Büyüdüğünü söyler insanlar, hayatın acımasız olduğunu sabretmek gerektiğini, görmemezlikten gelmek gerektiğini, yetişkin olmanın bu olduğunu sözlerdeki ve yüzlerindeki güya olgunluk ifadeleriyle anlatırlar. Yapılanları çok ciddiye almamak vs. vs… Peki bunu yaparken yani sabrederken ne için yaparız. Bu sabır gibi görünen şeyin altında yatan gerçeklik nedir? Bütün iyi ahlakların oluşmasını sağlayan onlara ekmek, su olan sabır ahlakı doğru anlaşılıyor mu? Doğru kullanılıyor mu?
Bir insan sabrettiğini düşünürken aslında nelerin arkasına sığındığını görmez. Günümüzde insanlar için sabır “O iş yerinde, evin taksiti bitecek diye sabrediyorum.” cümlesinden öteye pek geçememiş ve de anlaşılamamıştır. Herkes için sabır, dünyalık işlerin hallolması için bekleme hali, çalışma hali gibi durumları ifade eder olmuş. Bir insanın size söylediği kötü bir söze, acımasızca bir imaya karşılık verememek uykularımızı kaçırmış ve bunlara cevap verip rahatlamaksa anti deprasan olarak adlandırılmış. Tabi her seferinde de susmak da doğru değil arada bir anti deprasan iyidir. Bir insana Allah rızası için bir sıkıntıya katlan deseniz tamam da şu şöyle bu böyle diye bin tane nedenle, neden sabredemeyeceğini anlatır. Nefsin başka bir kılıfı ve modern ismi olan materyalist zihniyet öyle bir kaplamıştır ki içimizi neredeyse “Neyleyim maneviyatı maddiyat benim olmadıktan sonra.” diyen, Allah’ı sadece rahat yaşayabilmek için dileklerini yerine getirecek bir kavram olarak algılamaktan öte gidemeyen bir toplum haline geldik. Zaten baktılar ki bazı dualar kabul olmuyor, evrene göndermeye başladılar ya da “Koskoca Mevla’dan böyle istenmez.” deyip evrene gönderiyorlar. “Neyse edeptenmiş canım(!)” diyeyim ben bu garip teselliye. Hepimiz için ilginç olan şey şudur ki her hesabı yapar, zerre kadar değmeyecek şeyler için bile çok uğraşır ve sabrederiz. Ancak sabretme mevzusu sadece Allah için olunca için için yanmaya başlarız. Ateşte erişmiş plastiğin ete damlayıp soğuyuncaya kadar kavurması gibi yanar içimiz. Kan damlar içimize sanki. Bütün benliğimizi büyük bir güvensizlik ve huzursuzluk kaplar ve akabinde kendi kendimize tedbirler almaya çalışırız. Allah’ı tanımayan nefsin tavrı olduğunu bilsek bile, düşünmek dahi istemeyiz. Hemen en zor fiziki ve psikolojik olarak yıpratan koşullarda olsa bile veririz kendimizi dünyaya. Bunlara karşı koymak, yani gerçek bir sabır “Allah var!” demektir. Peki insan, varlığının gerçekten olduğuna inandığı bir Yaratıcı’ya neden güvenemez? Yani gerçekten inanıyor muyuz? Çok ilginçtir ki inanırız, sorun ise kendimize inanmamamız, kendimize olan güvensizliğimiz. Rabbe olan inançsızlık ruhu yok saymaktır. Bir güvensizlik anında ruhuna, kendine inanmayıp onu yok sayıp nefse sığınıp hak vermektir. Ama ruh yok olamayacağı için inancımız da yok olmaz. Ancak kendimize inanmayışımızın verdiği duygu, bizim güzel ahlaklarımızın zeminini oluşturacak olan sabır ahlakını nefse sığınarak yaşamamıza ve haliyle içi boş, ne kendine ne de başkasına bir tesiri olmayacak bir oyuncu çıkartır. Böyle olunca da haliyle ortalık riyakârdan geçilmeyen, kimsenin kimseye inanmadığı bir hali doğurdu. Birinin sizi sıkan tavırlarına gerçekten Allah rızası için sabretseniz ve buna şahit olan biri de “Niye bir şey yapmadın, niye bir şey söylemedin?” dese ve siz “Allah için bir şey demedim, sabrettim.” deseniz, size altında başka bir şey arayan ya da saf galiba diyen bakışlarla bakabilir. Çünkü kendi de bunu söyler ama içten içe başka şeylere dayandırır. Yoksa yaşadığı can sıkıcı duruma bir dakika dahi tahammül edemez. Dayandığımız noktalarda da kimi zaman dünyalık menfaatlerimiz, kimi zaman da korkularımız yatar.
Bunun adı gerçekten sabır olabilir mi? Sabır diye nitelendirdiğimiz bu riyakârlığın bize hangi güzel ahlakı doğurmasını bekleyebiliriz. Allah merkezli bir sabır için önce gerçekten inanmak, kendine inanmak Şenel İlhan Beyefendi’nin deyimiyle “İmanına İnanmak” gerekir. Akabinde tevekküllü olup Allah için sabredebilme faslına geçip devam edilebilir. İnsan ancak Allah’a güvendiğinde ve Allah’ı sevdiğinde sabredebilir. Onunla gerçekten samimi, kimsenin dokunmadığı, kimsenin bilmediği, riyanın bulaşmadığı bir diyalog kendine de inanmaktır. Bu hal “Sen her yerde bir şekilde kendini var ediyorsun. Bak Allah’ın huzurunda da varsın hatta aslında sadece Allah’ın huzurunda varsın.” demektir. Elbette ki fırtınalar kopar içimizde, elbette ki yükler kimi zaman dizlerimizi titretecek kadar ağırlaşır. Ama mutlaka taşınacak yüklerdir. Bu durum herkes için geçerlidir herkes bir şeylerle imtihan olur. Müslümanlık çerçevesinden bakacak olursak imanı en zayıftan en güçlüsüne kadar; sadece kendi yaşamı içinde kavrulanından tutun da hizmet ehline kadar herkes imtihandadır.
Sabır demek “Allahım senin istediğini istiyorum, seni istiyorum.” demektir. Yani baştan işi teslim etmeye hazır, hizmet ehli bile olsak, Allah yanlı bu tavrı, duruşu anlayamazsak sabrımız kime?
Elbette ki hizmet ehlinin de baştan bazı sıkıntıları mevcut. Bu sıkıntılardan en önemlisi; tam donanımlı, karşısındakinin nefsine fırsat vermeyen, aynı zamanda değerlerini ortaya çıkartan, adeta henüz keşfedilmemiş bir ölçü cihazı ve birimi gibi olup insanı her yönüyle istikamete getirecek sağlam bir yol göstericisinin olmaması ve buna bağlı ikinci sebepse haliyle gerçek sabrı öğrenememesi. Elbette ki Allah, yapılan zerre kadar güzelliklerin bile mükâfatını verir. Ancak burada durum bize şunu gösterir: Ne kadar hizmet ehli insanlar olursak olalım gösterdiğimiz sabrın altında Allah’tan yana tavır almak yoksa canımızı çok yakan durumlarda farkında olmadan nefsimizden destek alıyoruzdur, nefsimizden yana davranıyoruzdur. Bu istikametli gibi görünen hizmetin, amelin arkasında dahi nefs olabilir. Burada yapılması gereken, sağlam bir yol göstericinin bulunması. Yani sizi otomatik olarak teslim alacak; hem aklınıza hem gönlünüze hitap edecek bir yol gösterici olmalı.
İkinci yapılması gerekense sabredemediğin, altında ezildiğin imtihanı Allah’ın yardımı olmadan asla başaramayacağının farkına varıp yani acziyetinin farkına varıp Allah’tan yardım istemektir. Kendiyle böyle yüzleşebilen insanlar çok kıymetli ve kabiliyetlidir. Bu kıymetli insanlar çok kabiliyetli olmalarına rağmen geri çekilerek dağların bile taşıyamadığı yükün farkına varıp “Yok ben yapamayacağım daha ehil olanlar yapsın.” diyebilirler. Oysaki günümüzde de gördüğümüz gibi rol yapanlarla doludur her yer. Melaikeymiş gibi ortalıkta dolanırlar. Nefsimizle karşılaşmamız karamsarlıklara neden olabilir. Acziyetin ümitsizliğe götürmesine izin vermemeliyiz. Burada ümit etmek, sabrın isim değiştirmiş halidir. Ümit etmek dediğimiz şeyin normalde bize ağır geleceğini düşünmeyiz. Bilakis nefes aldırdığını düşünürüz. Ancak öyle zamanlar gelir ki ümit zehir gibi gelir. Nefsimiz dermanı başka yerlerde aramak istediği için ümitsizlik nefse çok tatlı ve cazip gelir. Yapacağımız Allah yanlı tavır acı gelse de bizi elbet bir yerde tekrar sağlam bir şekilde ayağa kaldırır. Bu öyle bir ayağa kalkış olur ki nasıl olduğunu bile anlamazsınız. Allah’ın muazzam gücünü kudretini hissedersiniz. Teslimiyet de kolaylaşır, sevgi muhabbet de artar. Gerçek sabırla gerçek lezzetleri almaya başlarsınız. Her an onun kontrolünde olduğunuzu fark edersiniz. Dinlediğiniz müzikte O, okuduğunuz cümlelerde O, birinin size söylediği sözde, bulunduğu davranışta O… Kötü bir davranış bile olsa güvendesiniz. Hayatımız git gide manasını bulur. Ancak nefsimize sığınarak gösterdiğimiz sabır, farkında olduğumuz ya da olmadığımız hırslarımıza sarılarak yaptığımız bir riyakârlıktır. Bunun altında yatansa burnundan kıl aldırmak istemeyen nefsimizin hastalığı kibirdir. Kibrin altında yatan da bencilliktir.
Tüm bunları bilip içine sindiren sabır ehli insanlar hiçbir şeyin kendi marifeti olmadığını da bilir. Sabrettiği kadar ona marifet verilir. Sabır ehli insan değirmenin suyunun nereden geldiğini bilir. Böylelikle gene sabırla her şey dengelenir. İnsan kendisine bir nimet verildiğinde bir ihsanda bulunulduğunda hem değerli olduğunu bilir hem kendinden olmadığını bilir. Sabredenlerden olmak dileğiyle…