
Dünyadaki felaketlere Türkiye koşuyor, Amerika koşuyor, İsviçre koşuyor, bir de AKUT koşuyor… Felaket bölgelerinde AKUT aranıyor. AKUT nasıl doğdu?
Arkadaşlarımla kurduğum bir dernek burası. Kurmaya karar verdiğimizde 26 yaşındaydım, şimdi 43 yaşındayım. Düşünün neredeyse 18 senedir uğraşıyoruz…
AKUT yine Türkiye’nin öncü ve ilk projesidir. Bu işe başladığımızda bir avuç arkadaş hakikaten bütün varlığımızla girdik buraya. Hep elimizden gelenin en fazlasını vermeye çalıştık ve Türkiye’de olmayan bir şeyi oluşturmaya soyunduk. “Arama kurtarma ile ilgili bir dernek kuralım, bir organizasyon yapalım.” kararı aldıktan sonra; ismi ne olsun, rengi ne olsun, logosu ne olsun diye araştırdık. O günlerde bunların hepsinin kararını çok doğru vermişiz. Yani AKUT o kadar güzel bir terim ki âni, çabuk, hızlı gelişen… Bizim de o hızlı reflekslerimizi ifade ediyor. Bizim yapmaya çalıştığımız şeye çok uygun bir kelime. Rengi kırmızı seçtik. Logo olarak “el yardımı” şeklini seçtik… 17–18 sene önce kararı doğru vermişiz. Bugün de onun rahatlığını yaşıyoruz açıkçası. İsim, marka ismi çok önemli; üzerine eldiven gibi oturması lazım, bizimki oturdu işte.
Toplumsal bir dönüşü de oldu, toplum tarafından kabul gördü. Bu diğergamlığın temelinde ne yatıyor? Modern değerler diye içi boş şeyler varken çok istenen bir şey değil diğergamlık, farklı bir şey bu. Her şeye koşacaksın; sele, depreme vs.
Bizim kültürümüzde var. İmece mantığı, vakıf mantığı… Diğergam duygularla hareket etmek bizim yaşadığımız coğrafyanın kurulu olduğu temel zaten; bizden daha şanssız insanlara, varlıklara sahip çıkmak…
Sadece iyi yurttaşlar olmaya çalışıyoruz. Sorumluluk çok önemli bir şey… İnsanlar hayatı hep sıfır toplamda oyun gibi görüyorlar. Hep yıkıcı bir rekabet; sürekli kaçma, kovalama, mücadele var. Burada da “kazan-kaybet” gibi algılıyorlar… Yani bir iş yapacağız, ilişkiye gireceğiz, ya kazanacağız ya da kaybedeceğiz! Bunun ortası yok gibi bakıyorlar. Halbuki “kazan-kazan” da olabilir, hayat sıfır toplamda bir oyun değil ki; ben de kazanabilirim siz de kazanabilirsiniz. Hatta bu yaptığınız iş birlikteliğinden başkaları da kazanabilir, “kazan ve kazandır” da denilebilir. Aslında buna ihtiyacımız var, bunu diyen insanlara ihtiyacımız var. O kadar bencilleşmiş ve bireyselleşmiş ki dünya, bu tür örneklerle biz kendimizi çok normal ve doğal zannederken, birçok insan bize “Allah Allah, bunlar niye böyle şeyler yapıyorlar!” diye bakıyor. İlk yıllarda hele 1999 depreminden sonra 2000–2001’de Türkiye’nin en güvenilir kurumu seçildik. Ondan sonra bize çok saldırdılar; özellikle bana ve AKUT’UN kurumsal yapısına karalama kampanyası yaptılar. Ben o zaman anlayamadım… “Neden bu kadar üzerimize saldırıyorlar, nereden çıktı bu?” Kimsenin tavuğuna kış demiyoruz, parayla pulla bir iş yapmıyoruz; zaten gönüllü olarak, hiçbir karşılık beklemeden bu kadar işin altına giriyoruz. Üstüne üstlük bu tehlikeli bir iş; çok rahatlıkla yaralanabilirsiniz, sakatlanabilirsiniz, ölebilirsiniz, birisinin başına daha da beter bir durum gelmesine yol açabilirsiniz… Yani herkesin yapabileceği bir şey de değil bu…
Kaza sigortanız var mı? (Gülüşmeler)
Niye bize böyle yapıyorlar derken uzun zaman anlayamadım bunun cevabını. Sonra bir gün birisi şöyle dedi bana: “Siz niye kendinizde arıyorsunuz ki sorun sizde değil sorun onlarda.” Çünkü onlar böyle bir çalışmanın hiçbir karşılık beklemeden, tamamen gönüllü olarak, tamamen Allah rızası için yapılabileceğine inanmıyorlar. Adam diyor ki: “Bunun altında kesin bir iş vardır, bunların arkasında Yahudi örgütü vardır, bilmem ne vardır, buların bir hesabı vardır!” öyle bakıyorlar olaya. Ama sorun bizde değil sorun onlarda… Çünkü kendisi yapmıyor, kendisi gönüllü olarak ve karşılıksız olarak hiç tanımadığı ve görmediği, hayatta bir daha da hiç görmeyeceği bir insan için şu taşı alıp şuradan şuraya koymayı bile ‘zül’ sayıyor. Biz sabahın üçünde, dördünde, karda, fırtınanın ortasında, sıcacık yatağımızdan kalkıp bir çağrı geldiğinde -neresiyse orası- saatlerce yol gidip saatlerce, günlerce operasyonla uğraşıyoruz. Bu bir ruh hali…
Algılama biçimi, tatmayan bilmez…
Evet, tatmayan bilmez, tatmayan başkasının da bunu neden yaptığını bir türlü anlayamıyor. Kendisi yapmayacağı için başkası da yapmaz diye bakıyor. Yapsa da kesin altında “bir ‘hin’lik var” diye bakıyor…
Bu tavırlar “merhamet yorgunluğu” yapıyor mu sizde?
Kitabı okuduysanız görmüşsünüzdür neler yaptıklarını. Benim ne Ermeniliğimi bıraktılar ne Yahudiliğimi, ne zengin çocukluğumu. Şov yaptığımızı, enkazdan ziynet eşyası topladığımızı, işte ben aslında Everest’e tırmanmamışım, o çekimleri başka yerde yapmışım vs. Bir sürü iftira attılar. Gayr-i Müslim demeleri zor da geldiğimiz yer belli… Bunlar daha çok profesyonel odaklı saldırılardı. Bunlar bizi çok üzdü.
Kitabınızda insanın kendine dair arayışlarına çok vurgu yapıyorsunuz, bu kitap adeta onun üzerine temellendirilmiş gibi…
Aynen öyle, aynen dediğiniz gibi.
Bu konuda kendi tercihlerimiz, seçimlerimiz ve bunların başarıdaki rolü üzerinde duruyorsunuz. Kendi tercihinizi, iradenizi ortaya koyarak başarmanın çok önemli olduğunu söylüyorsunuz…
Öncelikle tabi elimizdeki malzeme bu. Bu bedenle, bu akılla, bu zekâ ile, bu ruhla yapacaksınız her ne yapacaksanız hayatta… Everest’e mi çıkacaksınız, okyanusu mu geçeceksiniz, dağlardan mı uçacaksınız, ya da işte evlenip çoluk çocuk sahibi mi olacaksınız, ya da holding patronu mu olacaksınız; her ne hayaliniz varsa bu hayatta bununla yapacaksınız, bütün olay burada bitiyor.
“Bu” derken, bir sermaye mi bu saydıklarınız?
Vücut, akıl, ruh, beden… Kontrolünüz içinde olan, kontrol edebildiğiniz şey, “benlik” dediğimiz şey, benliği çok iyi tanımak lazım. Biz bir imtihan yolculuğuna çıktık. Buradan ayrılacağımız güne kadar bu nefsle birlikte yaşıyoruz, kendimizle birlikte yaşıyoruz. İhtiyaç duyduğumuz en önemli şey farkındalık. Önce kendini tanıma farkındalığı… Bizim yaşam içindeki avantaj ve dezavantajlarımız nelerdir, kuvvetli ve zayıf taraflarımız nelerdir, bizi hangi alanlar mutlu eder, neyi başarmış olsak kendimizi daha iyi hissederiz ya da hangi alanlardan uzak dursak daha güzel olur? Onun için öncelikle kendini tanıma farkındalığından bahsetmeye çalışıyoruz. Tabi ki bir tane biz varız ama bir de bizim dışımızdaki her şey var. O bizim dışımızdaki her şeyi de tanımak ve kavramak lazım; tabi mümkün olduğu kadar doğru bir şekilde. Hem kendimizi hem de olan biteni doğru tanımak ve bu farkındalıkla da kendi yolumuzu oluşturmak üzere baştan planlayıp fark oluşturan insanlardan olarak yaşam yolculuğumuzu sürdürmek ve tamamlamak diye düşünüyorum.
Farkındalığın akabinde paylaşmayı önemsiyorsunuz, çok yönlü bir şey… Bilgiyi, tecrübeyi, duyguyu paylaşmayı, “nesillerin hayata bir adım önde başlaması adına” önemsiyorsunuz…
Çok önemsiyorum, benim böyle bir şansım olmadı. Yaptığım hiçbir şeyde; ne dağcılıkta oldu ne arama kurtarmada oldu ne de yaptığım birçok şeyde. Çünkü bunların birçoğunu ilk yapan ben oldum bu ülkede… Türkiye’de ilk 8000 metre tırmanışını yaptım, “KAR LEOPARI” unvanı aldım. K2 dağına tırmanış zor bir tırmanıştır, onun ilk tırmanışını yaptım. “Yedi Zirveler Projesini” tamamlayan ilk en genç dağcı vs. Bunlar hep öncü ve ilk projeler olduğu için akıl danışacağım, soru soracağım, “orada ne yenir, ne içilir, ne götürülür, neye dikkat etmek lazım vb.” konularda yardımcı olabilecek hiç kimse yoktu etrafımda. Deneme yanılmayla öğrenmek zorunda kaldım. Deneme yanılma biraz pahalı bir yöntemdir ama Allah’tan çok dikkatli hareket ettiğim için fazla da hata yapmadım. Ama benden sonrakilerin iki adım önden başlamasını sağlamak, çizgiyi çok ileriye götürecektir, çok yukarıya taşıyacaktır.
Öğrenmeye dair enerjik bir yapınız var, yaparak öğrendim diyorsunuz. Başarı ve mutluluk birbirini nasıl etkiliyor, başarmış olmanın hazzına ermek…
Aslında ben onu ayırmıyorum birbirinden, başarı ve mutluluk el ele gidiyor. Başarılı olup mutsuz olmakta bir hata vardır, mutlu olup başarısız olmak da yine uyuşmayan bir denklem. Bence başarı ve mutluluk beraber giden bir şey. Beraber yürütebildiğiniz takdirde hepsinin temelleri doğru yerlere kurulmuş, yolları da doğru yerlerden gitmiş olur.
Mesela bazı günü birlik öğretiler var, insanlara nasıl mutlu olacaklarını gösterirken “başarılı olursanız mutlu olursunuz ve bunun ne pahasına olduğu önemli değil” gibi bir tarz tutturuyorlar. Orada bireysel geleceğini garanti altına almak, avantajlar elde etmek için başarmış olmak var. Bu konuda motivasyonlarınız neler, neler sizi motive ediyor?
Ben yapabileceğimin en iyisini yapmaya odaklı bir yapıya sahibim. Bir şey yaptığımda “Sen daha iyisini yapabilirsin, daha fazlasını da kaldırabilirsin.” derim kendime. Yani ben ne yaptıysam daha iyisini de yapabilirim… Bu motivasyonla hareket ederim ama bunun için gayret etmek lazım, daha fazla gayret…
Kitapta şansın tanımını yapıyorsunuz…
Şans; özel bir denklem, gaipten gelen bir şeydir. En küçük bir temasımız yok; geldiyse, verildiyse ne ala, verilmediyse problem oluyor… Şansla fırsatın arasında büyük fark var.
Şans nasıl bir şey biliyor musunuz? Daha geçen gazetede gördüm. Bir tane sinema oyuncusu sokakta yürürken beş-altı katlı bir binanın tepesinden bir mermer blok kafasına düştü ve öldü, bunun adı şans(sızlık)tır. Bu hiçbir şekilde temas etme, dokunma, uzatma, kısaltma, önleme veya yakalama imkânımızın olmadığı bir durum. Fırsat, her yerde var ama görmek lazım; üçümüz otururuz bir tek siz görürsünüz onu ve siz yakalarsınız fırsatı. Şans ve fırsat başka şey. Bizim şansa en küçük bir temasımız yok. Fırsatı yakalayabilmek için önce farkındalık, geniş bir vizyona sahip olmak gerekir. Kitapta da bahsettiğim gibi “Kendimizi tanıma sürecini ve kendimizle ilgili farkındalığımızı sağlıklı bir seviyeye eriştirdikten sonra yapacağımız şey, hedef belirlemek olmalı. Hedeflerimizi doğru belirlemede kendimizle ilgili farkındalığımız önemli olduğu için bu konuda gerçekten çok özenli olmamız gerekmektedir. Her hedef önce bir hayalle başlar, hayaller somutlaşmaya başlayınca hedefe dönüşür. Hayalsiz, hedefsiz, amaçsız bir hayat ise rüzgârdaki yapraklar gibi kendi isteği dışında oradan oraya savrulup duracaktır. Bir yerlere varması ise kişinin kendisine değil tesadüflere bağlı olacaktır.”
Sizin de korkularınız hüzünleriniz, kaygılarınız olur mu? Hayat bu anlamda sürprizlerle dolu; biraz önce verdiğiniz örnek de öyle, yaptığınız işler de öyle…
Evet, ama onlara duyduğum korkuyu kontrol etmeyi, korkunun beni olumlu yönde motive etmesini ve işimi daha dikkatli yapmaya sevk etmesini öğrendim. Öyle tehlikeli bir şey ki korku duygusu, belli bir eşiği aşarsa hata yaptırır size. Paniğe kapıldığınız zaman zaten tamamen hata yaparsınız. Korkmanız gereken bir şeyden de hiç korkmazsanız açık verirsiniz, gardınızı düşürürsünüz; karşınızdaki şey ne kadar hak ediyorsa korkulmayı o kadar korkmanız lazım. Gardınızın ona uygun bir şekilde durması çok önemli. Sonuçta korkuyorsunuz diye, yapmayacaksınız diye bir şey de yok. Bu oyunların hepsi tehlikeli, arama kurtarma da tehlikelidir, motosiklet de tehlikelidir, dağcılık da tehlikelidir, hepsi tehlikelidir ama yapılmayacak anlamına da gelmiyor. O tehlikenin ve risklerinin farkında olup o korku duygusunu içinizde tutup o korkuyu olumlu yönde motive edecek şekilde kullanmak; daha dikkatli, daha özenli, daha tedbirli, her zaman bir “B” planı yaparak her zaman üç dört hamle sonrasını hesap ederek hareket etmenizi sağlıyor. İşte o zaman cesaret oluyor. Ancak cesaret korkusuzluk demek değildir, cesaret korkunun kontrol edilmesidir. O korku var, kontrol ediyorsunuz sadece, var ve burada duruyor… Biliyorum ayağım kayarsa ölürüm, uçarım 500 metre, geri dönüşü yok bunun; ya da motosikletle giderken yağın üzerinden geçersem hele bir de sürat varsa motor altımdan gidebilir ve yine ölebilirim. Bunların hepsinin farkındasınız, o yüzden daha çok önlem alıyorsunuz. Hayata hak ettiği dikkati vermek lazım.
Birilerine bir şeyler anlatmak isteseniz en çok neyi önemsersiniz?
Hayatı, hayatın çok değerli bir şey olduğunu anlatmaya çalışırım.
Yaptığınız çalışmalardan sonra sizde bu konuda, farkındalıklarda değişim oldu mu?
Tabi, ben bu kitabı yazarken de çok şey öğrendim. Bu konuda 15 senedir seminerler veriyorum. Everest’e çıktığım günden bu yana… İşim bu, para kazandığım iş bu, ama yazmak bambaşka bir şey. Çünkü yazmak için okumanız, araştırmanız, düşünmeniz gerekiyor. Bu kitabı yazarken kendimi epeyce geliştirdim.
Seminer verdiğiniz konular…
Kişisel gelişim, takım çalışması, liderlik, hedef odaklılık, motivasyon, bu kitabın içeriğinde olanlar. AKUT bana kurumsal örgütlenmeyi, örgütlü toplumun ne kadar güçlü olduğunu öğretti. Üniversitede Doğa Sporları Topluluğunun başkanıydım, oradan da çok şey öğrenmiştim. Oradaki deneyimim AKUT’a çok yaradı, Akut’taki deneyimim hayata yaradı, bütün bu yaptığım çalışmalar seminerlere yaradı elbette.
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

