Sevgi Olmasa Kim Dayanabilir Böyle Bir Hayata? / Ayşegül Hakverdi

34-sevgi“Sevgi neydi?” dedi selvi boylum al yazmalım, sevgi gerçekten emek mi? Bir duygu, hem bazen dünyanın en güzel hissi, en çok aranan, hem de bazen en ağır yük, kaçılan; yaşanılması zor bir çile haline nasıl dönebilir…
İnsan neden sevmez dediğimde sanırım güvenmediği için diyorum. Belki kendine belki karşısındakine… Dost, arkadaş, akraba, sevgili kimi istersen… Sevgi hem uçsuz bucaksız bir engin açarken önüne, aynı zamanda bir anda kaçınılası buz kestirecek duvarlar çekmene neden olur. Bu neden elbet sevgi değil sevgiden kaçıştır.
İnsan en temiz çocukluğunda sever. Safiyane, dupduru… Sevgisinin karşılığını alamadığında hırçınlaşıp kendisini yeniden sevdirdiğini düşünür ve yeni bir sayfa açar. İşte bu kadar kolaydır. Zaman geçtikçe git gide içine döner insan. Her şey daha derin daha karmaşık hale gelir. Büyümüş bedeni sebebiyledir ki ağlayarak isteyemez başka sebeplere bürünmüş sevgi hakkını. Dilinden anlamayanlar hasebiyle ya kötü bilinir ya geri çekilir. Ancak kazıklar derinleşir, eksikliklerle doludur gönül. Belli bir zaman sonra bilinçaltı, ne gerek var gene aynı şeyleri yaşayacaksın diyen bir tavır sergiler ki “sevme” diye bağıran geçmişin kazıklarıdır aslında. Tabi fıtrat gereği hayat böyle sürmez. Necip Fazıl’a birinin: “Siz hiç kırılan bardaktan su içtiniz mi?” dediğinde Necip Fazıl’ın “Peki, sen hiç bardak kırıldı diye su içmekten vazgeçtin mi?” cümlesindeki müthiş cevabı gibi insan da vazgeçmez sevmekten. Ama hep kırgın, hep tedbirli… Tabi bu kırgın ve tedbirli hale sevgi denirse. Çünkü bu sevgi sandığımız kâğıttan kule en küçük rüzgârla yıkılıverir. Çünkü biz onun temelini gönlümüze indirmedik. Rüzgâr eserse canımız yanmasın dedik. Bu, güçlü görünmeye çalışan insanın nasıl güçsüz olduğunun belirtisiydi aslında. Sevmemek yok sayılma korkusunun telaşesiydi aslında. Telaşlarımız ve korkularımız bizi esir etti. Çıkamıyoruz bu kısır döngünün içinden. Hem sevelim istiyoruz hem çok sevilelim ama burnumuzdan da kıl aldırmayalım.
Sevmek, sevebilmek güçlü olmaktır. “Ben tekrar toparlanabilecek kadar ya da sevginin verdiği üzüntüye, kedere göğüs gerecek kadar güçlüyüm. Çünkü ben çektiğim acıyla da sıkıntıyla da varım. Sevdiğim insan kırmış olsa da beni biliyorum ki sevilmeye değerim.” diyebilecek kocaman bir gönülle var olmak kadar büyük bir güç yoktur. Zaten insan dertleriyle güzeldir, dem kokusu verir… Kaç yaşında olursan ol çiğlik kırar insanı.
İnsan kızarken sebeplere aslında, beni hiç sevmedin mi, hiç değer vermedin mi diye kızar. Döner yüzünü nefsine bana biraz kibir, biraz nefret, der. Güç bulacağını düşünür bu hissiyatlarla. Tabi bazı durumlarda kibre kibir sadakadır. Ancak bunun tatlı gelmesi ve sürekliliği tehlikeli ve mutsuzluk sebebidir. Yeri geldiğinde, insan güzel ahlakı sevdiğinden yapılan bir edepsizliğe, ahlaksızlığa karşı buğz edip tavrını koymalı. Sadece ölçüsüzlükle bu durum suiistimal edilmemeli. Sürekli pollyannacılık oynamanın da bir anlamı yok. Yaşamımız boyunca çok acımasız şeylerle karşılaşırız. Hak etmediğimizi düşündüğümüz hallerle, durumlarla, tavırlarla, sözlerle doludur hayatımız. Temellendiremediyseniz pollyannanızı, kafanıza üşüşen binlerce vesveseyle olduğunuz yere çakılır, adım dahi atamazsınız.
Sevgi çok kıymetlidir. Bazen değerini üç kuruşa indireceklere belli edilmemesi gereken bir şey. Belli edilmemesi ayrı, ancak olması gerekir az yada çok. Sevgi kıymetlidir, çünkü tüm sancılarımızın altında onun yokluğu vardır. Küçücük bir bebekte bile görürsünüz bunu; açlıktan ağlayan 2-3 aylık bebeğe sütünü biraz geç verdiğinizde sinirlenip almaz. Önce onu sevmeli, sakinleştirmeli ve gönlünü almalısınız. Dünyaya yeni gözünü açmış bir bebeğin bu denli bir isteği yetişkinler için alışılmış bir tepki gibi görünse de üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken “Niye varız ki?”nin cevabını daha en baştan içimize kodlanmış olduğunun anlaşılması yönünde ufak ama belirgin bir işarettir. Tabi yetiştikçe, gönlümüz her zaman böyle alınmayacağı için insanlara karşı isyan hali ya da içe dönük bir hal alabiliriz. Kimi zaman da o gönlümüzün alındığı haller hep devam etsin diye onaylanma isteğiyle hayatımıza devam ederiz. Sürekli onaylanma isteği de; beni sevin diyen insanoğlunun kimi zaman peşinden gitmek istediği gerçeklerin önüne geçen, başkalarının kurduğu dünyaya göre yaşamak zorunda bırakan bir duygudur. Okulu bitir, ev, araba, evlen, evden işe işten eve, ye, iç, uyu, moda neyse onun peşinden git, hatta içindeki manevi boşluğu terapi odalarında Budizm’deki nirvanaya ulaşma çabasıyla geçir. O da kesmezse Hinduizm’de reenkarnasyon var. Bir hipnozla artık bilinçaltında ne varsa ben oymuşum ben buymuşum deyip bir şeylere tutunur yaşarsın. Hatta öyle abartırsın ki hiç tanımadığın insanlara “Ben daha önce Kızılderiliymişim, reenkarnasyon var sen de gel!” deyip reenkarnasyonun reklamını bile yapabilirsin (gülmeyin şaka değil)… Velhasılı kelam, bu kadarı bir insan için yeterli olabilir mi gerçekten? Bir şey eksik değil mi? Bu zannetmeler döngüsü içinde yolunu kaybedip yanlış yerlerde gözünü açmış insanlara da hak vermiyor değilim. Direkt açık ve net “Böyle hayat mı olur?” Evet, inandığın gibi yaşamazsan böyle hayat olmaz! Bir sosyal bilimcinin, bir fizikçinin ve bir ilahiyatçının tartıştığı bir programda anlatılan şuydu: Evrenin bir başlangıcı vardı. Birtakım kurallar üzerine, prensipler üzerine devam ediyor ve bir sonu olacaktı. Allah’ın varlığının inkârı mümkün değildi. Tartışmanın tam kaldığı nokta şuydu; peki yaradılışın amacı neydi? İnsanın hayatı da böyledir, kaide ve kurallar üzerine kuruludur. Elbet okul da bitirilir, işte çok başarılı da olunur, güzel bir aileye de sahip olunur vs. vs. vs. bunların hepsi yaşam devam ettikçe yaşanılası, yapılması gerekli doğal şeyler. Ancak sorun, bunların araçtan ziyade amaç edinilmesiyle “Niye varız ki?” ya da “Yaradılışın amacı ne?” gibi soruların ve cevabının hiç düşünülmemesine kuru bir yaşantıyla hatta içini boşalttığımız ibadetlerle yolumuza devam etmemiz. İbadetler yapılırken bile muhabbetsiz, sevgisiz ve sadece bir sorumluluğu yerine getiriyormuş edasıyla yapar, Allah’ın bunları bizden neden istediğinin hikmetini hiç düşünmeden dünyada önümüze yığdığımız işlerimize geri döneriz. Sanırım cevaptan kaçıyoruz. Basitmiş gibi gelen, “İstesek yaşarız ki, ne var yani…” dediğimiz; sanki bir tebessüm etmekle ya da sadece “seviyorum” demekle yaşayabildiğimizi sandığımız sevmek duygusu “Allah’ın bizi yaratmadaki amacı ne?” sorusunun hikmetli cevabıdır ve “gerçekten sevmeyi gerektiren” cevabıdır. Bu cevap “sevgi”nin hiç hafife alınamayacak bir duygu olduğunu; geçmişimiz, anımız, geleceğimiz, akıbetimiz ve özümüz, kısacası her şeyimiz olduğunu gösteriyor.
Şişmekten çatlamak üzere olan egolarla, sürekli her şeyi yemiş bitirmiş edasıyla, sadece yaşamak için yaşarken bu önemli hissiyatı, bu duyguyu nasıl ve nereye koyacağız. Maalesef, gerçekten bir menfaati olmadan kimsenin kimseye selam bile vermediği şu garip dünyada insan da kendi garipliğini hissediyor. Ya bilerek ya da bilmeyerek sürüye dahil oluyor ya da “Bir dakika! Bu işte bir tuhaflık var.” diyor. Bu egoyla, altında yatan öfkeyle işin içinden çıkılmayacağı belli oluyor. Açığa çıkarmak istediğindeyse sevgi potansiyelini hangi yana savrulacağını bilmez hale geliyor. Bazen bir kişi üzerinde yoğunlaştırmaya çalıştığımız bu potansiyel, bu derya deniz, büyük beklentiler oluşturup büyük hayal kırıklıklarına ya da daha vahim olarak her gün izlediğimiz “çok sevdiğimden öldürdüm” ya da “intihar etti” haberlerini duymamıza neden oluyor. Sevgi potansiyelini, bir insan üzerinde bu kadar yoğunlaştırınca patolojik bir hal almaması mümkün değil. Sevgimizi ana hatta veremediğimiz için o hattan geleni de hissetmediğimiz için ince kablolarla insanlardan sadece beslenmeye çalışıp bütün devreleri yakıyoruz. Evet, Allah bizim ana hattımız, gerçek membaımız. Sevilmeye en layık olan Allah’tır. Allah’ın huzurundayken tattığın varolma hazzını, huzuru, mutluluğu başka hiçbir sahada hiçbir insan karşısında duyamayacağını anlayınca o ana hattan az ya da çok besleniyorsun demektir. Onun huzurunda kendinde gördüğün varlık iyisiyle kötüsüyle tüm haliyle ve samimiyetiyle, hiçbir insan gözünde göremeyeceğin gerçek seni anlatır. Kendini sevmek, affetmek, başka insanları affetmek ancak Mevla ile yaşanılan bu muhabbetin hatırınadır. Bu muhabbetle seversin insanları, bu muhabbetle belki daha önceden göremediğin bir sürü güzel özelliği görürsün. Ancak bu muhabbet anlatır niye var olduğunun sebebini. Ancak bu muhabbeti kaybetme korkusu, kendindeki kusurları O’na anlatıp yardım istemene ve başkalarındaki kusurları görmemezlikten gelmene sebeptir. Bu muhabbet güzel ahlak dediğimiz ahlakın ne anlama geldiğini anlatır. Hilm ahlakına sabırla sahip olmaya çalışırken, sevgiyle bu ahlakın ne anlama geldiğini, gerçek anlamını anlarsın ve anlamlandırabildiğin şey senin için devamlıdır. Mesela cömertlik gibi bu ahlakın verdiği gönül genişliğini ve güven duygusunu anlayabilmek için seviyor olmak lazım. Bazen de tüm dünyaya karşı çıkacak gücü hissettirir, bazen kızmana, bazen birine haddini bildirmene sebeptir. Bazen tüm haksızlıklara rağmen susmana… Bazen bazı insanları sebepsizce, belki de hiç görmeden onun güzelliğinin yansıdığını bile bilmeden çok sevmene. Kim bilir ne sırlarla doludur bu muhabbet. Böylece tüm insanî ilişkilerimiz de yerine oturur. Pranga gibi ayağımıza vurduğumuz engellerden kurtulup, atılan kazıklarla bütünleşmeyip, onların bize ait olmadığının farkına varıp önümüze bakabiliriz. Artık korkusuzca Allah için sevip Allah için buğz edebilirsin. En çok Allah’ı seviyorsan sevmediklerin de Allah için ettiğin buğzdan nasibini alır. Sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğine Allah için buğz etmek yaptığın her şeyi anlamlandırır.
Hatalarınla kusurlarınla kendini seversin, dokunduğun her şeyi gerçekten hissettirir, soluduğun havayı, güneşin yüzüne vuruşunu, rüzgârın parmakların arasından geçişini, bastığının toprak olduğunu yalın ayak yürüyormuşsun gibi hissettirir. Herkesin kurduğu iyi ya da kötü cümleleri, davranışları, yaşadığın çetin imtihanları Allah’ın bildiğini bilirsin. Yoksa hayat gerçekten çekilmez bir hal alıyor. Kimsenin kimseye tahammülü yok. Birazcık muhabbeti olan uzaylı gibi yaşıyor insanların arasında. Nefse tatlı öfkenin sonu gelmiyor. Ne kendi mutlu oluyor ne de başkasını mutlu ediyor. Tabi herkesin kendine göre büyük çileleri vardır. Başta bunları yutmak “kan kusup kızılcık şerbeti içmek” diyebilmek anlamına gelir. Bunu diyebilmek, gerçekten güçleneceği, pişeceği yolu seçmek ancak akıllı, zeki insanların işidir. Muhabbetsizce düşündüğümüzde Shakespeare’in şiirinde söylediği gibi
“…Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine
Sevgisinin kepaze edilmesine
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken.”
Yoksa kim dayanabilir…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir