amaç uğrunda birleştirmeleri ve ortak hareket etmeleri vazgeçilemez bir zarurettir. Bu birliktelik, kaynak yönetimi ile birlikte aynı zamanda ilişkilerin (temas) ve sürecin yani zamanın da optimum kullanımına vesile olacaktır. Tüm bu tespit ve beklentilere rağmen kamu ve STK eşgüdümünün henüz temin edilemediği, her iki taraf açısından da öne sürdükleri bazı eksiklik ya da tehditlerin olduğu görülmektedir.

Kamu ve STK’lar arasındaki eksikliklerin de vurgulandığı “Türk Kamu Yönetiminde Gönüllülük ve Afet Yönetimi” tez çalışmamda konuyla alakalı yaptığım saha araştırmasında da şu tespitlere ulaşılmıştır:

• Türkiye’de gönüllülük ve gönüllü kuruluşların tecrübe, bilgi ve deneyimlerinden yeterince yararlanılmıyor.

• Türkiye’de çok fazla sayıda arama-kurtarma ekibi ve STK bulunmakta, arama-kurtarma ekiplerinin kriterleri de yeterince belirgin değil.

• Gönüllü kuruluşların (STK) akreditasyon sorunları bulunmaktadır.

• Afet yönetimi açısından kamu kurumları arasında sorumluluk alma noktasında sorunlar bulunmaktadır.

• Devletin, yapılan gönüllü faaliyetleri destekleyici, teşvik edici bir role sahip olması gerekiyor.

• Belediye ve valiliklerde gönüllü hizmet gruplarının oluşturulması gerekmekte, afet yönetimi ile ilgili konularda merkezi ve yerel düzeydeki işleyiş hakkında gönüllüler bilgilendirilmeliler.

• Gönüllü kuruluşların (STK) tasnifi yapılmalı, uygulama standartları oluşturulmalı, sınıflandırılmaları, yasal mevzuatın düzenlenmesi ve STK’lar için gönüllülük sisteminin tanımlanması, genel idari yapı içerisinde yerlerinin tanımlanması gerekmektedir.

Genel olarak eksiklik ya da beklenti olarak görülen konular incelendiğinde ana çerçevede paralellik arz etmektedir. Her iki tarafın da birbirlerinden beklentileri bulunmaktadır. Bu beklentiler karşılıklı görüşmeler, toplantılar ile istişare edilebilir ve asgari müşterekte ülkemizin yaşadığı afetler paydasında buluşulabilir. Burada öne çıkan ana konular ise: Akreditasyon sorununun hızla çözüme kavuşturulması, afet yönetiminin bütüncül bir yapıda ele alınarak STK’ların ana unsur olarak bu plana dahil edilmesi, mevzuattan kaynaklı sorunların çözülmesi, STK’ların uygulamalarına standartların getirilmesi, STK’ların önemli bir aktör olarak afet yönetiminin tüm aşamalarına dahil edilmeleri, ortak dil birliğinin sağlanması, eldeki kaynakların bütüncül bir anlayış ile değerlendirilmesi, her iki tarafın da birbirlerine önyargısız yaklaşmaları, ideolojik yaklaşımlardan uzak durulması olarak sıralanabilir.

İSMEP kapsamında 2006 yılında hazırlanan “Afete Müdahalede Gönüllülük Sisteminin Değerlendirilmesi” konulu raporda STK’lara da atıf yapılarak; “ …kişi, aile ve kurumlar, günlük hayatlarında kendilerini tehdit eden tehlike ve risklerin farkında olmadıkları ve bu tehlikelerin yaratabileceği zarar ve riskleri azaltma yönünde girişimde bulunmaları için teşvik edilmedikleri sürece, tamamen gönüllülüğe dayalı sistemlerin yaşayabilmesi çok zordur.” vurgusu yapılmıştır. Devamında “…Sürdürülebilir bir toplum temelli yaklaşımının iki temel koşulu vardır: Birincisi, kişilerin kaygıları ve gönüllülük ruhunun zarar görebilirlikleri azaltmayı ve müdahale kapasitelerini arttırmayı hedefleyen etkin sistemlere dönüştürülmesi. İkincisi, yerel kurumların kapasitelerinin halkın afet bilincini arttırabilmeleri yönünde geliştirilmesi” olarak sıralanmıştır.

Aynı raporda gönüllülük (STK) işlevi ile ilgili tespit edilen sorunlar konusunda yapılan karşılaştırmalı inceleme sonuçları da paylaşılmış. Buna göre:

• Afet gönüllüsünün kimliği konusunda dil birliği eksikliği,

• Yasal düzenleme ve kurumsal desteğin yetersizliği,

• Kurumsal yapının zayıflığı,

• Toplum risk değerlendirilmesi uygulamalarının eksikliği,

• İzleme ve değerlendirme uygulamalarının eksikliği,

• Sınırlı bilgi paylaşımı ve katılımcılık,

• Kaynak yaratma kapasitesinin eksikliği,

• Gönüllü kazanımı ve elde tutmada yaşanan zorluklar, olarak dile getirilmiştir.

Kamu erkinin afet yönetimindeki en önemli aktörü Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’dır (AFAD). 2009 yılından bu yana afet yönetimi konusunda önemli adımlar atan ve bu çalışmalarını artırarak devam ettiren AFAD’ın deneyimli yönetici ve çalışanlarıyla, STK’larla işbirliği ve çözüm adına asli unsur olarak inisiyatifi ele alarak başlatmış olduğu çalışmaları hızlandırmalıdır. Tüm STK’ların bu çalışmalara dahil edilerek ayrıntılı bir tasnifin çıkarılması, afetlerin dört ana aşaması dikkate alınarak hangi aşamada hangi STK’nın plana dahil edileceği, eldeki imkân ve kabiliyetlerin tespiti ile uygulamalardaki farklılıkların ortaya konularak bundan sonra yapılması gereken standartların belirlenmesi ve kısa, orta ve uzun vadedeki yol haritasının çıkarılarak STK’lara ve kamuoyuna deklere edilmesi yararlı olacaktır. STK’ların beklediği akreditasyon kriterleri belirlenerek bir an önce yapılması ve kaynak desteği verilerek ortak projelerin hayata geçirilmesi de bu çalışmanın bir diğer önemli uygulamaları olmalıdır. Ayrıca AFAD bünyesinde farklı daire başkanlıkları ile ifa edilmeye çalışılan STK faaliyetleri tek bir daire başkanlığı altında daha geniş kapsamlı ele alınarak gerekli temaslara başlanılmalıdır.

Afet yönetiminde kamu erkinin STK’lara bakışı/yaklaşımı; kamu imkânlarını sunmada ve işbirliğini sağlamada fırsat eşitliği sunması ne kadar önemli ise STK’ların da hiçbir mazerete sığınmadan mevcut kapasitelerini bu uğurda kamu erki ile beraber seferber etmesi, konuya ideolojik yaklaşmaması ve her şeyi devletten bekler bir vaziyette bulunmaması da bir o kadar önemli bir konudur. Beklenti ile “eğer”, “ama”, “fakat” tarzı ön koşullu yaklaşımlarla afet yönetimi yapılamaz. Bu türden yaklaşımlar, sonrasında “keşke”leri getirecek, ne var ki bu durum kaybedilen canları geri getirmeyecektir.

Afet yönetimi, ne “birileri yapıyordur” şeklinde düşünülerek geçiştirilecek bir konu ne de bir kurum ya da makama havale edilerek “yapılmış sayılacak” kadar hafife alınacak bir husustur. Afet yönetimi, her anı etkin, aktif ve tüm unsurları bünyesinde barındıran, işbirliği içerisinde üstesinden gelinmesi gereken önemli bir konudur. Bu konunun bir ucunda kamu erki varsa diğer ucunda mutlaka STK’lar olmalıdır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.