Kulağında hâlâ o güzel ezan sesi, pis hücrede Alperen ilk defa ciddi bir muhasebeyle o sorunun cevabını arıyordu: “Hadi onlar bilmiyor, duymamış, cahiller… Ya sen? Ya sen Alperen Bey? Sen ezanı duyduğun, bildiğin halde gönül kapılarını kapattın. Ezan ve davet ettiklerinden kaçıp tam aksi bir hayat kurmak için ne olmaz hayallerle işlere kalkıştın.” Bu sual yeni sualleri doğurup onu içe doğru çekiyordu. “Onlar ezanı susturmaya çalışırken sen onu örtmek istedin, başaramayınca kaçmanın yollarını aradın. Üstelik de her şeyi ayan beyan bilmene rağmen bunu yaptın. Sen, ezan sesini coplarıyla susturanlardan daha zalimsin.” Bu muhakemenin sonunda bedenini bir mahcubiyet sardı. Omuzları iyice düştü, başı öne eğildi. Sonra kendisini saldı. Allah’tan merhamet dilenmek için taş zemine, insanoğlunun en saf hali olan anne karnındaki cenin gibi yattı, utandığından elleriyle yüzünü kapatıp dilinin döndüğü kadarıyla “Allah’ım ben sadece günahkâr değil, aynı zamanda zalimmişim… Seni bana anlatan, rızanı kazanmam için her türlü imkânı sunan başta salih babamı, varlık içinde mütevazı olmalarına rağmen şeytani bir kibirle ailemi hor gördüm… Serkeş ve isyankâr bir hayatı gözümde büyütüp amaç edindim. Günahkârlar belli ki nefslerine, şeytanlarına yenik düşüyorlar. Bense irade ortaya koyup sana sırt çevirdim. Allah’ım beni affet… Sen Rahman ve Rahim’sin… Ben acizim, günahlarım çöllerdeki kumlar adedince ama ben yine de Sana sığındım, Sen’den başka gidecek bir İlah yok…” Alperen’in her tövbe cümlesinde dizleri daha da karnına yaklaşıyor, öyle küçülüyordu ki neredeyse doğduğu günkü haline geri dönecekti. Zemini ise gözlerinden akan samimi, sıcak tövbekâr gözyaşlarıyla yıkıyordu. Belki kendisinden sonra gelenlere bir iz, hatıra bu gözyaşlarıyla yıkanmış zemin kalacaktı. Nice zaman sonra ellerini yana salıp gözlerini açtı; o soğuk kesme taştan inşa edilen hücreye tekrar bakıp “Anladım…” dedi. “Anladım. Benim buraya düşmemin sebebi işlediğim iddia edilen suçlar değil. Ama ondan daha fecaati, daha önce yaptığım zalimliklerle bundan sonra yapma ihtimalim kuvvetli olan isyanımı arttıracak fiillerim.” dedi. Ağır ağır soğuk zeminden doğrulurken hücre kapısının altından karşı hücrede ezan okuyan adama “Selamün aleyküm.” diye seslendi. Karşıdan ses gelmeyince bir kaç kez selamı tekrarladı. Nihayet tok bir ses “Aleyküm selam…” dedi. Alperen “Ben Alperen, Türkiye…” dedi. Meçhul şahıs kırık bir Türkçe ile “Ben Abdurrahman… Suriye…” dedi. Alperen tam geçmiş olsun diyecekti ki gardiyanlar coplarıyla demir kapıları vura vura koşup gelerek ikisinin de hücresine girdiler, “Burada bizden izinsiz nefes bile alamazsınız.” diyerek onları copladılar. Eli yüzü kan içinde kalan Alperen sürünerek yatağına yattı. Gözüne duvardaki “Buradan çıkamayacağını anladığın gün kurtulduğun gündür.” yazısı ilişti, öleceğini kabullenip gülerek “Ne gam ne kasavet… Ölümden öte köy yok.” dedi. Mecalsizlikten kolu yatağın yan tarafına düşerken göz kapakları daha fazla dayanamayıp kendiliğinden kapandı ve uykuya daldı.
Her zamankinin aksine hücrenin kibarca çevrilen anahtarının sesiyle uyanan Alperen zar zor gözünü açtı. Artık karşı koymayacağı için dayağı yattığı yerden yemek istiyordu. Açılan kapıda önce iki gardiyan gözükse de arkalarında takım elbiseli, kravatlı, simasında hâlâ merhamet izleri taşıyan bir adam göründü. Gardiyanlar bu kez copsuzdu. Alperen’in koluna girip onu kaldırırlarken takım elbiseli adam “Alperen Bey korkmayın, çıkıyorsunuz.” dedi. Alperen’in bedenine bir anlık can gelse de inanamadı, şüpheci gözlerle adama baktı. Adam “Bana inanın.” dedi. Ancak destekle yürüyen Alperen’in eli yüzü on altı gün sonra ilk defa kirsiz, passız, kokmayan bir su ile yıkandı. Yaralarına pansuman yapıldı. İyi kötü kendi başına yürüyebiliyordu. Nihayet birkaç parça eşyası adama teslim edilirken gözleri bağlı kötü bir yolculuktan sonra geldiği bu yerin kapısından dışarı ilk adımı attığında onu tepeden vuran güneş ışıkları karşıladı. Eliyle kısık olan gözlerine siper edip güneşe baktı. Bir dosta nazire eden bir eda ile “Boşuna uğraşma… İstersen günlerce batmadan dünyayı ışıklara boğsan da ya da cayır cayır yakacak kadar ısıtsan da bendeki iman nuruna galebe gelemezsin.” dedi. Yanındaki adam yol gösterince kendisini dikenli tellerin gerisinde bekleyen kardeşi Olcay’ı gördü. Tanıdık bir yüzü görünce kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Hasret ve sevinçle aceleci adımlarla yürürken bir kaç kez sendelese de düşmeden kardeşine ulaştı. Olcay kollarını yana açıp “Abim.” dedi. Alperen de yanı şekilde ama daha yoğun duygularla “Gardaşım.” dedi. Sımsıkı sarıldılar. Onları seyredenlere bir daha hiç ayrılmayacaklar hissiyatı veriyordu. Bu hal dakikalarca sürerken son bulan hasretin sevinç gözyaşları kendiliğinden dökülüyordu. Dilleri lal oldu, bir kelime bile konuşamadılar. Olcay lüks aracı işaret ederek “Abim! Artık bitti, vatana geri dönüyoruz.” dedi. Şoför ve onlara eşlik edem adam dahil dört kişi oradan hızla uzaklaşmaya başladı. Alperen eziyetlerle dolu hatıraları geride bırakırken özlediği oksijeni ciğerlerine çekmek için arabanın camını açtı. İhtiyaç duyduğu sevgiyi, elini bir an bile bırakmadığı kardeşinden alıyordu. On, on beş dakika hiçbir şey konuşmadılar, konuşamadılar. Nihayet Alperen “Beni nasıl kurtardın?” sorusunu kardeşine sordu. Olcay “Canım abim… Çok ama çok zor oldu. Arkadaşın Gomez Rafi babasının gemisiyle ondan habersiz uyuşturucu ticareti yaparmış. Beraber eğlendiğiniz gece ise yakayı ele veriyor. İtalyan mafyasının eline düşecekken onlara bağlı çalışan polislere bütün işin başında senin olduğunu, sevkiyatı ihraç ürünleri arasında tırlarla yaptığını söylüyor. Bu arada ona bağlı birkaç adamı senin yanındaki kızı aşırı dozdan öldürüp suçu sana yıkıyor. Tabii ki bu arada her adımda sana ulaşan delilleri de döşemeyi unutmuyorlar. Seni havaalanında gözaltına alanlar normal polisken seni buraya getirenler ise mafya ile iş birliği yapan daha yetkili kirli polisler. Burası da aslında resmen terk edilmiş bin dokuz yüz otuzlardan kalma bir cezaevi, gayri resmî işler için kullanılıyor.” Alperen elini hafifçe kaldırıp “Daha fazlasına dayanamayacağım…” dedi. Olcay “O zaman güzel şeyleri anlatayım. Suçsuzluğun tam olarak kanıtlandı. Şimdi darp raporu için hastaneye, oradan da savcılığa gidip ailemizin zedelenen itibarı için ve gerçek suçluların ceza alması için dava açacağız. Tahminim birkaç saate de uçakla Türkiye doğru yola çıkarız. Ama her şeyden önce otele gidelim, sen duş alıp temizlen.” dedi. Alperen “Hayır… Bu ülkeye bitimi bile bırakmak istemiyorum.” Olcay istemese de “Peki.” dedi. Alperen “Abdurrahman…” dedi. Olcay “Abdurrahman?” diye sordu. Alperen ağlamaklı “Bugün getirdiler. Karşı hücrede. Ne olur ona da yardım et.” dedi. Olcay “Tamam abi.” dedi. Hemen telefon açıp İtalya’daki ortak çalıştığı avukatlık ofisini aradı.
Olcay’ın dediği işler ivedilikle yapıldı. Alperen özel jete binerken vatanına döneceği için bayram günü harçlık alan çocuklar gibi neşeliydi. Uçak havalanırken Alperen gittikçe küçülen binalara baktı “Hoşça kal.” demek bile içinden gelmiyordu. Olcay ise bütün merhametini uçağın merdivenlerinde bırakmış gibiydi. Artık o sevgi dolu gözlerde hesap soran sert bakışlar vardı. Uçak yeterli irtifaya çıkınca hostes geldi. Alperen’in önüne içki bardağı bırakıp servis arabasındaki şişeleri göstererek tek tek isimlerini saydı, “Hangisinden arzu edersiniz?” dedi. Olcay “Sen beyimize kokteyl yap.” dedi. Hostes “Emredersiniz.” dedikten sonra bardağı dolduracakken Alperen eliyle bardağın ağzını kapattı, kardeşine bakarak “Tövbe etmiş, hatalarından pişman olmuş birinin yüzüne günahlarını vurmak senin gibi halim selim bir adama yakışır mı?” dedi. Olcay inanmamış bir yüz ifadesiyle hostese “Gidebilirsin.” işareti yaptı. Alperen değiştiğini ispatlamak istercesine konuşmaya devam etti. “Gücün verdiği sarhoşlukla neden bazı güzellikleri yaşamak için öbür dünyayı bekleyeyim! Adamlar yaşıyor ama hiçbir şey olmuyor. Ben de cennet hayatını bu dünyada yaşayabileceğimi zannettim…” derken Olcay devam etti. “Ailemden uzaklaşır, ülke dışına kapağı atarsam dilediğim gibi hayat var zannettin… Sevenlerini ayak bağı zannettin, kötü adamları dost zannettin…” derken Alperen tasdikler şekilde utançla başını sallıyordu. Olcay “Çağ zaten zannetme çağı… Hayaller gerçeğe galebe çalmış…” dedi. Sonra çantasından dosya çıkartıp abisinin yüzüne vururcasına masaya bırakıp “Ya bunlar ne?” dedi. Alperen eline alıp okumaya başalarken Olcay saydırmaya devam etti. “Babandan, ailenden utandığını, yaşadığın hayatı beğenmediğini, Avrupai bir hayat yaşamayı istediğini o beş para etmez can dostun Gomez Rafi’ye yazmışsın.” dedi. Bunlar Alperen’in utanç vesikaları gibi her yerde yüzüne vuruluyordu. Utangaç bir sesle Alperen “Babam…” dedi. Olcay “Babamı asıl yıkan bunlar oldu… Emek verdiği evladı ondan, değerlerinden utanıyor. Utanmakla kalmıyor, sırtını dönüp kaçıp gitmek istiyor…” Sinirlerine hâkim olmak için susarken Alperen “Keşke elimde sihirli bir değnek olsa da geçmişi, kötü hataları temizleyebilsem… Ne yazık ki yok. Tek sihirli kelimem tövbe, af…” dedi. Olcay ise içindekileri dökmeden rahatlamayacaktı. “Adam her şeye rağmen merhametinden bana, oğlum abin evine gelip rahata erene kadar bir şey deme, diye sıkı sıkıya tembihledi. Ama yenilir yutulur gibi değil… Kusura bakma bu sabrı ancak bir ana, baba gösterebilir. Benden kimse beklemesin…” dedi. Alperen ortama hâkim bir ses tonuyla “Kardeşim üstüme fazla geliyorsun. Daha üç saat önce cehennemin dibinden kurtardığın abine bu davranışları mı reva görüyorsun? Üstelik ben tövbe ettim diyorum.” dedi. Olcay “Seninle şu an abi kardeş konuşması yapmıyorum. Avukat Olcay ile suçlu konuşması yapıyorum. Tövben Allah ile senin aranda. Ya kalbini kırdığın babam, babamız ne olacak? Günlerce yataklarda yatan anamız… Dünyası yıkılan küçük kardeşimiz… Ev ev değil, canlı cesetlerin yaşadığı mezardı sanki… Ya babamın tırnaklarıyla kazıya kazıya, engelleri yıka yıka kurduğu şirket?.. Oraya emek verenler?.. Senin zanların, heveslerin bize otuz milyon dolara mal oldu. Senin haber var mı?” dedi. Alperen diyecek bir kelime bulamadı. “Demek üzüntüden yataklara yattı ha…” dedi. Olcay “Ben seni esaretten kurtardım. Ama düştüğün bu aşağılayıcı durumdan ancak sen kendini kurtarabilirsin. Ben çok düşündüm, artık yoruldum, şimdi biraz sen düşün.” dedi. Sırtına yaslayıp gözlerini yumdu. Alperen ise tableti alıp arama motoruna çıkacak haberler can sıkıcı olsa da “Siyah Kalem Moda” yazdırıp arattı. Saniyeler içinde sonuçlar sıralandı. “Dünyaca ünlü markalarla çalışan sektörün önde gelen firmalarından Siyah Kalem Moda’nın kara para akladığı iddiaları gündemi sarstı.” “Şok iddia: Sektörün öncü firmalarından Siyah Kalem Moda’nın asıl işinin uyuşturucu kaçakçılığı olduğu, yasal firmaları paravan olarak kullandığı öne sürüldü.” “Genç iş adamı uyuşturucu ticareti iddiasıyla İtalya’da kaçarken havaalanında gözaltına alındı.” Hemen yanında ise yakalanma videoları ve fotoğrafları vardı. İzlemeye cesaret edemedi. “Siyah Kalem Moda’nın bütün hesapları bloke edildi. Mali polis tarafından incelemeye alındı.” “Kaçakçılık Şube, Siyah Kalem Moda’da arama yaptı. Şirket yöneticileri sorgulanırken evlerinde de arama yapıldı.” “Siyah Kalem Moda yöneticilerine kaçma ihtimaline karşı yurt dışına çıkış yasağı getirildi.” “Hakkındaki kara para iddiaları sebebiyle Siyah Kalem Moda’nın yöneticisi Alperen Genç, İş Adamları Derneği’nden ihraç edildi.” Benzer haber akışlarını hızla geçtikten sonra tek müspet haberi gördü. “Aile yaptığı basın açıklamasında bütün suçlamaların bir iftira olduğunu, gerçeğin en kısa zamanda ortaya çıkacağına emin olduklarını belirttiler.” Acı acı gülerek “Bunu kim kale alır.” Daha fazlasına bakmaya yüreği dayanamadı. Vazgeçip kapatırken uyuyan kardeşine baktı. Onun yerine kendisini koydu. İçinden “İnan ben, benim için senin çektiğin çileyi çekmezdim. Sen benim yerinde olsaydın ben seni o an orada siler, işimi kurtarıp hayatımı hiçbir şey yokmuş gibi yaşar, giderdim. Sen bana kızmakta haklısın, hatta az bile yapıyorsun.” dedi.
Üç saate yakın bir uçuştan sonra deniz tarafından alçalmaya başlayan jet sadece özel uçuşlar için kullanılan Yeşilköy’deki eski havaalanına iniş yaptı. Vatan toprağını öpmek için sabırsızlanan Alperen’e kardeşi Olcay eliyle bekle işareti yapıp “Araç gelsin.” dedi. Sonra açılan kapıdan indi. Alperen ise bir yandan camdan bakarken bir yandan da vatan havasını derin derin soluyup hasret gidermeye çalışıyordu. Hostes gelip eliyle işaret ederek “Buyurun, inebilirsiniz.” dedi. Heyecandan eli ayağı titreyen Alperen yaşlı bir adam gibi sağa sola tutunarak jetten inebildi. Olcay hemen koluna girip camları siyah filmle kaplı, simsiyah lüks minibüse bindirip kapısını kapattı. Olcay “Tamam hadi.” dedi. Araç hızlı bir kalkış yapsa da yolcularını hiç sarsmadı. Olcay “Şimdi işgüzar bir muhabir senin bu perişan halinin fotoğrafını çekip âleme yayar. Bir de onunla uğraşmayalım.” dedi. Alperen ise özlemle dolu bakışlarla filmli camdan dışarıyı seyre dalmıştı bile… İnsanı, taşı, toprağı ne güzeldi! Hiç yapmadığı bir şeydi, yapısına tersti ama şu an inip hepsini tek tek bağrına basmak, öpüp koklamak istiyordu. Olcay kırgın, biraz sert, içinde merhamet koksa da öfkenin ağır bastığı otoriter sesiyle “Yarın sabah saat onda basın açıklaması yapacağız. Bütün basın kuruluşları davetli. Şimdi eve berber çağırdım, seni bu hırpanilikten kurtarsınlar. Yarın dimdik, vakur duruşunla ışık saçman gerekiyor. Avukatlık ofisimiz iftiraya uğradığımızı ispatlayan bütün belgelerin çıktısını alıyor, gelenlere elden dağıtılırken aynı anda dijital ortamda da yayınlanacak. Bu arada sağ olsunlar babamın vefalı dostları, iş dünyasının saygın isimleri de bize destek için hazır bulunacak. Sen kendi içinde geçmişinle hesaplaşırken ben yaraları sarmak zorundayım.” dedi. Alperen minnet ve sevgi dolu bakışlarıyla kardeşinin elini tutup başını hafif öne doğru eğdi, “İyi ki varsın… Ve iyi ki benim kardeşimsin.” dedi. Olcay canının yanmasını istercesine daha fazla elini sıkıp “Sen bunu annem ile babama söyle bence. Onlar daha çok hak ediyor.” dedi.
Beykoz sırtlarındaki yüksek duvarlarla çevrili villanın demir kapısı açıldı, minibüs içeri girdi. Olcay abisini kaçırırcasına indirip villanın kapısından içeri soktu. Kapının hemen önünde bekleyen annesi kollarını yana açıp “Ciğerparem, evladım…” dedi. Alperen masumca, “Anam…” diyerek annesinin şefkat dolu kollarına kendisine bıraktı, sımsıkı sarılırken annesinin kalbinden hiç bitmeyen sevgiyi kana kana içiyordu. Küçük kardeşi Faruk sırasının kendisine gelmesini beklemeyip “Abim” diye anne ve abisini beraberce kucakladı. Dakikalarca böyle kaldıktan sonra Alperen, annesinin yüzünü avuçlarının içine alıp “Beni affet anacığım.” dedi. Konuşmakta zorlanan annesi ancak oğlunun gözyaşlarını silebildi. Alperen ayakta bekleyen babasının elini öpüp ona sarılırken “Senden nasıl af isteyeceğimi bilemiyorum babacığım.” dedi. Veli’nin, vakur duruşuna rağmen çok yorulduğu her tavrından belli oluyordu. Veli evladını bağrına basarken “Mühim olan sağlıklı olarak dönüp gelmen… Gerisi kolay…” dedi.
Günlerdir umut ile umutsuzluğun arasındaki o ince çizgide gidip gelinen hüznün, sıkıntının bitmeyen bir kâbus gibi çöktüğü gönüllere ve haneye artık neşe, umut gelmişti. Hatta hücrelerden evin her köşesine oradan da dışarılara taşıyordu. Alperen esir edildiği zindanda psikolojik, biyolojik işkencelere ek olarak domuz eti ve ürünleri verilince, sadece ekmek ve su iktifa ettiğinden midesi küçülüp bağırsakları neredeyse düğümlenme noktasına gelmişti. Bu sebepten çok istese de annesinin en sevdiği yemeklerle donattığı masadaki her şeyden azar azar yiyebiliyordu. Annesi susmadan Alperen’in bebekliğindeki, çocukluğundaki güzel hatıralardan bahsedip mutluluğunu perçinliyordu. İçilen çaylarla birlikte gece ilerleyince evin babası hariç herkes dinlenmeye çekildi. Veli, denize nazır el yazması eserlerin, nadir tabloların bulunduğu çalışması odasına geçti. Ay ışığında düşünceler içinde sallanan sandalyesinde deryayı seyre daldı. Hafiften tıklatılan kapı sessizce açıldı. İçeriye biri kedi yavrusu masumluğunda sızdı. Ayaklarının ucunda yürüyerek babasının dizlerinin dibine oturup af dilenirken “Hüküm senin, razıyım.” dercesine başını kucağına koydu. Veli tane tane “Vicdanın sesi tüm yorgunluğuna rağmen seni uyutmadı, değil mi?” dedi. Alperen’in sessizliği en büyük, en net cevaptı. Veli devam etti, “İnsan selin önündeki çöp gibidir. Zanlarına, heveslerine kapılırsan yüksek zevk ve mutluluk vaat ederek seni cehenneme sürükler.” Sonra yan tarafındaki sehpanın üzerinde duran günlük gazetelere ve onların üzerindeki cep telefonuna bakıp “Artık her ev gelişmiş teknolojiden güç alıp anasını, babasını, gelenek göreneklerini hor gören, hevesleri akıllarının önüne geçmiş gençlerle dolu. Gönüllerince yaşayıp kimseye de hesap vermemek için ateistim, deistim ya da başka bir ‘izmi’ kendisine kimlik edip öylece yaşayıp gitmek istiyor. Ama nafile…” Babası biraz es verince Alperen söze girdi. “O karanlık taş zindanda günlerce ben suçsuzum, bana iftira atıldı diye bağırdım, durdum. En sonunda anladım ki ben bana kast edilen cürümden dolayı değil, bana verilen manevi, maddi nimetlere nankörlük ettiğim, zanlarıma inanıp heveslerimin peşinden gittiğim için bedel ödüyordum. Şimdi başımı kucağına sadece babasını seven evlat olarak değil, hatalarından af dileyen mücrim olarak koyuyorum.” dedi. Veli eliyle merhametini hissetmesi için oğlunun başını okşarken sesindeki yumuşaklık ruhu sarıp sarmalıyordu. “Babalar evlatlarının hatalarının ne olduğuna ve ne kadar büyük olduğuna bakmaz, her daim onları affeder. Affetmek için sebepler arar…” dedi. Alperen babasından aldığı güçle sıkıca boynuna sarılıp “Ben sadece af değil, ne kadar kırıp yıktığım gönül varsa onları da kazanmak ve rızalarını almak istiyorum.” dedi.
SON