İç Algılarımız Ve Tefekkür / Dr. Mehmet Öztürk

33-tefekkurÇoğu insan kendi vasatındaki sıradan duygu ve düşüncelerini hatta vesvese ve evhamlarını tefekkür zanneder, çevresine de o şekilde lanse etmeye çalışır. Oysa tefekkür denilen şey çok özel bir keyfiyetin adıdır.
Tefekkürle ilgili olarak Peygamber Efendimiz (sav)’in: “Bir saat tefekkür bazen bir sene ibadetten daha hayırlıdır.” (Suyutî, Camiu’s-sağir, 2/127; Aclûnî, I/310) mealinde bir hadisi vardır. Tefekkürün nasıl bir özelliği var ki bir sene ibadet yapıyorsunuz, fakat sevap itibari ile bir saatlik tefekkürün yerine geçmiyor… O nedenle tefekkür nedir ne değildir iyi anlamak gerekir. Bu doğrultuda tefekkürü kendi hayatında nasıl etkin hale getirebilir, nasıl tefekkür sahibi bir insan olabilir diye insanın düşünmesi, muhasebe yapması büyük önem taşımaktadır.
Başka bir hadiste Peygamber Efendimiz (sav); “Allah’ın zatını düşünmeyin, O’nun nimetlerini düşünün.” (Mecmau’z-Zevaid, 1/81, Kenzu’l-Ummal, h. No:5707) buyuruyor. Allah’ın (c.c.) zatı dışında her şey Allah’ın (c.c.) yaratığı olduğu için, yarattığı şeyleri anlamak Allah’ı tanıma noktasında bizlere birer referans, delil, alamet, ayet teşkil edecek, böylelikle tefekkür dediğimiz keyfiyet vuku bulmuş olacaktır.
Allah’ın (c.c.) zatını biz niye anlayamayız, çünkü Allah’ın zatı; aşkın, müteal bir varlık olması hasebiyle, insan aklının havsalasının, tefekkür vüs’atinin, sıkletinin kavrayabileceği bir varlık değildir. Allahu Teâlâ’nın zatını biz asla düşünemeyiz, asla kavrayamayız, asla bilemeyiz. Bırakın Allah’ın zatını anlamayı biz daha kendi ruhumuzu anlayamıyoruz. Bırakın ruhu anlamayı bir nevi ruhun şubesi konumunda olan kendi aklımızı dahi kavrayamıyoruz.
Akıl nedir, nerededir, nasıldır, keyfiyeti nedir şeklinde aklın zatına yönelik sorular sorulsa hiç kimse yeterli izahta bulunamayacaktır, çünkü akıl bizatihi somut, müşahhas bir varlık olmayıp soyut, mücerred bir varlıktır. Akıl zatıyla bilinebilen değil, eserleriyle bilinebilen bir fenomendir.
Herkes akıl denilince genelde beynini işaret eder. Oysa akıl eşittir beyin demek değildir. Çünkü akıl eşittir beyin olmuş olsa hayvanlarda da beyin var. O zaman bütün hayvanların akıllı yaratıklar olması icab ederdi ki hiçbir hayvanda bizim bildiğimiz anlamda akıl söz konusu değildir. Aklın beyinle korelasyonu vardır fakat akıl eşittir beyin demek değildir.
Cenab-ı Allah bazı misaller, emsaller halketmiştir ki bazı şeyleri anlamak daha kolay olsun. Akıl onlardan biridir. Aklın kendisi; tabiri caizse Allah’ın zatı gibi anlaşılabilen bir varlık olmayıp ancak eserleri ile bilinebilen varlık kategorisindedir. İnsan daha bizatihi kendi aklını anlayabilme, gösterebilme, kavrayabilme gücü ve iktidarına sahip değil iken; kâinatın sahibi, maliki olan Allah’ın zatını nereden görme, anlama, kavrama, algılama gücü ve iktidarına sahip olabilsin.Biz insanlar, formatlanma itibarı ile Allah’ın zatını anlayabilme kabiliyet ve istidadında yaratılmadık. Bunu kesinlikle kavrayabilme noktasından uzağız.
Başka bir misalleme yaparsak; ilkokul çağındaki bir çocuğa üniversite çağlarında öğretilen en karmaşık fizik, matematik, kimya formüllerini aktarabilir miyiz? Aktarsak bile anlayabilir mi? Anlayamaz. Bu durumun nedeni; o çocuğun zekâsının veya aklının geriliğinden değil, onun kapasitesi, ona yüklenen ona atılan format, onun programı, yazılımı… O anki durumu itibari ile üniversite düzeyindeki bilgileri kavrama noktasından uzak olmasından dolayıdır. Benzer şekilde insanın Allah Teâlâ’nın zatını anlayabilmesi de imkân dahilinde değildir. O çocuğun üniversitedeki akademik düzeyde birtakım bilgileri kavrayamıyor olması nasıl ki üniversite düzeyindeki birtakım bilgilerin varlığına herhangi bir halel getirmez, o ancak çocuğun anlayıp anlamaması ile ilgili bir problemdir. Aynen bu analojideki gibi insanoğlunun Allah’ı anlayamaması da Allah’ın yokluğuna delil olmayıp O’nu kavrayamayacak format ve yazılımda yaratıldığına delildir. Bunu fark edemeyen insan, ne yaman bir çelişkidir ki ahmakça; “anlayamadığını anlamadığı” için dalalet yoluna saparak haşa Allah’ı inkâr gibi bir cinayet işliyor.
Pozitif hukukta bir insanın taammüden bir başka insanı öldürmesinin cezası ya müebbed hapis ya da idamdır. Her iki ceza da ebedî cezalardır. Beşer dahi cinayete ebedî ceza öngörüyorken haşa Allah’ı bir nevi insanın kendi zihninde öldürmesi demek olan Allah’ı inkârın cezası da ebedî olmak iktiza eder. Bu hususiyet kavranırsa anlamakta zorlanılan “ebedî cehennem” keyfiyeti de bir nebze olsun anlaşılmış olacaktır.
Ehl-i Sünnet inancında “Allahu Teâlâ’nın zatına yönelik üşüşen ne tür duygu, düşünce, imgeler, tasavvurlar, fikirler varsa Allah hepsinden varestedir.” Allah denilince aklıma şöyle bir şekil, bir imge geliyor demek tehlikelidir. İnsanın iradesi dışında geliyorsa zaten vesvesedir, aldırmamak gerekir. İtibar edilmediği takdirde bir zararı olmayacaktır.
Allah’ın yarattığı her bir varlık tefekkür dünyasının bir enstrümanıdır. İnsan bu dünyaya kulluk için gönderilmiştir. Cenab-ı Allah Kur’ân’da buyuruyor ki: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) Kulluk dediğimiz keyfiyet öylesine geniş bir kavram ki sadece seremonileri, ritüelleri ifade eden şekil şartlarından ibaret olmayıp aynı zamanda onların iz düşümü olan tefekkürle de ilgilidir. Siz amellerinizi, ibadetlerinizi tefekkür ile beslemezseniz onlar âdet haline gelecektir.
“Âdet”leri “ibadet” haline dönüştüren kişinin niyeti ve tefekkür dünyasının zenginliğidir. İnsanlar ibadetini genelde âdet şeklinde icra ederler. Allah’ın emretmiş olduğu birtakım ibadetler belli şekilleri öngörüyor kuşkusuz. Ama bunlara derinlik katan, enginlik katan, boyut kazandıran sizin niyetinizdeki derinlik, tefekkür dünyanızdaki enginliktir. Eğer ibadetlerinizi o derinliklerle buluşturmazsanız onlar alışkanlıktan öte bir anlam taşımazlar.
Tefekkür derinliği noktasında bir izafiyet de söz konusudur.Mâ’ûn suresinde “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki Onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar (namazlarıyla) gösteriş yaparlar.” buyruluyor. Peygamberimiz bir hadisinde; “Sizin Uhud Dağı kadar verdiğiniz bir sadaka, benim sahabemin bir hurma tanesi kadar verdiğinin yerini tutmaz.” buyuruyor. Şimdi bu durum ne ile alakalı? Bir tarafta hurma tanesi, diğer tarafta Uhud Dağı, ama ağırlık olarak hurma tanesi daha ağır geliyor.
Bu keyfiyet “özgül ağırlık”la alakalı bir hususiyettir. Kozmozda öyle yerler var ki, bir çay kaşığı madde eğer onu yere bıraksanız yeri yedi defa deler deler çıkardı. Ya da ayrıştırılsa dünyanın etrafını çok kesif bulut tabakaları kaplardı.
Bizlerin de ibadetlerimize, amellerimize özgül ağırlığını, izafî değerini yükseltecek yoğunluk kazandırmamız gerekiyor. Bu hususiyete ulaşabilmenin yolu ise ihlas ve ihsan sırrına erebilmekle ilgili bir mazhariyettir. Sırf Allah rızası için olma vasfı adetleri ibadet ufkuna yükseltir.
Dünyaca ünlü Rus yazar Dostoyevski; “İnsan ömrünün ikinci yarısı, birinci yarısındaki kazanımlarının, alışkanlıklarının devamıdır.” diyor. Bu halden kurtulmak için bilinçli olmak, tefekkür dünyamızı zenginleştirmek gerekiyor. Buna tasavvuf terminolojisinde “yakîn” denilmektedir. İnsanların yakîn kesbetmeleri çok önemli bir zarurettir. İmanlarını İlme’l yakîn’den hakka’l yakîn boyutuna çıkarmaları gerekiyor. Tefekkür bu noktada çok önemli bir dinamik olmaktadır.
“Tefekkür” etimolojik olarak “fikir” kelimesinden türemiş bir kavramdır. Yani bilinçli düşünme. İnsana üşüşen her türlü duygu ve düşünce tefekkür demek değildir. İnsanın bilinçli bir şekilde herhangi bir konuyu ele alıp onu marifet ekseninde yoğurarak Allah merkezli olarak düşünmesinin adıdır tefekkür. İnsanı Allah’a yaklaştırmakta katalizör olabilecek her olgu bir tefekkür enstrümanıdır. İnsana isabet eden belalar, musibetler, hastalıklar ya da uzay, evren, atom… Allah’ın yarattıklarıdır. Bu yaratılmış olanların arka planını iyi irdeleyip analiz ederek ondan Allah merkezli birtakım sonuçlar çıkarabiliyorsa insan tefekkür yapıyor demektir. Bilgiden bilince sıçramak Allah’a yakınlık elde etmek, Allah’ın sevgisine ve dostluğuna yelken açmak demektir. Tefekkür en büyük Allah’a yakınlaşma vesilesidir. Tefekkür sonucunda elde edilen kazanımlar imbikten süzülmüş hakikat huzmeleri mesabesindedir.
Bilgiyi “Allah bilinci”ne yükseltemeyenler için “kitap yüklü merkep” nitelemesi yapıyor Kur’ân-ı Kerîm. Bilinç insana özgü, ruhun bir fonksiyonu, bir nevi üst akıl, özel bir yetenek. Zamanımızda lazım olan bilinç ve tefekkürdür. Âlimi ve ilmi salt bilme veya bilgiye ulaşma vasıtası olarak algılarsak google’dan âlimi yok… Her türlü bilgiye bugün internet vasıtasıyla ulaşabiliyoruz. İster fıkıh olsun, ister ayet olsun, ister hadis olsun, ister ilmihal olsun her türlü bilgi bu zamanda internette mevcut. Fakat internette eğitim yok, bilinç yok, amel yok, tefekkür yok, ahlak yok. Biz insanların da asıl ihtiyacı olan bu hususiyetlerdir. Aksi takdirde “kitap yüklü merkep” diyor Kur’ân-ı Kerîm. Yani her türlü bilgi ile yüklenmiş ama kişide muhabbet yok, sevgi yok, Allah sevgisi yok, yakîn yok, ahlak yok. Böyle çok âlim müsveddeleri vardır. Böyle kişilerde ilim, nefslerini ululama vasıtası olmuş demektir.
İlim insanda iki türlü tezahür eder. Ya sizin kendinizi ululamanıza neden olur, egonuzu şişirir, sizi şeytanileştirir; cehenneme götürür Allah muhafaza. Ya da Allah’ın ilim okyanusu karşısında hiçliğinizi anlamanıza vesile olur ki Allah’ın azameti, ilmi karşısında kendini yok hisseder, dehşete kapılırsınız. Bu nedenle olsa gerektir ki “İlmin zirvesi cehaleti izhar makamıdır.” denilmiştir.
“Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha ona katılsa, Allah’ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Lokman, 31/27)
Ne dersiniz “Allahu Ekber” demekten başka bir söz söylemeye mecal var mı?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir