Röportaj: Ahmet BİÇER / Halil İbrahim AĞIR
Arap Baharı ile Orta Doğu’da neler değişti? Genel olarak bahseder misiniz?
Biraz meselenin arka planına bakarsak Arap Baharı yapısal olarak gelmesi gereken bir süreçti. Arap baharının getirdiği en büyük sonuç bence şu: Orta Doğu’da 100 yıldır bir meşruiyet krizi var. Bu meşruiyet krizi artık saklanamaz hale geldi. Saklanamaz hale gelince bu süreç başka faktörlerle de birleşerek Arap Baharını meydana getirdi. Osmanlı’dan sonra bölgedeki istikrarsızlıklara kalıcı çözümler bulunamadı. O yüzden ben bu süreci geçici çözümler bulmaya çalışan iradelerin tasfiyesi olarak değerlendiriyorum. Arap Baharı da bu anlamda geçici hareketlerin sonuncusu olan Baasçılık hareketini sonlandırdı. Bu anlamda Arap Baharı’nın doğal seyri ile işlediğini ama bu sürecin de çeşitli yönlendirmelerle yönetilmeye çalışıldığını düşünüyorum. Neler değişti diye tekrar sorarsak bence en önemli sonuç şu: Baasçılığın iflası. Arap Baharı ile beraber, bir proje olan Baasçılık tamamen çöktü. Baasçı rejimler 11 Eylül’den sonra tamamen Batılı güçlerle hareket ederek hem kuruluş amaçlarına hem de kendi ülkelerindeki halklarına ihanet etmeye başlamıştı. Basçı rejimler önce ufuklarını kaybettiler, ardından 11 Eylül ile birlikte siyaseten de Orta Doğu’dan soyutlandılar. Son olarak da Arap Baharı, Baasçı rejimlerin tabutuna son çiviyi çakmış oldu. O yüzden bence Arap Baharı ile birlikte bölgede değişen en önemli şey bu. Bundan sonra Orta Doğu’da dengelerin nasıl şekilleneceğini güç odakları belirleyecek. Ancak şu an baktığımız zaman Arap Baharı’nın en çok İslamcılığın yolunu açtığını görüyoruz. Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesi buna örnek. Bence en önemli değişim bu. İkinci bir değişim olarak da İsrail ile bölge ülkelerinin ilişkisini söyleyebiliriz. İhvan tipi bir İslamcılığın yükselmesi bu ülkelerin İsrail ile ilişkilerini de sorunlu hale getirecektir. Çünkü Orta Doğu’da halkın desteğini alan hiçbir hareketin İsrail ile sorunsuz ilişki yaşaması mümkün değildir. Bu yüzden de İsrail ile istikrarlı ilişki kuran ülkeler İsrail ile sorun yaşamaya başlayacaktır. Bunun örneğini de Mısır’da ve Tunus’ta görüyoruz ve ilerde de Suriye’de görmeye devam edeceğiz.
Arap Baharı, ABD ve AB gibi küresel güçler için neyi ifade ediyor? Arap Baharı sonrasında Orta Doğu’nun şekillenmesinde bu güçlerin ne gibi rolleri olabilir?
Tabi önemli bir nokta bu. Osmanlı’nın bölgede gücünü kaybetmesi ve çekilmesi sonrasında 2. Dünya Savaşı’na kadar bölgede iktidar olan ülkeler İngiltere ve Fransa’ydı. Haliyle burada çok ciddi etkileri var. Bu yönüyle Avrupa Birliği’ni bu sürecin dışında düşünemeyiz. Sadece bu da değil. Avrupa Birliği Arap Baharı sonrası bölgedeki aktörlerle daha komplike ilişkiler kurmak amacıyla birkaç milyar dolarlık bir proje de geliştirdi. ABD’ye baktığımız zaman ise 2. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere ve Fransa’nın bölgeden çekilmesiyle Orta Doğu’daki düzeni ABD kurdu ve yönlendirdi. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bölgedeki ülkelerin çoğu Sovyetler Birliği yanlısı olsa da, önemli sacayağı ülkeler (Mısır, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, İran) ABD hegemonyasının bölgede etkili olmasını sağlamıştır. Orta Doğu, enerji kaynakları nedeniyle ABD için vazgeçilmez bir bölge ve asla kendi başına bırakılamayacak kadar da önemli. O yüzden ABD bugüne kadar Orta Doğu’dan vazgeçmemiştir, vazgeçmeyecektir de… Ayrıca ABD’nin bölgede “İsrail’in güvenliği” başlıklı stratejik bir yaklaşımı var. Bu faktörler ışığında ABD Arap Baharı sonrası sürecinde mutlaka müdahil olacaktır. Peki nasıl müdahil olabilir? Burada ABD’nin bu süreci planladığı şeklinde komplo teorilerine düşmemek lazım. Çünkü benim konuştuğum, izlediğim, takip ettiğim, okuduğum kadarıyla ABD ve Avrupa bu sürecin gerisinden geliyor. Yani bu işin yöneticisi değil, yönlendiricisi değil, tam tersine gerçekleşmiş olan bir şeyi önce kontrol altına almaya çalıştılar. Kontrol altına alamayınca bu süreci yönetmeye çalıştılar ama başaramadılar. Yönetmeyi başaramayıp bunun altında kaldılar. Altında kalınca da öne çıkan güçler kimse bunlarla bu süreci yönlendirmeye çalıştılar. O yüzden şu an olan durum da bu, ABD bu süreci yönlendirmeye çalışıyor. Bu yönlendirme konusunda da ABD’nin elinde çok önemli kozlar var. Bunlardan bir tanesi ekonomik güç. Gerek Mısır, gerek Tunus, gerekse Yemen gibi ülkelere ekonomik gücünü kullanarak politika dayatma lüksü var ABD’nin. İkincisi de askeri güç bakımından ABD bölgede önemli. Gerek bu ülkelerin askeri teçhizat sağlaması bakımından, gerek bu ülkelerin silah ihtiyacından, gerekse de bu ülkelerin güvenliğini komşularına karşı sağlaması bakımından ABD’ye ihtiyaçları vardır. Mesela Yemen hükümetinin El-Kaide’ye karşı direnebilmesi için ABD’nin desteğine ihtiyacı olduğu çok açık. Bu nedenle de ABD’nin bölgede etkili olma lüksü var. Üçüncüsü de söylemsel üstünlük. Liberalizm, demokrasi ve Batıcılık üzerinden ABD’nin kurduğu bir söylem var, bu söylemlerin yansıması olarak ciddi yatırımlar var. Mesela Mısır’da ABD’nin belli kurumlarının oluşturduğu benim bildiğim iki tane gazete var ve “Firavun Mursi” “Mursi diktatör oldu’’ söylemleri ilk bu gazetelerden çıktı.
O yüzden, bakıldığı zaman söylemsel bir üstünlüğü de var ABD’nin bu ülkelerde. ABD’nin bölgeyi yönlendirme adına güçlü silahları var, ancak AB’nin gücü ABD’ye nispeten çok zayıf. AB daha çok Türkiye gibi bölgesel aktörlerin üzerinden bölgede etkili olmaya çalışıyor. Ama Libya örneği, çıkarları söz konusu olduğunda AB’nin ne kadar agresif olabileceğini çok net olarak gösterdi. ABD’yi bile dinlemeyerek İngiltere ve Fransa öncülüğünde Libya’ya müdahale ettiler. O yüzden bu ülkeler de güçleri yettiğince bu sürece müdahil olacaklardır.
Türkiye açısından değişimi nasıl yorumluyorsunuz? Türkiye’nin Orta Doğu politikasını Arap Baharı nasıl etkiledi?
Türk Dış Politikası istikrarlı bir Orta Doğu’ya göre tasarlanmıştı ve bütün yatırımını bunun üzerine kurmuştu. Türkiye bu politikanın sonucu olarak da ciddi kazanımlar elde etti, gerek ticari gerek siyasi olarak. Ama dediğim gibi bunlar istikrar üzerine kurulmuştu. Oysa Arap Baharı Libya’dan başlayarak Türkiye’nin önüne ciddi engeller koydu. Yani sizin komşunuzda bir iç savaş varken, siz iki ülke arasında vizesiz seyahat politikası uygulayamazsınız. Yani Türk Dış Politikası ne diyordu? Biz Orta Doğu’da insanların hareketini, malların hareketini, kültürlerin hareketini sağlayabilirsek bölgede yeni bir çekim alanı oluşur. Bu çekim alanı Orta Doğu merkezli yeni bir düzeni oluşturabilir. Ama Arap Baharı ile birlikte Türkiye’nin planları alt üst oldu. Türkiye Arap Baharı sonrası Orta Doğu politikasını değiştirmek zorunda kaldı. Burada Türkiye’nin 2 farklı Orta Doğu politikası ortaya çıktı. Birincisi, istikrarın olması ihtimalinin arttığı ve Türkiye’ye alan açılan ülkelere yönelik siyaset. Bu ülkelerde Türkiye eski politikasını sürdürmeyi tercih etti. Mesela Mısır, Tunus gibi ülkelerde ekonomik, kültürel ilişkiler Arap Baharı sonrası çok üst seviyeye çıktı. Yunus Emre Vakfı’nın kurulması, TİKA’nın bu ülkelerde ofislerinin açılması, Türk Hava Yolları’nın buralara yeni seferler açması gibi ilişkileri geliştirmeye yönelik somut adımlar atıldı. Arap Baharından önce Türkiye’ye açık olmayan bu ülkeler Türkiye’ye açık hale geldi. Bir de ikinci tür ülkeler var. İşte Suriye, yakın dönemde Libya, belli ölçülerde Lübnan ve son olarak da Irak. Buralarda Türkiye ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldı. Bu sorunlara karşı da bir cevap üretmesi gerekiyordu. Türkiye bu ülkelerle olan politikasında “Yumuşak Güç” dediğimiz ekonomik ve kültürel ilişkilerle siyaset yürütmenin yeterli olmadığını gördü.
O yüzden de Türkiye bu ülkelerde gücü kullanmayı öğreniyor artık, bu bir öğrenme süreci. Mesela siz iyi ilişkiler geliştirdiğiniz, çok yakın olduğunuzu düşündüğünüz, seksen küsur kez gittiğiniz Şam’a bir konuda sözünüzü geçirip ikna edemiyorsanız, bunun neden olduğunu sormanız gerekir. İşte Türkiye bu soruyu kendine sorduğunda artık iktidarın iş yapmak olduğunu ve sadece ekonomik ve kültürel ilişkilerle siyasi sorunların çözülmediğini anlamış oldu. Bununla ilişkili olarak Türkiye, diplomasisine sert unsurları ekledi. İstihbaratını daha güçlendirmesi, askeri tedbirleri belli noktalarda almaktan çekinmeyeceğini söylemesi, askeri ilişkileri güçlendirmesi gibi boyutlar eklenmiş oldu. Bence en önemli gelişme budur.
Bu bağlamda belki de Arap Baharı sonrasında bölgeyi en çok etkileyecek değişim Mısır’da yaşandı. Mısır, Arap Baharı sonrası bölgenin en kritik ülkesi. Bununla ilgili iki temel soru var. Birincisi, Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesinin bölge ülkeleri için ne gibi bir anlamı var? Bununla alakalı olarak yeni Mısır’ın Filistin ile ne gibi bir ilişkisi olacak?
Mısır bence bölgenin kalbi. Zaten Mısır için biliyorsunuz “Ümmü’l Dünya” deniyor, yani dünyanın anası. Hakikaten de Mısır’ın Orta Doğu’daki etkisi inanılmaz. Yani biliyorsunuz Mısır’da bir olay olduğunda hemen dalgalar halinde diğer ülkelere de yayılıyor ve etkisini hissettiriyor. Gerek Baasçılık olsun, gerek İslamcılık olsun, adını ne koyarsanız koyun Mısır’da düşen taş diğer taraflara dalgasını yayıyor. Bu bakımdan Mısır çok önemli bir ülke bölgede. Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarı 2 sene önce söylense neredeyse imkansızdı. O yüzden ciddi bir sürpriz herkes için, önce bunun adını koymak lazım. İkincisi, Mısır çok uzun süre hak ettiği değeri görmemiş bir ülke. Özellikle 1967 sonrasında hiçbir olayda kilit rol oynayamamış ve ABD ile yakınlığından ötürü bölgede itibar kaybetmiş bir ülke.
Eğer Müslüman Kardeşler Mısır’da başarılı olursa ve kendisini demokratik İslamcı bir hareket olarak yapılandırabilirse ben bölge üzerinde domino etkisi yapacağını düşünüyorum. Dediğim gibi Mısır’ın böylesi inanılmaz ve bütün bölgeyi dönüştürebilecek bir potansiyeli var. Müslüman Kardeşler iktidarı bölgedeki 20-30 yılın nasıl şekilleneceğini belirleyecek. Başarılı da olsa başarısız da olsa Orta Doğu’nun kaderini doğrudan etkileyecek. Türkiye açısından baktığımız zaman da Müslüman Kardeşler Türkiye’ye en yakın hareket. Türkiye ile yakın ilişkiler kurmak isteyen bir hareket. Mısır gibi Arap milliyetçiliğinin merkezi olmuş, Türkiye’ye karşı olumsuz görüşlerin de yaygın olduğu bir ülkede Müslüman Kardeşler iktidarı Mısır için bence çok büyük bir şans. O yüzden de bölgede bir Mısır-Türkiye dengesi kurulabilirse o zaman bölgede çok farklı bir konjonktür meydana gelecek ve bu hem Türkiye’nin hem de Mısır’ın yararına olacak. Filistin meselesine gelecek olursak; şu anda Mısır’ın Filistin meselesine çözüm getirebilecek bir gücü kesinlikle yok. Çünkü şöyle düşünün; Mısır’da siyasal iktidar ile bürokrasi arasında, askerle de istihbarat arasında inanılmaz bir güvensizlik var. O yüzden de bu ilişkilerin oturması birkaç yıl alacak. Mısır’da siyasal iktidar, asker, istihbarat ve bürokrasi arasında bir denge kurulamaz ise Filistin meselesine müdahil olması söz konusu bile değil. O yüzden burada hayalci olmamak lazım. İkinci nokta da; Hamas’ın Mısır’daki asker ve istihbarat ile ilişkisi son derece sıkıntılı. Daha önce Hamas’ın sırlarını İsrail ve El-Fetih ile müzakereler sırasında paylaştılar. El-Fetih’in de Mısır’da Müslüman Kardeşler ile sorunları var. Onlar da istihbarata güveniyorlar, siyasi iktidara güvenmiyorlar. İsrail’in de yine Mısır’daki siyasi iktidarla sorunları var. Dolayısı ile Mısır Filistin konusunda üç parçaya bölünmüş durumda. Siyasi iktidar, istihbarat ve asker ortak bir politika geliştirmez ise Mısır’ın Filistin konusunda çözüm için bitirici vuruşu yapması imkan dahilinde değil. Ama şu anda bile Hamas ve Müslüman Kardeşler’in ihvan kökeninden gelmesi İsrail’i masaya oturmaya zorluyor ve önümüzdeki dönemde de bu baskı artacak ama İsrail de bence bu konuda boş durmayacak.
Kısmen cevaplandı ama Türkiye ile Mısır arasındaki yakınlaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? İkincisi de son dönemde Mısır-Türkiye-Suudi Arabistan arasında bir bloklaşmanın oluşmaya başladığına dair görüşler var. Siz bu görüşlere katılıyor musunuz? Suudi Arabistan gerçekten Türkiye ve Mısır ile birlikte hareket edebilir mi?
Öncelikle Mısır ve Türkiye ittifakının en fazla bölge halklarının lehine olacağını düşünüyorum. Mısır’la Türkiye ilişkilerinin gelişmesi, bunun üzerinden yeni bir eksen kurulması ve bu eksen üzerinden de bölgede yeni bir düzenin oluşması. Bu hem Mısır için hem Türkiye için en iyi senaryo. Eğer bu gerçekleşirse Türkiye ve Mısır’ın Orta Doğu’daki varlığı kemikleşmiş olur. Buna her iki ülkenin de ihtiyacı var. Aslında her iki ülkenin de birbirlerine ihtiyacı var. Mesela Mısır, dînî kültür, siyasi kültür ve Arap ülkelerine sirayet etme noktasında Türkiye’nin sahip olmadığı avantajlara sahip. Türkiye ise askerî olarak, bağımsızlık olarak, ekonomik olarak Mısır’ın sahip olmadığı avantajlara sahip. O yüzden bu iki ülkenin ittifakı bölgede yeni bir düzenin omurgasını oluşturabilir. Ancak bunun için temkinli olmak lazım. Hem Türkiye hem Mısır böyle bir ittifak için hevesli görünüyor, ancak biz nasıl bunları görüyorsak başka güçler de böyle bir ittifakın kendi çıkarları için ne kadar riskli olabileceğini görüyorlar. Bunu gördükleri için de bunu engellemek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklar. O yüzden de Mısır’ı Türkiye’ye , Türkiye’yi de Mısır’a kışkırtmak suretiyle önümüzdeki dönemde çok ciddi problemler göreceğiz. Ancak yine şu temennimi de belirtmeden geçemeyeceğim; eğer Türkiye ile Mısır arasında bir eksen sağlanırsa, bu bölgedeki en iyi ilişki olur. Türkiye-Mısır-Suudi Arabistan eksenine gelirsek ben bu görüşe katılmıyorum. Çünkü Suudi Arabistan bütün Arap Baharı boyunca “karşı devrim” denilen sürecin öncüsü oldu. Bu süreci durdurmak için elinden geleni yaptı ve yapmaya da devam edecek. Çünkü Suudi Arabistan’ın çıkarları bu değişimle paralel değil. Bunun en basit örneği mesela Mübarek’i en çok destekleyen ülke Suudi Arabistan’dı. Sonuna kadar Mübarek’in arkasında durdu. Ardından Mübarek’in başbakanı olan Ahmet Şefik’i, Mursi karşısında sonuna kadar destekledi ve neredeyse Ahmet Şefik Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanacaktı. Suudi Arabistan kesinlikle Türkiye ve Mısır’ın yanında değil. Burada Suudi Arabistan-İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri ekseninden söz edebiliriz ancak. Bunların da ABD ile çok yakın olduğunu görmemiz lazım. Türkiye-Mısır eksenine son dönemde Katar eklenmeye başladı. Katar daha yakın politikalar izlemeye başladı Mısır’a ve Türkiye’ye. Özellikle Katar’ın finansal ve medya desteği bakımından önemli olması dolayısıyla ben bunu önemsiyorum. Ama Suudi Arabistan, Arap Baharı sonrasında devrilen liderlere sığınma vererek bunlara ev sahipliği yapıyor. Ayrıca Mısır ve Tunus gibi ülkelerde Selefi akımları destekleyerek bu ülkelerde istikrarsızlıktan yana politika izliyor. O yüzden de Türkiye ile çıkarları her zaman çatışıyor.
Peki, biraz da Suriye’den bahsedelim. Sizce Suriye’de süreç neden bu kadar uzadı?
Bence en önemli nedeni Suriye’deki güvenlik bürokrasisinin yapısı ve gücü. Suriye güçlü bir ülkeydi. Suriye, terör konusunda bölgedeki en uzman ülke. Öyle bir ülke düşünün; aklınıza gelebilecek tüm silahlı gruplara aynı anda alan açarak, belli oranlarda destek vererek bunları yönetmeyi başardı Suriye. O yüzden Suriye yönetiminin gücü, tam anlamıyla düzensiz silahlı güç yönetme kapasitesidir ve bu konuda son derece yetkin olduğunu bu son süreçte gördük. Suriye olaya ideolojik bakmaz, mezhepsel de bakmaz. Suriye çıkarı neyi gerektiriyorsa ve hangi silahlı güç’ten maksimum kazanç elde ediyorsa ona yönelen bir ülke. Ben bu anlamda Suriye’nin gücünün küçümsendiğini düşünüyorum. İkinci önemli nokta da Suriye’nin güvenlik bürokrasisinin yapısı. Suriye’de albaylık düzeyine kadar Ordu’nun yaklaşık %80’i Sünni’dir. Albay üstü mevkilerin de hemen hepsi Nusayri ve Hıristiyan’dır. Yani güvenlik yapısı öyle kurulmuş ki, kilit mevkilerdeki kişilerin büyük çoğunluğu Nusayri ve Hıristiyan kökenli. O yüzden de klasik bir güvenlik yapısı yok. Tam tersine rejim ve rejimin adamları şeklinde kurulmuş bir düzen var. Suriye yarı devlet yarı çete bir ülke. Her türlü silahlı örgütle ilişkiye girebilmiş ve kendi rejim yapısını da buna göre yapılandırmayı başarabilmiş bir ülke Suriye. O yüzden de üst düzey makamlardan muhaliflerin kanadına geçen çok fazla isim olmadı. Geçmeye çalışanlar da ya öldürüldü ya da pasif hale getirildi. O yüzden de rejim hala çökmüyor. Ama ben şahsi olarak, önümüzdeki günlerde rejimin sürpriz bir şekilde çökebileceğini de belirtmek istiyorum. Son birkaç haftadır rejimin çökebileceğine inanmaya başladım. Tabi rejimin çökmemesindeki bir diğer etken de petrolün olmaması, dolayısıyla Batı’nın Libya’da olduğu gibi müdahaleye hevesli olmaması. Bütün bunları bir araya getirdiğinizde daha anlaşılır oluyor.
Türkiye açısından şunu da belirtmek lazım; Suriye, Türk Dış Politikası açısından bir başarı hikayesiydi ve bunu kaybediyor olmak da çok acı. Çünkü yıllarca yatırım yaptığımız ve önemli sonuçlar almaya başladığımız bir dönemde bütün yatırımların birkaç ay içinde söndüğünü gördüğümüz bir ülke Suriye.
Suriye’de çok acılar çekiliyor. En kısa zamanda bu ızdırapların bitmesi dualarıyla, verdiğiniz bilgiler için teşekkürler.
Ben teşekkür ederim.
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi


