Emanet (devamı) / Kenan Kurban

29-emanet“Evlat, %95 bu kadın kocasını aldatıyor. Adam uyanmadan boşanıp zengin kocayı yolma niyetinde.” “Nasıl anladınız?”  “Konuşurken yalanlarını; cazibesi, davetkâr ses tonu ve kadınsılığıyla çok güzel kamufle ediyor. Bir gözü kalk gidelim, diğeri ise pislik yapma otur dercesine bakıyordu. Bu tiplere karşı koyan, koyabilen çok azdır. Bunlar mermeri bile un ufak eder. Hele bir de bir adamı kafaya takmışlarsa. Şeytanı bile ‘İllallah’ dedirtirler. Kadının şerlisi devleti yıkar, hanımın hayırlısı devlet kurdurur.” Ve bu olaydan bir hafta sonra gazetede okuduğu üçüncü sayfa haberi Mesut Bey’in haklılığını ortaya koymuştu. “Aldatılan ünlü iş adamı Sezgin Açık, karısını kurşunladı.”
Ender, her akşam Beşiktaş Barboros’taki ofisten çıkıyor. Sahil yolunda içine boğaz havası soluyarak Yahya Efendi dergâhına gidiyordu. İlk ziyaretlerinde sohbet ettiği kişiler fayda görmüşler. Hemen hemen her akşam muhabbet sofrası açıp şenleniyorlardı. Yapılan zikirlerle kalpleri feyzleniyor, gönüllerindeki iman neşesi vücut ülkesine hâkim oluyordu. İmam, kendisine müştemilatta küçük bir oda ayarladı. Orada kalmaya başladı. Yahya Efendi, Kanuni’nin “Abi” diye hitap ettiği, Hızır’ın arkadaşlık yaptığı, denizcilerin pirimiz dediği büyük bir Allah dostuydu. Yine haziresinde Osmanlı’nın son zamanında yetişmiş Abdulhay Efendi de meftundu. Burada yıllarını geçirdiği asitaneyi hatırlıyor. Efendisini hasretle özlüyor yarası adeta derinleşiyordu. Geceleri teheccüd namazından sonra uyumuyor. Esen boğazın serin esintilerinde Medine’den Allah Resûlü’nün  kokusunu getiren seher yelini içine çekiyordu. Allah sanki burayı onun için özel dizayn etmişti.

Denge hukuk bürosuna sadece davacılar ve davalılar gelmiyor. Farklı dünya görüşünden birçok entelektüeller, üniversiteden hocalar, ekâbir takımından insanlar da geliyorlar. Saatlerce bazen hararetli, kimi zaman hoş sohbetler yapılıyor. Fikri, felsefi, sosyal, siyasi ve dini meseleler masaya yatırılıyordu. Ender sabırlıca dinliyor. Öğrenilmesi yıllar alacak konuların sanki özeti kendisine geçiliyordu. Mesut Bey de onu farklı konularla yazılmış akademik kitaplarla destekliyor. Çoğu zaman davetli olduğu yemeklere, toplantılara da beraber gidiyorlardı. Ülkenin en zengin zümresiyle de tanışma, onları yakından tanıma imkânı bulmuştu. Bunda Avukat beyin insan tanımada verdiği tüyolarında çok faydası oluyordu.  Kimi zaman ise sıkıcı ve meşakkatli olsa da Ankara’ya yolları düşüyor. Milletvekilleriyle, bakanlarla ve bürokratlarla tanışıyor ortak projelerde yer alıyordu.
Denge hukuk bürosunda geçirdiği iki yılda iç dengeleri tamamen değişmişti. Eskiden sadece dervişlik sanatında mazhardı. Şimdi buna devlet adamlığı, insanları tanıma ve idare etme v.b. birçok özellik eklenmişti. Mesut Bey onu bir usta demirci gibi bileyip zalime karşı kırılmaz, keskin bir kılıç, mazluma ise sahip çıkan, koruyan bir kalkan haline getirmişti.

Ama bütün bunlara rağmen çekecek çilesi ve hayatın ona öğretecekleri bitmemişti. Yahya Efendi tekkesindeki hizmetinden dolayı rahatsız olan iblis tuzağını fitne kapanıyla kuruyordu.

Bir perşembe akşamı dolu beynini boşaltmak, imanını ziyadeleştirip hizmetin himmetini almak için heyecanla her zamanki yoldan yürüdü. Sohbet meclisine insanlar toplanmıştı. Ama yüzler asık biraz da öfkeliydi. Verdiği selam dil ucuyla usulen alındı. Her zamanki yerine oturmaktan imtina edip boş bulduğu yere kendisini bıraktı. Söze nasıl başlayacağını düşünürken şişe dipli gözlükleriyle Kel Oğuz söze başladı;
– Sen bizi aldattın! Şok yaşıyordu. Aldattığı bir olay vukuu bulmamış. Kimsenin de beş kuruşunu almamıştı. Üstüne üstlük elindeki avucundakini de harcamıştı. Hepsi bir kenara bu Kel Oğuz’u hayatın dibinden, bataklıktan tutup çıkarmıştı. Bu sebeple onun her bir sözü sırtına saplanıp ciğerlerine kadar batan bıçak gibi acı veriyordu. Açılan her bir yaradan bütün kanı çekiliyordu. Aldığı her bir nefes boğazında düğümlendi. Ne diyeceğini, düşüneceğini bilemiyordu. Yumruklarını sıktı. “Bu adileşen heriflere dalıp kafa göz kırayım da hiç olmazsa düşmanlıklarının gerçekçi bir bahanesi olsun” diye düşündü. Ama karşı taraf gerçekçi bir bahaneyi çoktan bulmuştu;

“Sen şeyhin tarafından dergâhtan kovulmuşsun. Hem de en yakınıyken. Öyleyse; sende büyük bir yamukluk, hainlik var ki baban gibi olan şeyhin seni sebepsiz kovdu.” Bugün bütün yaraların kanama, tekrar tekrar kaşınma zamanıydı. En ufak bir hatada seni derdest etmeye çalışanlarla uzun süreli bir beraberlik olamazdı. Anladı ki onları bu limanda bırakıp gitmeliydi. Bunlara cevap vermeye bile tenezzül etmedi. Onun bu sessizliğini hep meclisin en dışında kendi halinde oturan elli yaşlarında hamsi gözlü, büyük burunlu Karadenizli reisin sesi bozdu.

“Ulan hainler, çocuğu dinlemediniz bile, hepiniz ondan hayır dışında ne gördünüz?” Ender, kararını almış güçlü bir lider edasıyla elini kaldırdı, nefesini israf etme dercesine. Cafer Hacıabdullahoğlu, Ender’in koluna girdi. “Gel uşağım temiz hava alalım” diyerek dışarı çıkarttı. Siz ne kadar dikkat ederseniz edin şeytan fitneye müsait mutlaka ya insani bir zaafınızı ya da imtihan kamburunuzu gözlere sokuyordu.
Bugün yine bir avuç kaybetmiş galipler, altın yumurtlayan tavuğu kesen cahil gibi elleri bomboş kalacaktı. Ender’i üzen, kendisinden en çok faydayı görenden bu davranışı görmekti.

Cami kapısının önünde imamla karşılaştılar. Ters bir şeylerin olduğunu anlayan imam onları yeşilliklerin ve mezar taşlarının arasından geçirerek evinin önündeki çardağın altında onlara çay ikram etti. Sevgide kardeşi, saygıda hocası gibi değer verdiği bu genci teselliye çalışıyordu. Nice zaman sonra Ender konuştu. Serin boğaz esintisinin geldiği ufuklara bakarak “Hocam bize yol gözüktü.”

“Ne yolu, nereye?”
“Denizlere açılıp suların derin koyu karanlığına yaşadığım her şeyi gömmek istiyorum.” Cafer;
“Ben sana bir gemide yer ayarlarım; hem çalışır para kazanırsın hem de acıların kabuk bağlar. Kendine gelirsin.”
Bir ay sonunda işlemler tamamdı. “Su Canavarı” isimli gemide işe başlayacaktı.
“Nuri Kaptan, ha bu uşak sana emanettir.” Bu, defalarca bıktırırcasına yapılan tembihlerden biriydi.
Haydarpaşa limanından yükünü alan geminin kalkış saati gelmişti. Gemiye ilk adımını attığında bütün sevdiklerini, yaşanmış yıllarını geride bırakıp sonu belirsiz bir yolculuğa çıkıyordu. Belki de yeni bir Ender olacaktı. Kaptan, Ender’i ikinci kaptan, çarkçı başı, yağcı, aşçı ve diğer personelle tanıştırdı.

Ona belki de en hafif iş olan aşçı yardımcılığını verdi. Bu gemi koca bir mahalleye benziyordu. A’dan Z’ye her şey mevcuttu. Kolay değil aylarca vatanından, çoluk çocuğundan uzak bir demir yığının içindesin; herhangi bir malzeme eksik olsa personel çıldırabilirdi. Zaten personel de çok farklı kişilikte insanlardan oluşuyordu. Kimisi hayatta ümidi kalmamışçasına esen rüzgârın kollarına bırakıp her limanda sevgili arayıp fütursuzca günah işleyen tiplerdi. Bazısı bekârken iyi para biriktirip kapağı karaya atmayı hesap edenlerdi. Bir de işsizliğin savurduğu şuursuzca yaşayanlar. Başlarında ise çok fırtınalar atlatıp isyanlar bastırmış kaptanları vardı. İlk demiri Brezilya’nın Santos limanına attılar. Sonra yeni bir yük başka bir liman. Günlerin çoğu denizi seyredip tefekkürle geçiyordu. Meraklı miçolara sohbetler edip kaptanla dertleşiyordu. Bir gün bulunduğu ortamda kumar oynamaya başladılar. Ender’i tanıyanlar bırakmalarını söyledi. Ender’in yüz yüze olup sağ çaprazındaki mukaddesata küfreden cümle kuracaktı ki ilk harfiyle Ender sustalısını sağ eliyle çekti ve öldürmek için şah damarına doğru salladı. Adam kendisini geri çekince ufak bir sıyrıkla kurtuldu. Bu sefer karnına doğru saplamak için hamle yaptı. Lakin ortamdakiler araya girdiler. Birisi bileğinden yakalayıp elini kolunu sıkıca tutarak zapturapt altına aldı. Bu arada küfürler havada uçuşuyor. Ender ortamdaki herkese racon kesiyordu. Muhatabı da bıçak çekecekti lakin Ender’in deli cesareti onu korkutmuştu. Bu arada kaptan geldi, Ender’i kaptan köşküne çıkarttı, su ikram edip biraz sakinleştirdi.

“Oğlum sen derviş meşrep bir adamsın. Daha merhametli olup karşı duruştaki insanları kazanmaya çabalaman gerekli.” Ender’in sönmüş volkana benzer gözlerinden tekrar lavlar fışkırmaya başladı. Sağ elinin şehadet parmağını havaya kaldırıp “Allah’a, Resulullah’a, İslam’ın değerlerini küçük görüp alaya alanlara, küfredenlere alttan almak olmaz. Korkmaman gereken yerde korkmak haramdır. Bizim merhamet şurubumuzdan içenler bazen de merhamet şurubunun kazanını kaynatıp kıvam veren öfke ateşimizin azabını tatmalı, hissetmeli ki duracağı yeri bilsin. Dünya da denge kaybolmasın.”
Kaptan anladı ki bu gencin sadece simasında, sözlerinde asalet değil yaratılışında, hücrelerinde onu o yapan her şey de farklı bir asalet vardı. Yıllar oldu okyanuslar geçti, ülkeler gördü, insanlar tanıdı, bunun gibisine çok ama çok az rastladı. Sıkıca sarıldı.

Bu hadiseden sonra gemidekiler Ender’e karşı sevgi, saygı ve daha çok korku duygularının karışımıyla ilişki kurdular. O’nun bulunduğu ortamlar nezihleşiyor öyle değilse bile pislikler bastırılıp havayı bozamıyorlardı.
Demir atılan limanlarda tayfaların bir kısmı eğlenceye, alışverişe akarlarken o halkın içine karışıp dilini, kültürünü öğrenmeye, insanları yakından tanımaya çalışıyordu. Mümkünse dostluklar kuruyordu. Böylece bir buçuk sene limandan limana, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya savruldu. Aslında gemi onun için sacdan yapılmış büyük bir fırın olmuş, ağır ağır pişirmişti.

Âdeti üzere her sabah seher rüzgârını içine çekiyordu. Son günlerde ise bu rüzgâr onu daha çok serinletmeye ve yakmaya başlamıştı. Bunun sebebini anlayamıyordu. İçindeki aşkın artmasından mıydı yoksa ateşe yaklaştıkça artan sıcaklık hissiyatından mıydı? Kâbe, Peygamber aşkı, kutsal beldeleri görme arzusu dayanılmaz hal alıyordu.

O bunları düşünürken, onun hallerini tam anlamasa da kendisini seven kaptan sessizce yanına oturdu. İkisinin de gözleri ufukları seyrediyordu. Sessizliğe daha fazla dayanamayan kaptan “Sana söyleyemedim, şimdi Cidde’ye yanaşacağız.” Bir fısıltı gibi kulak deliklerinden giren bu kelimeler kalpteki ateşi harlamış bütün bedeni sarmıştı. “O zaman benim yolculuk bu limanda son buluyor kaptanım.” dedi. Bütün hararetini bastıran bir ses tonuyla, “Ama bu imkânsız seni burada bırakmayız.” Zaten kaptan mümkün olsa da ondan ayrılmak istemiyor. Olacağı varsa bile işi olmaza sürüyordu.

“Kaptan; sen çağrılmak nedir bilir misin?”
Normalde onu bu limanda bırakmak gerçekten de imkânsıza yakın zordu. Önce konsolosluğu, arkasından da hatırı sayılır dostları aradı. Aşığın yolu açılmıştı. Bütün gemi çalışanlarıyla helalleşip vedalaştı. Düşmanları bile böyle mert bir düşmanı kaybetmenin hüznünü yaşıyordu. En son kaptanla sarılıp gemiden ayrıldı. Kaptan nemli gözlerle arkasından bakarken bir tayfadan çok dert ortağını, dostunu ve akıl hocasını kaybetmiş gibi hissediyordu. Ama şu da bir gerçekti ki; Ender kader denizinin her limanında her zerresine kadar ambarını dolduran büyük bir gemiydi. Nihai demir atacağı limanı arıyordu.
Ahir zaman Nebisi’nin doğduğu şehir Mekke’nin her taşında, toprağında O’nun izini arayıp kokusunu hissetmeye çalışıyordu. Hira mağarasına çıktı. İlk vahyin geldiği yer. “Allahım! Sen peygamberlerin dışında Meryem annemize vahyettin. O, Hz. İsa’yı doğurup yetiştirdi. Arıya vahyettin bal yapmayı öğrendi. Onlara vahyettiğin gibi bana da burada vahy eyle ki; kalbim hayırlarla dolsun ben de bal yapayım.” Duanın kabul tecelliyatı mı bilinmez dehşetli bir olay karşısında kapılınan korkuya benzer bir korku. Sıtma nöbetine benzer bir titremeyle bedeni sarsıldı. Bütün bunlara ek üzerine çöken dayanılmaz uyku haline teslim oldu. Ne zaman sonra kendisine geldiğinde büyük bir depremden sonra meydana gelen artçı sarsıntıları yaşıyordu. O an daha önce almadığı feyzler aldığını fark etti.

Tesirlerini ise anlamaya idraki yetmiyordu. Resulullah’ın ayak izlerini takip ederek Mekke’ye döndü. Hac farizasını ifa etti.
Medine… Peygamber şehri… Muhacire kucak açarak mümin kardeşliğini gösteren Ensar yurdu. Yıllardır seher rüzgârında kokladığı kokunun membaına gelmişti. İçi dolup taşıyordu. Hasret dolu adımlarla Allah Resulü’nün gülistanına yaklaştı. Gönül gözüyle görüp âşık diliyle konuştu. Mecnun misali hemhal oldu. Burada bir hafta kaldı. Her anını ibadet, zikir ve âlimlerin sohbetiyle geçirdi. Yürek yakan ayrılık zamanı gelince gözyaşlarıyla ve bir daha gelmek arzusu ile vedalaştı.
Türkiye’ye dönerken hacda tanıştığı âlimlerin ülkelerini ziyaret etti. Sohbetlerinde bulundu. Ülkeleri, insanları yakından tanıdı. Her gittiği yerde hem İslam ülkeleri arasındaki farklılıkları hem de İslam dünyası ile onun dışındaki inanışları ve kültürleri kıyaslama imkânı buldu. Anadolu topraklarına ayak bastığında kendisini kütüphaneler dolusu kitabın bilgisine sahip görürken, his dünyasında her milletin sinesinde yaşanmış acı-tatlı hatıraları, olayların duygularını barındırdığını hissetti. Kader onu silinmez bir kalemle yazarak şahsına mahsus bir kitap haline getirmişti. Aynı sistemi takiple iki yıl sonra İstanbul’a geldiğinde ise kitabın son noktası konmuştu. Şimdi tek arzusu efendisini görmekti. Belki de son bir kez daha aynı ortamı paylaşacaktı. Helallik almak en büyük arzusuydu. Ondan sonra; “varsın hayırsız yad” edilsin. Onun önemi yoktu. Havadaki suyun buz tuttuğu bir kış günü yollara düştü. Şartlar ne olursa olsun geri dönmek yoktu. Belki yoluna karlar yığılacaktı.

İbrahim Efendi tekkesinde ise olağanın dışı bir hazırlık vardı. Bu da boşuna değildi. Gelen haberlere göre bu gece Şeyh Hz. bir kişiye görev verecek halifesini aşikâr edecekti. Bazılarının kendinden ümidi olmadığından kime verileceğinin muhakemesini iç dünyasının derinliklerinde sessizce yaparken biraz ümitvar olanlar dillendirmeseler de gözleri onları ele veriyordu. İçerideki bu sıcak bekleyiş, yağmaya başlayan karın soğuğunu bile hissettirmiyordu. Okunan yatsı ezanı, bekleyişin telaşını ve heyecanını zirveye çıkartmıştı.

Efendinin çok mühim zamanlarda giydiği hırkası üzerinde olduğu halde kapıdan gözüktü. Ondan daha mühimi artık gözleri gülüyordu. Ender’i gönderdi göndereli üzerine çöken hüzün kalkmamıştı. Yine mütebessimdi, neşeli görünmeye çalışıyordu. Ama söylemese de yüreğindeki ayrılık acısını gizleyemiyordu. Bu hali gören herkesi içten bir neşe ve huzur kapladı. Yanında ise Molla Cemal elinde gümüş tepsi üzerinde bembeyaz kumaştan bir bohça taşıyordu. O an adeta nefesler tutulmuştu. Kendisini layık görenler “Elhamdülillah” demek, layık görmeyenler meraklarını gidermek için sabırsızlanıyordu.

Namazlar huşu ile eda edildi. Zikirde adeta bulutların üzerindeydiler. Ya da melekler meydana inip kanatlarını nurdan döşekler gibi yere sermişler onların üstünde zikrediyorlardı. Okunan son Fatiha’dan sonra İbrahim Efendi mikrofonu eline aldı. Yüzünde bunca yılın emeğinin hasadını yapacak olmanın mutluluğu, dilinde ise şükür vardı.
– Evladım, dış kapının önünde Hızır “emanet” bıraktı getirin, dedi.  Atik ve en meraklı iki derviş fırladı. Dışarıda karlar üzerinde; başında beresi, üzerinde paltosu, kalın siyah pantolonu ve botlarıyla yarı baygın yatan birisi vardı. Onlar daha başka beklentide olduklarından pek bir şaşırdılar. İki koluna girip içeri aldılar. Karanlıkta siması seçilemiyordu. Işığa ve meraklı bakışlara doğru yürümeye, yürütmeye başladılar. Efendi ayakkabılığa kadar gelmişti. Onlardan emaneti devraldı. Adeta sırtlanırcasına tek başına taşıyordu. Bu yabancı da kimdi? Hem de böyle bir günde… Var olan merak ikiye katlanmış bazılarında öfkeye dönüşmeye başlamıştı. Ortamın sıcaklığı; misafirin buzlarını çözmeye, gözlerini aydınlatmaya başladı. Ender sırtı cemaate, yüzü İbrahim Efendi’ye dönük olduğu halde ayakta öylesine duruyordu. Yüzünü merhamet ve muhabbetle okşayan mübarek elleri tanıyordu. Gözünü tam açabildiğinde ise o yakıcı, özlem ve sevgi dolu bakışlarıyla İbrahim Efendi karşısındaydı. Şuuru açıldığında; uzun bir kâbustan uyanmış ve bütün yaşananlar gerçek değilmiş gibi geldi. Sonra üzerindekilere baktı. En son giydiği elbiselerdi. Her şey gerçekti. Ama buraya nasıl gelmişti? Tek hatırlayabildiği soğuğun etkisiyle bayılmak üzere olduğuydu. Bir saniye bakıştılar, sonra ayrı geçen yılların özlemiyle sıkıca sarıldılar ki iki beden tek vücut olmuştu. Koca bir nehir denize karışıp rengini almış ya da şeker çaya karışıp tat vermişti. Ama hangisi deniz, nehir, çay veya şekerdi belli değildi. Duygular zirve yapmış, en katı kalplilerin bile gözlerinden sıcak birer damla gözyaşı dökülmüştü. Önce başındaki bereyi çıkarttı, yılların sıkıntısının alameti birkaç tel beyaz saç rahatlıkla seçilebiliyordu. Paltoyu çıkarttılar. İbrahim Efendi: “Evlatlarım, işte bu kardeşiniz uzun ömrümün ahirindeki en büyük manevi hasadım. En büyük amel kapımdır. Cümle âlem işitsin ki kendisi halifemizdir.” Molla Cemal tepsiyi getirdi. Dualar eşliğinde bohça açılırken kimliği meçhul halifenin sırtı hala cemaate dönüktü. Nihayet beyazlığı bohçadan daha beyaz koyun yününden dokunmuş hırka çıktı. Bu, efendinin şeyhinin ona giydirdiği silsile hırkasıydı. Kendi elleriyle giydirirken Ender yüzünü cemaate döndü. Sürprizler bu gece adeta peş peşe yaşanıyordu. İsmi ve varlığı unutulmaya yüz tutmuş ve sadece ibreti âlem konuşmalarda zikredilen bir insan. Bir sabah sorgusuz sualsiz kapı dışarı edilirken yıllar sonra Hızır’ın “Emaneti” denip bir gece içeriye alınıp şeyhlik veriliyordu. Herkes afallamıştı. Kendilerinden beklentileri yüksek olan birkaç kişi şuurunu kaybetmiş bilinçaltları ortalığa fırlamıştı. İlk harfleri yüksek tondan başlayıp kısık sesle nihayete eren galiz sözler ortalığa saçılmıştı. Ender içinse böyle vakıalar normalleşmişti. Onu asıl dehşete düşüren; İslam âleminde gördüğü gerçeğinden fazla sahtesi bulunan İslam dünyasının yüzkarası yalancı şeyhler değil de, Mehdiliğini ilan edenler, ima edenler veya cemiyetlerini ona göre motive edenler, yarın gerçek Mehdi aşikar olduğunda bu zavallılardan daha az tepki ortaya koymayacakları kesindi. Sahte şeyhlerin cemaati belki düzeltilip kurtarılabilirdi. Lakin sahte Mehdilerin cemaatleri direkt imansızlık cephesinde olacaklardı. Aman Allahım kendisine ne büyük bir yük yükleniyordu. O kadar korktu ki dergâhtan kovulduğu gün ona daha tatlı geldi. Ama görevden kaçamazdı. O bunları tefekkür ederken İbrahim Efendi cemaatin sorularını cevaplamak istercesine ya da bu yaşananların hikmeti ortaya çıksın diye bir soru sordu: “Allah size zamanda ve mekânda, ileri ve geri yolculuk yapma gücü verse Ashab dönemi hariç hangi zamana gitmek isterdiniz?” Kimisi Osmanlı, bazısı Endülüs gibi değişik cevaplar verdi. “Ender oğlum senin cevabın nedir?” “Efendim hadislerden anladığımıza göre ashabtan sonra en hayırlı topluluk ya da dönem Ahir Zaman Mehdisi ve onun ashabının yaşadığı zaman dilimidir. Ben Allah’tan onun zamanında yaşayıp tanıyıp hizmet edenlerden olmak isterdim” dedi. İbrahim Efendi’nin aldığı cevap derin hicranın izlerini taşıyan yüzüne gülümseme ve neşe vermişti. Bir kez daha emaneti doğru kişiye vermenin huzurunu duyuyordu. “Evladım! Allahualem sen bizden daha âli makamlara erişeceksin. Senin en birinci vazifen lider, liderler yetiştirmek. Çünkü biz Allah’tan öyle bir cevher istedik Rabbim seni gönderdi. Sen de ona göre yetiştirildin.” Bir sabah namazında arzın merkezine gömülen Ender bir yatsı namazından sonra ise adeta yedi kat semanın üstüne yükseltiliyordu. O günlerde yaşadığı düşünce karmaşaları, hataları veya yapacağı yanlışlıklar her zaman ayağındaki nasır gibi batıp verilen nimetler ne kadar büyük olursa olsun nereden, nasıl geldiğini hatırlatan bir nimet olarak yanına kâr kalacaktı. Yıllar önce küçük bir yetim olarak emanet edildiği yere yıllar sonra Hızır’ın emaneti olarak gelmişti. Ama şimdi, sadece nefsinden değil başka insanlardan da mesuldü. Kendisine emanet edilen yükü kaldırması kolay değildi. O küçük çocuk veya dergâhtan kovulan derviş olmak daha tatlı ve hafif geldi. Çünkü hadislerle müjdelenen o zatın zamanındaydı. Onun yanında olabilme imtihanı iman nuru olmaz ise kolay değildi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir