Güneş tüm yakıcılığıyla tepeden vururken bir büyük şehir klasiği, insanlar ellerinde seccadelerle, kartonlarla cuma namazı için camiye koşuşturuyordu. Camilerden taşan bu insan selinin içinde az da olsa bazıları ayaklarını sürüyerek gelip gelmemek arasındalardı. Ayakkabısından montuna kadar dünyaca ünlü markanın kıyafetleri üzerinde olan, mavi gözlerini kapatan siyah güneş gözlüklü, omuzlarına kadar dökülen sarı saçlı, buğday tenli, orta boylu genç şöyle bir duraksadı, ortama göz attı. Farzdan sonra hemen ayaklanıp gidebileceği yer olarak gördüğü orta refüjdeki çimlerin üzerine serilen hasırın üzerindeki bir kişilik yere müsaade isteyerek oturdu. Arkasında kalan ayakkabılarını ise ne olur ne olmaz hissiyatı içinde önüne koydu. Yanında oturanlardan özellikle gençler, çaktırmadan alıcı gözle ona bakıyorlardı. O ise bu duruma aldırmadan başını hafiften kaldırıp güneşe doğru baktı. Sert geçen kıştan sonra mart ayındaki bu güzel hava doğadaki nebatatları diriltirken insanları da yaşama sevinciyle dolduruyordu. Genç, telefonunu sessize alırken mesaj geldi. Gelen kısmında “Gomez Rafi” yazan mesajı ince bir tebessüm ile açtı. “Milano seni bekliyor kurt adam…” yazıyordu. Genç, hızlıca “Saatler kaldı.” yazdı, gülücük emojisi ekleyip gönderirken ikinci mesaj telefonuna düştü. Uzun, gür, siyah saçlı, zeytin gözlü, el sallayan bir kızın fotoğrafıydı. Altında ise “Seni bekliyorum… Neredesin aşkım Alperen?” yazıyordu. Alperen eliyle öz çekim yapıp altına “Cumadayım…” yazarak gönderdi. Okunmaya başlanan ezanla birlikte telefonunu cebine koyarken daha önce ince bir uğultu gibi algıladığı imamın sesi bu kez kalbine dokunan tınıya dönüştü. İmam “Mümin kardeşlerim, çevremizde bazı yavrularımız, gençlerimiz Ateist, Deist, agnostik olduklarını söylüyorlar. Bu moda söylemler dalga dalga yükseliyor. Aslında bunların çoğu tertemiz gençlerimiz. Sadece kendilerini öyle sanıyor… Lütfen evlatlarınızı kötü arkadaşlardan, muhitlerden uzak tutun…” Alperen’in yüzündeki tebessümün yerini öfke kapladı. Ayakkabılarına baktı, kalkıp gitmek istedi. Ezan bitti, imamın vaazı bitirmesiyle birlikte namazı kılma fikri ağır bastı. Her namazda olduğu gibi yine ilk tekbir ile birlikte düştüğü o gayya kuyusunda debelenmeye başladı. Yüreği hızlı hızlı çarpıyor, boncuk boncuk terliyordu. İçindeki kulakları sağır eden, ruhu kaosa sokan o ses yine “Senin namazın olmaz. Hafta boyunca o kadar günah işliyorsun, sonra da gelip haftada bir kere namaz kılıyorsun. Babanın zoruyla bu, Allah’ı kandırmak değil mi? Bu ve benzeri sonu gelmeyen sorular karşısında zar zor ilk sünneti kıldı. Cuma hutbesini de dinlerken gözüne hep yoldan geçenler ve sağında kalan börekçide yiyip içenler takılıyordu. Kimisi ibadetini yapamamamın verdiği suçluluk duygusuyla başlarını öne eğerek geçiyordu. Kimisi ise aldırmazcasına sigarasını tüttüre tüttüre yürüyüp gidiyordu. Ama en azılıları, ateş saçan gözleri büyürken sokaklara kadar taşan bu cemaate karşı hışımla ayaklarını yere vura vura yürüyorlardı. Alperen ise her cuma namazında içindeki bu savaştan sebep yenik düşüyor, bu adamları kendinden daha sahici buluyordu… Ona göre ya gerçekten dinini tam yaşayacaktın ya da hiç… Neydi böyle? Yarım yamalak ibadet olur muydu? Nihayet kılınan farzdan sonra kafesinin kapısı açılan kuş misali ayakkabılarını apar topar giyip arkasına bile bakmadan şirkete doğru yürümeye başladı. Attığı her adımda sadece düşündüğü, en azından iki hafta da olsa bu ülkeden uzaklarda, çevrenin baskısından çekinip yaşayamadığı o eğlenceli hayatın dibine vurmaktı. İçinden “Gomez Rafi iyi ki varsın. Yoksa paranın üstünde oturup ot gibi yaşayıp gideceğim.” dedi.
Bir buçuk metrelik beton duvarların üzeri siyah ferforje demirlerle inşa edilmiş fabrika duvarlarının diplerine doğal perde olması için dikilmiş çam ağaçları, beton yığınları arasında insanın içini açıyordu. Caddeye bakan cephesi cam giydirilmiş üç katlı ve eli bin metre karelik fabrikanın bekçisi, gelmekte olan Alperen’i görünce kulübesinden çıkıp kapıyı açtı. “Hoş geldiniz Alperen Bey.” dedi. Alperen adamın yüzüne bile bakmadan sadece “Sağ ol.” manasında başını hafifçe sallayıp idari bina girişine doğru yürüdü. Beton parke döşemelerden geçip siyah granit mermerli üç basamaklı merdivenleri çıkınca oval olarak tasarlanmış küçük alanda birkaç adım attı, otomatik kapı açıldı. Kapı açılınca şirketin yüksek tavanlı holü size “Hoş geldiniz.” diyordu. Sağ taraftaki duvara monteli dev ekranda şirket ürünleri ve tarihini anlatan görüntüler dönüyordu. Sol tarafta ise pamuktan ipliğe, iplikten kumaşa, kumaştan da göz alıcı elbiselere dönüşümün yolcuğu gerçek objeler kullanılarak anlatılıyordu. Bunlara ek olarak eski tekstil alet edevatların sergilendiği müzeye andıran alan mevcuttu. Ortada ise gelen misafirlerin oturması için özel tasarlanmış büyük daire şeklindeki kumaş oturaklar vardı. Bu alan sizi içine alıp çekiyor, işi bilen bir ekip ile karşı karşıya olduğunuz hissiyatını zerrelerinize kadar hissettiriyordu… Tam karşıda misafirleri karşılayan kadın çalışan ayağa kalktı, “Hoş geldiniz Alperen Bey…” derken bastığı düğme ile turnikeyi açıp “Buyurun.” dedi. Alperen duraksamadan “Kolay gelsin.” diyerek katta bekleyen asansöre bindi. “Yönetim” yazan üçüncü kat düğmesine bastı. Hızla duracağı kata gelen asansörün kapısının açılmasıyla ofisler göründü. Cam duvarlarla bölünmüş ofislerde hummalı bir çalışma vardı. Ellerinde dosyalar, kumaş parçaları, aksesuarlar, dikilmiş elbise numuneleriyle koşuşturan çalışanlar gelecek senenin yaz koleksiyonunu sezona hazırlayıp bitirmek istiyorlardı. İmalat için en ufak bir gecikme, koca bir sezonu kaçırmak demekti. Bu koşuşturma arasında koridorlarda davudi sesli kalite kontrolcünün sesi duyuluyordu, “Bu baskılar istediğimiz kalitede olmamış. Standartlara uygun değil, şimdiden söyleyeyim testi geçemez. Bunlar gönderdiğimiz ülkeden geri gelir. Ayrıca düğmeler doğal malzemeden olacak…” Bunların hiçbiri artık Alperen’in birinci önceliği değildi. O “Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı” yazan ahşap kapıdan içeri girdi. Ana caddeyi gören geniş ofis, spor çizgilere sahip mobilyalarla döşenmişken duvarları eski bir fabrikadan sökülüp getirilen kırmızı tuğlalarla dekore edilmişti. Kapının karşısındaki duvarda ise baba dostu Abdullah amcanın hediye ettiği gümüş çerçeveli Osmanlı arması asılıydı. Makam koltuğunun arkasında ise tam karşıdan bakıldığında boşluk hissi veren silik bir karakalem çalışması asılıydı. Her adımda ise ağır ağır avını parçalayıp yemiş, dişinden kan damlayan bir aslan belirirken resme dört metrelik bir mesafe kadar yaklaşıp sağdan bakıldığında genç, yakışıklı bir erkek görülürken sol taraftan bakınca da bu kez bir kadın size merhaba diyordu. Ama asıl olayı tersten bakıldığında ise buharlaşıp giden bir insan siluetinin olmasıydı. Çalıştıkları İtalyan şirketin moda tasarımcısının hediyesi olan bu resmi babası “Neye benzediği belli olmayan şeyleri sevmem.” diyerek çöpe atacakken Alperen “Baba ayıp olur.” diyerek alıp duvarına asmıştı. Resmi her gören şaşkın şaşkın baktıktan sonra genelde “Zannımca” diye yorumlamaya başlayıp bazıları “Yirmi birinci yüzyılda kadın erkek diye bir ayrımın kalmadığını anlatıyor.” diyor; bazıları “Hayat acımasız, Allah seni nasıl yarattı ise razı olup mücadeleni yapıp sonra da ruhunu teslim edeceksin.” diyordu. “Dünyada nasıl yaşadığın, ne olduğun mühim değil, buhar olup gideceksin, ölümden sonra hayat yok, anın zevkini çıkart.” yorumları da geliyordu. Aslında herkes kendi ruh dünyasına göre aynı objeye farklı anlamlar yüklüyordu. Müesser bu eseri “Bilinmezlik” diye isimlendirirken Alperen ona yorumların ilk kelimesi olan “Zannımca” ismini vermişti.
Alperen masasının başına geçip pasaportunu, biletini, cüzdanını kontrol edip el çantasına koyacakken telefonu çaldı. Arayan annesiydi. Umursamaz, şımarık bir tavırla yüzünü ekşitip “Şimdi sırası değil anneee…” dese de telefonu açıp sesi dışarı verdi. Alperen soğuk bir sesle “Anne…” dedi. Annesi, “Ne yaptın oğlum?” Alperen, “Şimdi cumadan geldim. Son hazırlıkları yapıyorum.” Elindeki “Nereden: İstanbul, Nereye: Milano” yazan bilete bakıp “Saat on yedide uçacağım.” dedi. Annesi “Hayırlı yolculuklar…” dedi müşfik bir sesle, “Kendine oralarda dikkat et… Bilmediğin yemekleri yeme…” derken Alperen oflayarak “Tamam anacığım. Gittiğim yerden seni görüntülü arayacağım… Ellerinden öperim… Şimdi kapatıyorum. Uçak kaçarsa acımasız patronum olan kocan beni işten kovar…” diyerek kapattı. Eşyalarını el çantasına yerleştirirken normal telefondan sekreterini aradı. “Yemeğimi getirin. Şoföre söyleyin arabamı hazırlasın, beni havaalanına bırakacak.” dedi. Alperen çantasının fermuarını kapatınca yüzüne mutluluğun ışığı vurdu. Kalkıp birkaç esneme, germe hareketinden sonra sağlı, sollu kroşe, aparkatlar atıp dört-beş dakika kadar gölge boksuna devam etti. Masasındaki kâğıt mendil ile terini sildikten sonra termosundaki suyundan içti. Beyaz tişörtünü göğsüne kadar sıyırıp karın bölgesindeki baklavaları kontrol etti. İyice nefes alıp tuttuktan sonra sağ ve sol kol pazılarını, kasların kontrol edip “Bekle beni Milano.” dedi. Bu arada kibarca tıklatılan kapıdan içeri giren sekreter yemeği getirdi. Alperen gelenlere bakmadan suçlar bir tonda “O şapşal aşçı diyet listesine uygun ve tarif ettiğim gibi pişirdi mi?” dedi. Sekreter kendinden emin “Gönül rahatlığıyla yiyebilirsiniz. Ben pişirirken bizzat başındaydım. Her şey istediğiniz gibi pişirildi. Afiyet olsun.” dedi. Alperen “Tamam” dedi. Sekreter bu cevap üzerine duygularını baskılasa da gözlerinden “Bir kere de takdir et be kibirli, ukala adam…” bakışı ortalığa saçılıyordu. Alperen evde yapabileceği egzersizlerin videolarını izlerken yemeğini her zamankinden daha hızlı, kaçmak, bir yere yetişmek isteyen tavırlarla yemeye başladı.
Siyah jeepteki, seksenine merdiven dayamasına rağmen hâlâ dinç görünen adam, arabayı kullanan ellili yaşlarındaki arkadaşına bakıp “Veli, senin gençler ne yapıyor?” dedi. Veli o şen sesiyle “Abdullah abi, malum, Alperen işlere ciddi ciddi sahip çıkıyor. Hatta artık büyük adam oldu da şirkette benim varlığımdan, konumumdan rahatsızlık duyuyor…” dedi. Abdullah ince bir tebessüm ile “Bu işler böyledir. Lider çocuk… Sen de baskın karaktersin, çevrende sevilen, saygı duyulan bir adamsın. Siyasete girsen mebus bile olursun… Bakanlık dersen?” duraksadı, “Onu da rahatlıkla yaparsın ama şartların gereği tamamlayamadığın yüksek tahsilin sebebiyle o makamı sana çok görürler.” dedi. Veli gülerek “Bazı partiler ilçede kimi vekil görmek istersiniz diye anket yaptırmış. Listede benim ismim olmamasına rağmen ciddi bir çoğunluk benim adımı yazmış. Beni de bazı arkadaşlarım ekran görüntüsü atıp haberdar ettiler…” dedi. İhtiyar Abdullah bilge sesiyle “Biz bu saçları boşuna ağartmadık. Alperen de zamanla seni kendisine daha güçlü rakip görecek. Sen artık işlerden el ayak çekip emekli olsan iyi olur.” dedi. Veli kendisine yapılan iltifattan hoşlanırken Alperen onun canını sıkıyordu. Veli “Doğru söylüyorsun. Bakacağız artık…” Biraz duraksadıktan sonra “Küçük oğlan Faruk hafız olacağım diyor. Ortanca Olcay uluslararası bir hukuk bürosunda çalışmaya başladı. Biraz tecrübe kazansın, onu da şirkete çekeceğim…” Abdullah “Ohh ne güzel, oğullarınla gurur duy. Bak bana, dünyanın malı, mülkü var… Yedi sülaleme yeter… Ama oğlanın işte güçte gözü yok… Bu yaşımda hâlâ ben takip ediyorum. O, Levent’teki plazada, ofisinde otursun, boğaza karşı keyifle yiyip içip ahbaplarıyla geyik çevirsin, sonra da golf oynamaya gitsin…” Dolan gözleri, ağırlaşan sesi daha fazla cümleyi uzatmasına izin vermedi. Veli “Üzülme abi, senin bir değil, onlarca evladın var… Sen bizler için sadece bir patron değil, aynı zamanda bir babaydın… Her bir çalışanın seni öz babası gibi sever, sayar…” dedi. Abdullah, Veli’nin elini sıkıca tutup “İyi ki varsın evlat…” dedi. Veli “İyi ki sen de varsın abi, ticaret adına bildiğim her şeyi senden öğrendim. İş çevirecek sermayem yoktu, önümü sen açtın…” derken büyük “Siyah Kalem Moda” yazan binaya yaklaştılar, kapı otomatik açıldı. Bekçi yine kulübesinden dışarı çıktı. Yavaşlayan siyah renkli araç usulca cam binanın önündeki yerinde durdu. Bekçi koşarak geldi. Misafirin kapısını açtı. Yaşlı adam zorlanarak inerken bekçi ona yardımcı oldu, “Hoş geldiniz Abdullah Bey amca…” dedi. Abdullah “Hoş bulduk Remzi…” Arabadan inip bastonuna dayanınca bekçinin sırtını sıvazlayıp “Varol evlat,” dedi. Üçüncü kattan onları izleyen Alperen “Mutat cuma ritüelleri… Yuşa Tepesi’nde sabah namazından sonra güzel bir kahvaltı, sonra Eyüp Sultan’da cuma namazı, oradan iş yerinde öğlen yemeği… Karınlar doyunca kahvelerin eşliğinde eskilerden, yenilerden, ülke ve dünya siyasetinden geyikler. Şimdi bunlar çekilmez…” dedikten sonra sıvışıp yağ gibi akıp gitmeye karar verdi. Hızla el çantasını ve valizini alıp kapıdan çıkarken onlarla ana girişte ayak üstü bir iki kelam edip hızla havaalanına geçmeyi planlıyordu.
Abdullah elinde kızılcık gövdeli, ceviz saplı, gümüş işlemeli ünlü Devrek bastonuna dayanarak üç basamaklı merdivenleri çıktı, ana giriş kapısının önündeki alanda başını kaldırıp şirket binasına şöyle bir bakıp “Seninle gurur duyuyorum. Allah daha çok versin.” dedi. Birkaç adım attıktan sonra otomatik kapı ile aynı anda açılan asansörden Alperen indi. Babası ve ihtiyar misafiri içeri girmeden dışarıda yakalamak için iyice hızlansa da başaramadı. Holün ortasındaki misafir koltuklarına kadar gelmişlerdi. Alperen çantasını koltukların üzerine bırakıp içinden gelmeye gelmeye yaşlı adamın elini öptü, “Hoş geldiniz Abdullah amca.” dedi. Abdullah ellerini sıkı sıkıya tutup “Hoş bulduk da böyle elinde valiz, çanta nereye?” Gülümseyerek “Yoksa bu yaşlı adamı çekilmez diyerek kaçıyor musun?” dedi. Alperen sessiz çığlıklarla “Tam da öyle..” diye düşünse de “Estağfurullah olur mu öyle şey… Milano’da fuar var. Ekip benden önce gitti, standı hazırladılar. Yarın yerel saatle onda açılacak. Oradan birkaç ülkede de ziyaretlerim olacak… Siz benden daha iyi bilirsiniz. Rekabet gün geçtikçe artıyor. Yeni müşteriler bulup gelişmeleri takip etmezsek arkadan gelenler bizi ezip geçer…” dedi. Abdullah, Veli’nin gözlerine bakıp “İşte olay tam da budur.” dedi. Sonra Alperen’e bakıp “Aferin, aferin… Baban benim yanımdan ayrılıp bu işletmeyi sıfırdan kurdu, bu hale getirdi. Ama inan, en büyük zenginliği sizsiniz. İşine sahip çıkan hayırlı evlatlar…” Bu kez bezgin bir tonda şikayetçi bir sima ile “Bak benim halime, herkes bana imrenir, ben ise hayırlı evlatları olan insanlara imrenirim… Benim haytanın işi gücü golf oynayıp zengin arkadaşlarıyla para ezip vakit öldürmek…” Alperen ellerini ihtiyardan kurtarıp “O sizin teveccühünüz.” dedi. Babasının da elini öpüp “Allah’a emanet olun.” dedi. Babası oğlunu sıkıca kucaklarken neredeyse gözlerinden yaş gelecekti. İlk kez bir evladını ülke dışına ve yalnız gönderiyordu. Veli “Kendine dikkat et evladım.” dedi. Onların kucaklaşması bitince bu kez Abdullah “Gel seni ben de kucaklayayım.” dedi. Bu kez o sıkıca sarılıp kulağına “Senin daha da yükseleceğinden eminim.” Kucaklaşmayı bitirirken gözlerinin içine bakıp ruhuna seslenmek istercesine “Ama şunu unutma, bundan sonra senin asıl iki rakibin olacak. Birincisi zengin adam peşinde koşan kadınlar, ikincisi kumar… Aman dikkat, bunların tuzağına düşünce sıfırı tüketirsin. Nasıl tükettiğini ancak el aleme el açınca anlarsın. Bu ortamlardan ve insanlar uzak dur.” dedi. Alperen bu işkence bitsin artık hissiyatıyla “Babam bize yeterli terbiyeyi verdi. Yine de tavsiyeniz için teşekkürler.” dedi. Çantasını ve valizini kapıp yürürken o arada şoför gelip eşyalarını elinden aldı.
O yürürken babası ve ihtiyar arkasından dua ederlerken yağmur yüklü bulutlar gibi ağlayacak haldeydiler. Bastonuna dayanmış halde Abdullah ile ayakta durmakta bir an için zorlanan Veli, Alperen’in arkasından baktı. Abdullah “Seni tanıştırmıştım, bizim paslanmazcı Aziz var, hatırlarsın.” Veli “Hımm, evet evet hatırladım.” dedi. Abdullah “Onun bir kızı var. Üniversiteyi bitiriyor. Güzel ve iyi aile terbiyesi almış bir kız. Avrupa dönüşü siz de uygun görürseniz gençleri tanıştıralım.” dedi. Ayrılığın hüznü üzerindeyken Veli “Hele bir gelsin, bakarız.” dedi. Alperen’in arabası nizamiye kapısından çıkacakken hızla gelip ani fren yapan araba, tam onun önünde durdu. İçinden iki erkek, bir kadın indi. Alperen de arabadan indi. Manzarayı seyreden Veli “İşte bizim hanım… Alperen’in sabah vedalaşıp uğurlamaya gelmeyin diye sıkı sıkıya tembihlemesine rağmen yine de çeteyi toplayıp gelmiş.” dedi. Kadın annelik şefkatiyle Alperen’i bağrına bastığı andaki duygu seli dışarıdan da hissediliyordu. Bir tek Alperen’in o kadar soğuk, mesafeli tavırları vardı ki “Beni yolumdan alıkoyuyorsunuz, ayak bağı olmayın…” diyordu. İki kardeşi de yanına gelip abilerine sarılınca bir sevgi yumağına dönüştüler… Yoldan geçenler, binalardaki insanlar durup seyre daldılar. Veli sitemkâr “Bu bizim Alperen büyüdükçe hissizleşiyor… Sen gelmeyin dediğin halde annen, gardaşların dayanamayıp gelmişler. Seni bağırlarına basmışlar. İnsan mutlu olmakla kalmaz, bunu belli eder… Korkarım ki bu çocuk mevki kazanıp güçlendikçe ruhsuzlaşmaya başladı…
Uçak Türkiye hava sahasını geçince Alperen’in aştığı sadece bir ülke sınırı değildi, boynunda ilmik olan, onu bağlayan, pranga olan düşüncenin sınırından başka bir fikriyatın çizgisine geçiyordu. Bu yolculuk görünürde ve herkesin bildiğinin aksine fuara yolculuk değil, yeni bir hayata yolculuktu.
Devamı gelecek ay…