İnsan, hayal ettikçe mi yaşar ya da yaşadıkça mı hayal eder? Umut, hep garib âna mahsus bir duygu ve ekmeğine katık mıdır? Dua, sorunlarını çözme yeteneği olmayanların, zayıfların ve fakirlerin bir sığınağı mıdır? Veya konumu ve hayat şartları ne olursa olsun kulluk şuurundaki kâmil bir insanın Rabbiyle olan konuşması mıdır? Bu sorulara felsefeci, fikir adamı, âlim veya ehli tasavvuf bir veli, kendi bakış açılarına ve duygu dünyalarına göre cevaplar verecektir.
Kardeş kavgasının, seksen darbesi diye ifade edilerek son verildiği yıllarda Anadolu’nun pek çok köyünde, kasabasında ve ilçesinde çocukların ve gençliğe yeni yeni adım atmaya başlayanların basit ve küçük dua ve hayalleri vardı: “Geceler hiç gelmesin, kışlar bitmesin.” Bu istek onlar farkında olmasa da ölümü veya kıyameti istemekti. Adetullah gereği hayat devam ettikçe de olması imkânsızdı.
Kekik kokularının binbir çiçek kokularına karıştığı yaylalara çobanlar çoktan göç etmişti. Okul bitimiyle çocuklar köydeki dedeleri veya nineleriyle sabahın ilk ışıklarıyla hazırlanıp yola çıktılar. Çoğu zaman üç dört torun, bir aile büyüğü ve tek bir merkep. Keçi yolundan dağa tırmanırken nineler daha çok torunlarını karakaçana bindirirken, dedeler; yürüsün eşek sıpaları modunda yol alıyorlar. Çocuklarsa köyde bıraktıkları arkadaşlarını, oyunları, kısıtlı da olsa seyredebildikleri televizyondan ayrılmanın ahıyla yol alırken, bir taraftan da sınıfta kalmanın izahını yapamazlar. “Zaten çoban olacak, okumak nesine?” kabulü bulunabilecek bütün bahanelerden daha gerçekçiydi. Zar zor sınıf geçenlerse bu sefil hayattan kurtulmanın kendilerince imkânsız hayallerini kurarlar. Kayaların, çalıların arasından geçerken öten kuşlar, cırcır böcekleri ve tepeden yakan güneş onlara eşlik eder.
Çiftçi çocukları onlara göre daha şanslıydı. Ama onların da kendilerince dertleri büyüktü. Eskiler ulaşımdaki zaman kaybını önlemek ve tarlayı beklemek için bağ bahçenin olduğu yere tek göz kerpiç evler yapmışlardı. Oda yoksa çadır kurup tarlaya yazları köyden göç edilirdi. Bundan sebep her ailenin bir de bağ evi komşusu vardı. Bu komşuluk kışın yapılan ziyaretlerle de devam ettirilirdi.
Adil, Adnan ve Atilla, başları önde, gönülleri mahzun, traktörün römorkuna eşyaları taşırken içlerinde hep öfke vardı ve bu ağır ağır kine dönüşmeye başlamıştı bile. Abileri Ali gibi buralardan kaçmak, gidilebilecek en uzak yerlere gitmek onların en büyük hayaliydi. Her zamanki gibi babalarının kulak tırmalayan gür sesi onları kendilerine getirdi. “Dikkatli taşıyın lan, uyuşukluk yapmayın.” Çok ağır olmasa da yaşlarına göre kaldırmaları zor olan ahşap tel dolabı beraber götüren Adil ve Adnan içlerinden homurdanarak “tamam” dediler. Evin hanımı Beyhan ise yatakları ve döşekleri katlayıp denk haline getirmiş, tabak, çanakları kolilemiş, elbiseleri ise bohçalamıştı. Bir saat içinde yükleme işlemi tamamlandı. Baba, traktörde sağ tekerin üzerindeki yere otururken ailenin diğer fertleri römorka doluştular. Çocukların yüzünü biraz güldüren, tarladaki diğer komşularının da çoktan göçmüş olmaları ve aynı yaştaki yedi sekiz çocukla oyunlar oynayacak olmak onları mutlu ediyordu. Köyün çıkışındaki mezarlığın sakinlerini selamladıktan sonra evler geride kaldı. Sağlı sollu ekin, tütün ve tek tük kalmış bağlar vardı. Ve araç kötü olmasa da hiçte iyi sayılmayacak asfalt yolda yolcularını zıplata zıplata yirmi dakika yol gittikten sonra toprak patikaya oradan da beş dakika ilerledikten sonra varış noktasına ulaştı. Burası babadan kalma iki dönümü bakımsız bir bağ ile dört dönüm tütün ekili bir tarlaydı. Büyük bir dut ağacı ve onun gölgesine sığınmış tek odalı kerpiçten bir kulübe vardı. Eşyalar indirilirken yan tarladan Ayaz emminin eşi Ayşe teyzenin sesi tüm ovayı inletti. “Huuu, hoş geldiniz bakalım, komşular.” Ayaz emmi ile Ayşe teyze Kovanlık mıntıkası denen bu bölgenin en eskileriydiler. Otuz yıldır her sene göçerlerdi. Kapıları herkese açık cömert insanlardı. Eliyle şapkasının miğferini hafif kaldırıp sesin geldiği yöne dönen Şükrü “Hoş bulduk yenge, emmim burada mı?” dedi. Ayşe teyzenin sesinin tonunda, yılların birikmiş öfkesinin olduğu belliydi. “Neredeee! Her zamanki gibi sabah at arabasıyla köye gitti. Yine bütün işler bana kaldı.” Şükrü “kolay gelsin” diyerek eşyaları indirmeye devam etti. Beyhan Hanım evin soğuk toprak zeminini önce inceden çalı süpürgesiyle süpürdü sonra da naylon serdi. Onun üzerine de kilimleri. Yatak denkleri köşeye, döşekler ise yerlerine tek tek açılıp oturulacak hale geldi. Büyük odun ocağının yanına ters çevrilen kasanın üzerine üç gözlü tüplü ocak konuldu. Vakit akşama yaklaşırken yerleşme işleri tamamlanmıştı. Çocuklar bakımsız bağdaki meyve ağaçlarının başında olgunlaşmış meyve bulmaya koyuldular. Ama ellerine geçen sadece içinde birkaç kurt deliği bulunan yarı ham yarı olgunlaşmış akça armuttan başka bir şey değildi.
Güneş ışıklarını söndürüp hava serinlemeye başladığında, tarlalarda çalışan işçileri taşıyan traktörlerin sesleri çoğalmış yoldaki hareketlilik artmıştı. Nihayetinde de yaylı arabasıyla tek başına atın koşumları elinde, hafif sallana sallana gelen Ayaz Emmi ana yoldan tarlanın yoluna döndü. Beyhan Hanım’ın hazırladığı yemekler yenildi. Hava iyice kararınca duvarda asılı olan fener yakıldı. Zayıf ışığa alışan gözlerle çaylar içildi. Evin hanımı ve çocukları şundan emindi; babaları göç sebebiyle içki içmeye vakit bulamadığından kavgasız, gürültüsüz bir gece yaşayacaklardı. Demlikte biten çaylarla birlikte sohbet, muhabbet sona ermişti. Artık uykuya yenik düşmeye başlayan yorgun bedenleriyle yer yataklarına sere serpe yattılar. O gece deliksiz ve huzurlu bir uyku çektiler. Sabahın erken saatlerinde bütün ovada sacda pişen ekmeğin kokusu buram buram yayılıyordu. Üzerine sürülen tereyağ erirken eklenen lor peyniri iştahları tavan yaptırıyordu. Çocuklar, gözleri uyuşuk uyuşuk kalkmış olsalar da uykularını tam almışlardı. En son baba uyandı. Beraberce kahvaltı yapıldı. Son çaylar içilirken baba yapılacak işlerin talimatlarını vermeye başladı. “Hanım hemen tütünlerin çapası bu hafta bitsin.” Kimse sen ne yapacaksın? diye soramıyordu. Ailenin bütün bireyleri içlerinde yatışmış isyan dalgaları tekrardan köpürmeye başlarken sadece kafa sallayarak “evet” diyebildiler. Bir yıldır istirahatte olan çapalar tekrardan kontrol edildi. Sapından çıkacak gibi oynayanlar sağlamlaştırıldı. Biraz suda bekletilip şişirildi. Bir kadın, üç erkek evladı Bismillah diyerek işe koyuldular. Baba ise büyük dut ağacının koyu gölgesinde kahvaltının yorgunluğunu kestirerek atacaktı.
Tarlada en kıymetli eşyanız şüphesiz ki radyonuzdu. Onunla uzak diyarlardan haber alırken müzikleriyle sizi kâh neşelendirir kâh hüzünlendirir, hele hele arkası yarınlar, pazarları radyo tiyatrosu merakınızı bir başka güne taşırken kötü karakterleri yakalayıp öldürmek isterdiniz. Kısacası bütün ailenin üzerine titrediği ‘kutsal cihazdı!’ Beyhan Hanım ve çocukların her gün katlanarak artan öfkesini ve kinini kulağı burularak açılan radyo bastırıyordu. “Şimdi Yurttan Sesler Korosundan türküler dinleyeceksiniz.” İçin için söylenen her bir türküye eşlik edilirken herkesin kafasında değişik planlar vardı. Ama bir tek ortak isim vardı Ali ya da Ali Abi…
O, isyanın ve kurtuluşun ismiydi. Dört sene önce babasına başkaldırıp Fethiye’ye gitmişti. Garsonluk, inşaatlarda işçilik dâhil her bir işte çalışıyordu. Ama parasını ona buna yedirip israf etmeden küçük küçük biriktiriyordu. Beyaz tenli, siyah gözleri ve dalgalı saçlarıyla istemeye istemeye çalışan Adil patladı. Kesik kesik “Bende, bende…” dedi. Sonra sakin tonda devam etti: “Ali abimin yanına gideceğim.” Beyhan Hanım’ın korktuğu başına mı gelecekti? Kendisine en yakın ve güç bulduğu insanı kaybetmek istemiyordu. Hem bu gidiş arkasından yeni kopuşları getirecekti. Bu Allah’ın belası adamla tek başına mücadele etmek zorunda kalacaktı. “Hayır, izin vermem.” diyecekti ki o tiksindiren iğrenç ses “Lan, bana da bir çapa ayarlayın.” Beyefendi lütfedip üç beş garık tütün çapalayacaktı. En küçük Atilla hemen fırladı ve bir tane daha çapa kapıp getirdi. Baba onlarla birlikte çapalamaya başladı. Yine fırtına öncesi sessizliğin sükûtu hâkim oldu. Tek sesi çıkan, sihirli kutu radyoydu: Tık tık, saat sekiz şimdi haberler. Burası TRT Ankara radyosu, bugün 25 Haziran, önce özetler. Cumhurbaşkanı Kenan Evren gazetecilerle yaptığı söyleşide; “Bu ülkede bir daha anarşiye izin verilmeyecek. Buna yeltenenler karşılarında devlet otoritesini göreceklerdir.” Başbakan Turgut Özal yeni otoyol açılışında; “İktidarımız döneminde Türkiye çağ atladı; yağ, çay ve sigara kuyrukları olan bir ülkeden her şeyin olduğu daha müreffeh bir ülke haline geldik.” dedi. Muhalefet liderinden Demirel; “Hayat pahalılığı halkı eziyor. Köylü, işçi ve memurun mutfağında yangın var.” dedi. Erbakan ise “Kendi ağır sanayisini kurmayan bir devlet başkalarının sömürgesidir. Ağır sanayi hamlesi şart.” dedi. İnönü de sosyal devlet politikalarının zayıf olduğunu, ancak sol bir partinin iktidarında bunun gerçekleşeceğini söyledi. Devamı ise kaza ve ölüm haberleri başladı. Bu anlatılanlar sadece Şükrü’yü enterese ediyordu. Diğerleri işitse bile duyup anlamıyordu. Şükrü’yse garaz duygularla “Hepiniz aynısınız.” dedi. Özellikle içkiye yapılan son zamlar canını çok sıkmıştı. Çapayı tarlanın ortasındaki siyah dut ağacının altına atıp bağ evine doğru yollandı. On beş dakika sonra ise üzerini değiştirip “Hoşça kalın” bile demeden ana yola çıktı. Şansına el ettiği araba onu durup aldı.
Radyo, kendine ayarlanan serin yerde olanlardan habersiz yayınına devam ediyordu: Kıymetli dinleyicilerimiz bugünkü konuklarımız karne heyecanını yaşayan öğrencilerimiz. Hoş geldiniz, Ahmet hangi okula gidiyorsun?” “Hoş bulduk, Keçiören Lisesi orta 2/C sınıfındanım” “Söyle bakalım karnende kırık var mı?” “Takdir aldım.” “Oooo çok güzel, baban karne hediyesi pantolon mu aldı?” Bu sorunun muhatabı sadece radyodaki Ahmet değildi. Belki milyonlarca çocuktu. Ve bir çocuğun kalbini kurşun gibi delip geçmişti; onlardan biri de evin en küçük çocuğu Atilla’ydı. Çocuksu bir tavırla “Anne hediye diyor.” dedi. Bir büyük abisi Adnan ümitsizce “Anne” diyebildi. Adil ise yanık bir yürekten özlem ve hasret dolu kelimeler döküldü; “Ne hediyesi? Ben babamın başımı bir kere okşamasına, bir öpücüğüne, tebessümüne okul birincisi olurum. Ama nerede bizde o şans? Biz sevgisizlik çölünün ortasındaki garibanlarız.” Radyodaki şanslı velet ise gayet rahat cevap veriyordu. “Hayır, onu doğum günümde almıştı. Şimdi sözü var. Bana atari alacak.” Spiker “Çok güzel, Zeynep sende durum nasıl?” “Babamın tayini yıl ortasında çıktığından okula uyum sorunu yaşadım, başarım düşük. Yine de babam bizi Bodrum’a tatile götürecek.” “Denizin tadını çıkartacaksın.” “Evet” Denize girmek! Onların girebileceği en büyük su birikintisi sulama kanalıydı. Ona ayaklarını sokabiliyorlardı. Radyonun bu hâkimiyetini, Ayaz emminin yaylı arabasının tekerlek sesi ve eşinin ahırdaki hayvanları sularken çıkarttığı “Hooo” sesleri son verdi. Vakitler on bire yaklaşıyordu. Birazdan çay molası verilecekti. Ve çok geçmeden ovanın en eskisi olan Ayşe teyzenin sesi duyuldu. “Huu, komşular bi gelin gayri. Ne bu kadar iş, iş. Çayı demliyorum.” Ayazların evi konum olarak komşuların evlerinin tam ortasında kalıyordu. Bu haliyle de doğal bir buluşma yeriydi. Ama daha mühimi, ev sahibinin el açıklığı ve alçak gönüllülüğü, coğrafi konumdan daha tesirliydi. Bu sebepten çağrı hemen karşılık buldu. Kocaları köye giden kadınlar Ayşe teyzenin evinde toplandılar. Çocuklarsa düzlükte top koşturmaya başladılar. Ayşe teyze, gülen siyah gözleriyle misafirlerini karşıladı. İlk gelen Beyhan Hanım’dı. “Hu yenge neredesin?” “Gel, gel içerideyim.” İkinci gelen ise uzun boylu, zayıf bünyeli elektrikçi Osman’ın eşi Sabiha Hanım’dı. Farklı bir kişiliği vardı. Her lâfa karışmaz, dedikodudan uzak dururdu. Kibar bir hanımefendiydi. Kapının önünde “Ev sahibi” diye seslendi. “Buyur gel” davetini duyunca selam verip içeri girdi. Yeni gelen komşusuyla sarılıp hasbihal etti. Sonra “Ayşe teyze işleri ne yaptın?” Patlamak için yer arayan Ayşe teyzenin, kocasına olan öfkesi uygun ortam bulunca hemen patlama yaptı: “Bu tutmayan bacaklarım, ihtiyar halimle koca bahçenin işleri yine bana kaldı. Bu yetmemiş gibi on tane de dana aldı. Takatim kalmıyor. Nereden baksan otuz sene oldu. Bu ovanın yüzüne göçüyoruz. İş, iş, çalış ne oldu?” Eliyle ağzına yemek yeme işareti yapıp sinirli bir halde “Adam kazandığının hepsini yutuyor. İçkiye, kumara yatırdı. Şimdi de para bitmiş tefeci Çakır’dan para almış. Sebzeler yetişecek, satılıp ödenecek.” Yüzünü buruşturup ümitsizce “aman” dedi. Aynı dertlerden muzdarip Beyhan Hanım’da yüzünü mahzunlaştırdı. Bunu fark eden Ayşe teyze teselli tonunda; “Bunların sülalesi böyle kızım. Senin adam da bunun yeğeni ne olacak? Al işte benim oğlanlar da aynı, hiç olmazsa senin oğlanlar şerli değil. Ali nerelerde?” Ali’nin ismi Beyhan Hanım’ın yüzünü güldürüyordu. “Babasıyla tartışıp rest çektikten sonra Fethiye’ye gitti. Orada inşaatlarda çalışıyormuş. Bazen tarlalarda yevmiyeyle çalışıyormuş. Hatta geçen gün dedim: Oğlum! Biz de bıktık, bir ev tut hepimiz gelelim. O da ben şimdi size bakamam dedi. Beyhan’a asıl öldürücü darbeyi, başını bilgece sağa sola yavaşça sallayan Ayşe teyze vurdu. “Ah kızım ahhh. O askerliğini bitirmiş gencecik adam. Yüreği kıpır kıpırdır. Oralardan bir kıza gönül verir. Sonra da evleneceğim diye tutturur.” Bu kelimelerden sonrasını Beyhan duymadı, duysa da anlamadı. Vücudundan bir anda terler boşandı. Gözü kararır gibi oldu. Dayandığı bir duvar yıkılmış, bastığı zemin çökmüştü. Daha olmayan gelinini şimdiden rakip görüp sevmemeye düşman bellemeye başlamıştı. İçtiği bir yudum su ile kendine geldi. Bu arada Ayşe teyze saydırmaya devam ediyordu. “Bu zamanda evladım var diye güvenmeyeceksin.”
Beyhan’ın o ela gözleri donuklaştı, içi üşüdü, kendisini yalnız, kimsesiz ve değersiz hissetti. Yirmi beş yıldır çektiği azap dolu günleri düşündü ve sadece “Allah” diyebildi. “Kaderimiz böyleymiş.” dedi.
Ayşe teyze kasvetlenen ortamın havasını değiştirmek maksatlı Sabiha’ya laf attı. “Bari sen şanslısın, Osman’ın içkisi, kumarı yok. İki evladın pırıl pırıl.” Sabiha Hanım mütebessim bir çehre ile “Allah’a şükürler olsun.” dedi. Ama bunu söylerken o kadar olgun bir şekilde söyledi ki acılardan sonra gelen bir nimetin havasını atıp çok sevinmiyordu. Ayşe teyze; “Ama yine de arada bir yuvarlıyor herhalde.” dedi. Sabiha’nın gözlerinin içinde derin izler vardı. Sakince “Sadece düğünde dernekte o da belki…” dedi. Geldiğinden beri yaşananları süzen, içinden konuşulanları tetkik eden Sabiha, genç yaşına rağmen üzerindeki olgunluğun kaynağından bunları geçirdi. Sonra söze başladı: “Ben sekiz yaşındayken babam, annemi, abimi ve küçük erkek kardeşimi Almanya’ya götürdü. Ben ise annennemlerin yanında kaldım. Koca dünyada kimsesiz, annesi ve babası yaşarken yetim ve öksüz kalmıştım sanki. Özlem, hasret, yalnızlık bazen öyle artar ve taşardı ki gizli gizli ağlardım. Bazı günler sokağın başından çıkıp gelecekler zannederdim. Ama beni ümitlendiren kısa bir zaman sonra beni yanlarına alacak olmalarıydı. Ayrıca Almanya’ya gidecek olmak beni ayrıca heyecanlandırıyordu. Ama..” Meraklı teyze; “Eeee sonra…” Derin bir nefesten sonra “Kahrolsun ki babam orada yabancı bir kadına tutulmuş. Annem ile iki kardeşim sekiz ay sonra geri döndüler. Annem üç çocukla tek başına kalırken biz de babasızdık artık.” “Baban hiç arayıp sormadı mı?” “Otuz beş yaşındayım, belki beş bilemedin altı defa görmüşümdür.” “Bari sizlere para gönderseydi.” Yüzünde merhameti ağır basan bir öfke, kızgınlık belirdi. Ve buna acı bir tebessüm ekledi. “Gönderdi göndermesine de bize bir türlü ulaşmadı.” “Niye” “Anlatayım. Eskiden parayı tanıdık birisiyle gönderirlerdi. Babam da bir köylümüzle beraber gönderiyor, adam da çarşıda amcama rastlayınca yengene ver diye veriyor. Olaydan habersiz annem adama gidince adam, ben çarşıda Mustafa’ya verdim diyor. Bu kez de amcama gidiyor. O da ben öyle bir para almadım diyor. Tekrar Almancıya gidince adam, ben kahvede iki şahidin huzurunda verdim diyerek olayı ispatlı bir şekilde sonlandırır. Annem bu kez beni amcama gönderdi.” “Sen ne yaptın?” “Utanmaz, beni kolumdan tutup sizin burada paranız yok diyerek dışarı attı. Hâlâ yüreğim yanar. Paranın gittiğinden ziyade uğradığım hareket beni yıktı.” “Ninene söyleseydin.” Bu soruyu duyunca yüzüne dışlanmışlığın, horlanmışlığın ve sevgisizliğin hüznü çöktü. “O daha beterdi. Babamın verdiği paralarla halamın, amcamın çocuklarına, kızlarım oğullarım diye diye üst baş alırken bize bir tebessümü, baş okşamayı çok görürdü. Bu acı hatıralar canlanınca Sabiha’nın gözlerinde çocukluğundan saklı kalan mahzun iki damla tertemiz yaş aktı. Herkes derdini ve acısını unutmuş o günlere gitmişti. İlk toplanan Ayşe teyze oldu. “Ahh, ahh bu eskilerde evlat kayırma hep vardı.”
Bu arada dışarıda ortalığı yıkan bir ses “Anne, Anne!” Bu, Atilla’nın çığlığıydı. Toparlanıp dışarı çıktılar. Çocuk soluk soluğa kapının önündeydi. Sevinçle “Ali abim geldi.” dedi.
Devamı Gelecek Ay…
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

