Zannımca 3 / Kenan Kurban

Santana’nın cesedinin yanından hızla kaçarken Alperen hemen yardımcısı Volkan’ı arayıp havaalanına gelme talimatını verdi ve telefonunu kapattı. Santana’nın cansız bedenini hissetmenin verdiği o soğuk ve korkutucu duyguyla sarsılmıştı. Sinir sistemi çökmüş, her ne kadar yürümeyi başarsa da aslında bedenini kaplayan ince bir titreme ile birlikte ayakta durmakta zorlanıyordu. Aklından ise binlerce karmaşık düşünce aynı anda geçiyordu. Korku ise hepsini bastırmış, muhakeme gücünü kaybettirmişti. Savaşmaya iten tek duygu en zor anlarda her canlıda devreye giren kendini koruyup hayatta kalma içgüdüsüydü. Caddeye çıkınca gelen taksiyi durdurdu. Telaşını kontrol edip sakince arka koltuğa oturdu, kibarlığı da elden bırakmadan “Havaalanı lütfen.” dedi. Sonra telefonunu kontrol etti. Telefonu, çalışanların iş ile ilgili attığı bilgi mesajları, ailesinden gelen cevapsız aramalarla doluydu. Ama hiçbiri şu an için umurunda değildi. Artık tek hedefi ilk uçakla dün bir daha dönmeme planları yaptığı Türkiye’ye dönmekti. Beynindeki düşüncelerden kurtulmak için camdan dışarı bakmaya başladı. Tekerleklerin her dönüşünde içi acıyordu. Daha on beş saat önce havaalanında krallar gibi karşılanmıştı. Ülkesinden uzakta gönlünce eğlenip gününü gün edecekti. Bundan daha mühimi iş bahanesiyle Milano’da bir ofis açıp neredeyse ayın yirmi gününü burada geçirecekti. Ama daha on beşinci saatte hayalini kurduğu âlemin yüzde birini bile yaşayamadan bir suçlu, adi bir kaçak gibi canhıraş bir halde, beğenmeyip hor gördüğü ülkesine sığınıyordu. Dış hatlar giden yolcu tabelasını takip eden taksi ağır ağır giderken yardımcısı Volkan’ı gören Alperen taksiciye “beni indir” işareti yaptı. Meraklı gözlerle gelen arabaları tarayan Volkan bir anda Alperen’i görünce telaşla “Hoş geldiniz Alperen Bey.” dedi. Alperen taksiciyi gösterip “Parasını öde.” dedi. Volkan bütün yüz euro verip zaman kaybetmemek için üstü kalsın işareti yaptı, Alperen’in peşinden koştu. Elindeki bileti uzatıp “Saat dokuz otuzda uçuş var. Birinci sınıf uçacaksınız. Ben bilet kontrollerini yaptırdım. Siz pasaporttan geçip direk kapıya geçebilirsiniz.” dedi. Alperen çantasını ve biletini alırken “Teşekkürler Volkan… Vatana dönünce muhasebeye söyle sana bir maaş ikramiye versinler.” dedi. Volkan çok kurttu, en karmaşık durumlarda bile aklındaki sorunun cevabını almasını bilirdi. Volkan “Bu beklenmedik, ani gidişiniz karşısında sizinle sabırsızlıkla görüşmeye bekleyen yabancı müşterilere, Hacer Hanım ve Tolga Bey’e ne diyeceğiz?” diye sordu. Hiçbiri Alperen’in gözünde değildi ama Volkan da haklıydı, bahanesiz çekip gitmek de olmazdı. Alperen durup düşündü, “İlk defa ülke dışına çıktığım için bünyemin alışamadığını, bu sebepten sağlık sorunları yaşadığımı söylersiniz. Hacer ve Tolga zaten yetkili. Onlar gerekli görüşmeleri tamamlayıp bana rapor etsinler.” dedi. Volkan geçiştirildiğini daha ilk cümlede anlamıştı ama bir şey de yapamazdı, nihayetinde adam patronuydu. Ona “Yalan söylüyorsun.” diyecek hali de yoktu. İçinden “Sen istediğin kadar sakla, kokusu yakında çıkar.” derken sinsi bakışlarına eşlik dilinden “Siz nasıl derseniz.” cümlesi döküldü. Kendisini çok zayıf hisseden Alperen güç toplamak için birden Volkan’a sıkıca sarılıp “Oteldeki eşyalarımı toplarsın… Hoşça kal…” dedi. Volkan beklenmedik bu sıkıca sarılma karşısında iyice şaşırmışken Alperen “Uçak havalana kadar burada bekle…” dedi. Volkan’ın dili lal olmuştu, sadece “Tamam.” diyebildi. Enselenme korkusuyla Alperen çekingen ama sakin adımlarla pasaport kontrole yaklaştı. Sıra beklerken bir yanından evrakları eline vuruyor, ayağıyla da tempo tutar gibi hafiften yere vuruyordu. Onun dışında herkes kendi âlemindeydi. Ailesiyle birlikte gelenler şakalaşıp gülüyorlardı. Alperen’e her bir saniye bir ömür gibi geliyordu. Nihayet sıra kendisine gelmişti. Yüzünde sahte bir gülücükle “İyi günler.” diyerek bilet ve pasaportu memura uzattı. Şüpheli bakışları meslek haline getirmiş görevli, bir pasaporta bir de Alperen’e baktı. Yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu sezmiş gibiydi. “Daha yirmi dört saat olmadan dönüyorsunuz.” dedi. Alperen’in dizlerinin bağı çözüldü çözülecekti, saniyeler içinde ne cevap vereceğini bilemezken bir de yaklaşan üniformalı iki polisi gördü. Yakayı ele vereceğini düşünüp göğsü daraldı. Bir an nefesinin kesildiğini zannetti. Öksürerek zaman kazandıktan sonra “İlk defa yurt dışına çıkıyorum. Bünyem hava değişikliğini kaldırmadı. Fuar için gelmiştim, çalışanlarım işi götürüyor.” dedi. Memur bu kez derin derin gözlerinin içine baktı, pek inanmamıştı. Alperen ise çaktırmadan memurlara bakıyordu. Onlar geçip gidince sessiz bir oh çekti. Kendisine bakan memura gülümseyerek “Ama en yakın zamanda bu güzel ülkeye gezmek için tekrar geleceğim.” dedi. Memur gönülsüzce onaylarken “Hayırlı yolculuklar.” dedi. O an adeta cansız bedenine yeniden can gelen Alperen en zorlu kısmı atlatmanın mutluluğu içinde “Teşekkürler.” dedi. Yürürken geriye doğru dönüp baktı, Volkan onu uzaktan izlemeye devam ediyordu. Her şey yolunda demek için el salladı. “Milano-İstanbul uçuşu beş nolu kapı” yazıyordu. Kapıya doğru yürüdü. Sadece dört, beş kişi vardı. Kapıya en yakın koltuğa oturdu. Yarım saat önceki korku ve endişesi hafiflemişti. Derin bir nefes alıp geriye doğru yaslandı. Aprondaki uçakları izledi. Gözü ısrarla kırmızı-beyaz renklerin olduğu kuyruklu bir uçak arıyordu. Bir türlü göremeyince her şeyi unutmak istercesine gözlerini kapattı. Santana’nın o güzel gülüşü gözünün önüne geldi. Sonra anımsadı, gece boyunca kollarını hiç göstermeyen uzun kollu bir bluz giymişti. Göz çukurlarındaki morluklar abartılı makyaj ile kapatmasına rağmen yine de belli oluyordu. Akabinde parkta Santana’nın topuklarının yanındaki enjektörü düşündü. “Aman Allah’ım, kollarında iğne vuracak yer kalmayınca uyuşturucuyu topuktan vurmuş.” dedi. Başını iki elinin arasına alıp “Ulan, ulan Gomez Rafi senin gibi dost, arkadaş olmaz olsun… Bağımlı kızı bana arkadaş diye ayarlıyorsun. Bu yetmez gibi bana da iyi gelir diye madde içiriyorsun… Gecenin nihayetinde bu kız benim yanımda son nefesini veriyor. İşin sonunda hiç dahlim olmayan günahların bedelini ben ödeyecektim.” Yaşadığı o anlardan tiksindi… “Düşüncesiz bir arkadaş, yüksek dozdan ölen bağımlının beni düşürdüğü hallere bak… Ben suçsuzum…” dedi. Kaçması manasızdı. Hem kime, nereye sığınıyordu? Cevabı hoşuna gitmese de yardımını en son isteyeceği babasına, kurtulmak için fırsat kolladığı ülkesine sığınıyordu… Muhakeme etti… Bu korkaklık yersiz ve gereksizdi. Dudaklarından “Kalk oğlum Alperen. Kaçma, savaşarak haklılığını ispat et…” dedi. Bu düşüncenin tesiriyle bütün hücrelerine kadar cesaretle doldu. Uçuş yaklaştıkça artan insan sayısıyla birlikte biraz önceki o sakinlik gitmişti.
Ayağa kalkıp kalabalığın içinden geçip geri dönecekken polis ifadesi, nezarethane, mahkeme, hapishane… Dilini bile çat pat konuştuğu bu ülkede onu doğru dürüst kim dinler, anlamak için uğraş verirdi? Masumiyeti anlaşılıncaya kadar pis ortamlarda yatıp kalkacak, dahası horlanıp itilip kakılacaktı. Bir de yalan yanlış bu olay haber olacak, pirincin taşı ayıklanmaz hale gelecekti. Alışık olmadığı bu rezil halleri düşününce içine bir titreme geldi. Ama babası öyle miydi? Mutlaka bir yerlere telefon açar, daha olmadı gider, yüz yüze hatırlı dostlarıyla görüşür, ama ne yapar eder bir yolunu bulur, evladını ezdirmezdi. Her canlıda olduğu gibi güvendiğine sığınmanın verdiği rahatlıkla onun ismini zikretti “Baba…” dedi. Hoşuna gitmese de o an babasına ne kadar güvendiğini fark edince kendisi bile şaşırdı. Başını sağa sola sallayıp “Şimdi anlamsız kahramanlık zamanı değil. Bu muammalı halden bir an önce çıkma zamanı.” Tekrar yerine oturdu, aprona dikkat kesilip “Hadi Türk Hava Yolları, gözünü seveyim şu uçak bir an evvel gelsin artık.” dedi. Havaalanından başka bir yere kaçma imkânı zayıf olsa da içgüdüsel olarak tedbir amaçlı etrafını kontrol etti. Kendisine sinsice yaklaşan biri, birileri ya da resmî elbiseli polis, güvenlik yoktu. Şükürler olsun ki asayiş berkemaldi. Kendi kendine sakin ol telkinlerinde bulunarak telefonunu çıkarıp biraz da dikkatini başka yere verme adına haber sitelerine giriş yaptı. İtalyancayı tam bilmese de üstün körü inceledi. Ne Santana’nın ne de kendisinin bir fotoğrafı, ismi vardı. Rahatladı. Bilge bir tavırla “Anladım ki korku, endişe gibi duygular galebe çalınca insan akıllı, akılcı düşünmenin dışına çıkıp zanlarına yenik düşüyor… Vatana dönüş umduğumdan kolay olacak.” tespitinde bulundu. O an aprona yanaşan Türk uçağını görünce bayramda babasından umduğundan fazla harçlık almış çocuğun sevinci gibi bir sevinç bütün bedenine hâkim oldu. Bekleşen yolcularda da bir hareketlenme oldu. Bu arada boyunlarındaki fularlarda Türk Hava Yolları amblemi olan üç kadına eşlik eden, kısa boylu olmasına rağmen vücut çalıştığının belli olması için dar kesim takım giymiş adam gelip kapının önünde durdu. Adam kadınların gerisinde kapının tam önünde geniş omuzları ve kaslarını daha da belirginleştirerek etrafı süzmeye başladı. O ara anons geçti. “Saat dokuz otuz Milano-İstanbul yolcuları lütfen beş numaralı kapıya…” Elinde ağırlık olmadığı için Alperen herkesten daha hızlı hareket etse de ondan da çevikleri vardı. Üşenmedi saydı önünde sekiz kişi mevcuttu. İçinden “Eh, buna da şükür fazla bir kişi yok.” dedi. Kadın görevliler kibar ve mütebessim işlerini yaparken erkek avını sinsince bekleyen timsah gibi birden bir sorun çıksa diye bakıyordu. Sıra Alperen’e gelince pasaport ve biletini uzatırken yüreği hızla atmaya başladı. Görünürde bir sorun yoktu ama… Nafile en tesirli telkinler bile faydasızdı. Görevli kontrol edip uzatırken “Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz. İyi yolculuklar.” dedi. Alperen başıyla selamlayarak teşekkür ederken yürümeye başladı. Erkek görevliyi de geçip köprüye doğru bir adım attığı an vatan toprağını ayak basmış gibi sevinip derin bir “oh” çekti. Diğer adımını da atacakken arkadan zayıf bir “Sinyor, Sinyor…” sesi geldi. O an avına diş geçiren avcı gibi kısa boylu adam sol bileğini kırarcasına kavradı. Alperen geriye bakmaya cesaret edemeden bileğini kurtarmaya çalışarak ileri doğru adım atmaya çalışsa da başaramadı. Adam amacına ulaşmanın mutluğu içinde her harfinde mutluluk saçan bir ses tonuyla “Beyefendi bir dakika.” dedi. Alperen tam kurtuldum derken korktuğu başına gelmişti. İçinden acı acı güldü, yüzü ekşidi, dünyası yıkılmış halde “Mahvoldum… Mahvoldum… Ne acı dün tam özlediğim hayata kavuştum derken hüsrana uğradım. Şimdi özlemini duyduğum yerden kaçtığım yere sığınmak için kaçarken bir suçlu olarak yakayı ele verdim. Ne acı…” dedi. Sebepsizce yüreğinde yine de bekli başka bir şey için durdurmuşlardır umudu yeşererek geri doğru bakınca ellerinde tabancaları olan iki sivil, dört resmî kıyafetli polisin kendisine doğru koşarak geldiğini gördü… Polisler herkesin şaşkın bakışları içinde sertçe Alperen’in ensesinden tutup dizine tekme atarak diz çöktürdüler. Bir diğer polis başını bastırırken sivil polis ters kelepçe taktı, “Santana Gil Morales cinayetinin katil zanlısı olarak gözaltındasın.” dedi. Alperen’i çekiştirerek götürmeye başladılar. Alperen direnmeye, karşı koymaya çalıştıkça polisler daha da sert davrandılar. Yılmadı, bir yandan mukavemet gösterirken ağzını kapatan elden kurtuldukça “Ben suçsuzum.” diye bağırıyordu. İnsanların bazıları her zaman tanık olmayacakları bu aksiyon dolu anları korkarak izlerken bazısı ganimet bulmuş gibi sosyal medya hesaplarından canlı yayına başlayıp önyargılarıyla “Evet İtalyan polisi muhtemelen güzel ülkemize terör getirecek bir suçluyu daha etkisiz hale getirdi.” yorumları yapıyordu. Daha masum olanlar ise polisleri ve Alperen’i arkasına alıp selfie çekerek paylaşımların altına “Milano havaalanında haraketli saatler.” yorumuyla paylaşıyorlardı. Bazıları ise şaşkın şaşkın birlerine bakıp “Ne olmuş? Olay ne?” sorusunu soruyorlardı. Bu anlarda kötü haberin tez yayılması bir yana, yalanla gerçek iç içe geçer, insanlar daha çok inanmak istediklerine inanarak onu yayarlardı. Ve kulaktan kulağa “Türk, ülkeye gençlerimizi zehirleyen yasaklı maddeler sokmuş, bu da yetmez gibi kullanmak istemeyen bir kızı öldürmüş.” Bu ve benzeri lakırdılar aktarılıyordu. Gördüğü baskı altında artık nefes almakta bile zorlanan Alperen bir ara dün kendisini havaalanında karşılayan adamla göz göze gelince yalvaran gözlerle “Ne olur bana yardım et.” bakışı attı. Adamın yüzünde, hal ve tavırlarında o dünkü saygıdan eser yoktu. Gözlerini kısıp pis pis baktı, küçümseyerek sağ eliyle boğazını kesme işareti yaptı. Dün hizmetindeki adamın ölümünü istemesiyle kendisini zayıf ve kimsesiz hissetti. Bu yaban ellerde haklılığını anlatacağı kimse yoktu. Her şeye rağmen anlatsa bile kale alan da olmayacaktı… Yaklaşık on sekiz saat önce hasret ve gıpta ile baktığı bu mekân, bu ülke, bu medeniyet şimdi onu aşağılıyordu. İnsanca dinleme zahmetinde bile bulunmuyordu. Her şey üstüne yıkılmıştı. Onu nefessiz bırakıp çöküşe sürükleyen, hayallerini kâbusa döndüren özlemlerine yüklediklerinin manasız, değer verdiklerinin ise kıymetsiz olduğunu anlamaktı. İçine düştüğü kavram, ideal boşluğu insanı çekip bitiren bir girdaptı. O bu çaresizliği, düşmüşlüğü yaşarken insanlar havaalanı hatırası diye umarsızca video, fotoğraf çekmeye devam ediyordu. Alperen’in bir yanı onlara öfkelenip kızarken yüreğinde nokta kadar olsa da bir yer “Onların yerinde olsan sen de aynısını yapardın. Hatta sen birinin suçsuzluğunu bile bilsen rahatını, konforunu bozup en ufak bir müdahalede, mücadelede bulunmazdın…” dedi. Bu hissiyatın tesiriyle utanıp “İnsanlardan yardım beklemeye hakkım yok.” dedi. Ama bir şekilde birisine ulaşması gerekiyordu. “Bana kim el uzatır?” diye düşündü. Yardımcısı Volkan karanlığı yırtan güneş gibi gözünün önüne geldi. “Evet Volkan!” dedi. Onun kendine has yöntemleri vardı. En müşkül anlarda bile mutlaka bir çözüm yolu bulurdu. Bütün bu itiş kakış içinde artık tek ümidi Volkan’ın buradan ayrılmamasıydı. Halinden bir şekilde haberdar edebilse koşa koşa gelirdi. Havaalanı polis ofisinde üst araması yapıldı. Cebinden arkadaşı Rafi’nin verdiği birazını kullandığı yasaklı madde çıktı. Bu, oradaki bütün görevlilerin hoşuna gitti. Yüzleri gülerek delil torbasına koyarken zapta geçtiler. Sonra para ve resmî evraklarına el koyup hızla işlemleri tamamladılar. Bu kez sadece sivil ekip onu yine çekiştire çekiştire götürdü. Dışarıda bekleyen zırhlı araca bindirirken kafasına çuval geçirdiler. Alperen daha ne olduğunu anlamadan ensesinden bastırıp oturttular. Sonra ayaklarından yere ellerinden tavana kelepçelediler. Alperen avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı “Beni nereye götürüyorsunuz lan? Bu yaptıklarınız insan haklarına aykırı… Bırakın beni…” Ama nafile. Sesi büyük bir kanyonda yankılanan ses gibi yalçın kayalara çarpıp kendisine geri dönüyordu. Kimseden en ufak bir karşılık göremedi. Alperen can havliyle tekrarlamaya devam etti “Bu insan haklarına aykırı…” En sonunda sol kulağının yanında bir nefes sıcaklığı hissetti. Nihayet bir insan evladının dayanamayıp merhamete geldiğini zannedip ümitlendi. Kalın ve alaycı ses “Türko, evet insan haklarına aykırı. Ama siz Asyalılar medenileşemediniz. Medenileş, sende bu haklardan faydalan.” dedi. Alperen küfürler savurup “Zalimin oğlu bir de felsefe yapıyor.” derken demir kapı üzerine kapandı. O an oksijenin kesildiğini hissetti. Hızlı hızlı soluk alıp vermeye başlarken araç hızlı bir kalkış, sonra da ani bir fren yaptı. Bir sağa bir sola gitti geldi. Araç aniden bu kez daha süratli kalktı ve daha sert fren yaptı ve kafasını ön panele vurunca “Ahhh” dedi. Araç yeniden hareket etti, bu kez son sürat bir tümsekten geçince kafasını tavana çarptı. O an boynunun kırıldığını zannetti. Bu süratli kalkış ve ani frenler mütemadiyen devam etti. Alperen artık hiç bitmeyecek, sonsuza kadar devam edecek olan bir yolculukta olduğunu düşünmeye başladı. Onun artık canını yakan sadece çektiği acılar değil, bundan sonra maruz kalacağı işkencelerdi… Aniden araç durdu. Kapı sert bir şekilde açıldı. Birisi hızla ellerindeki ve ayaklarındaki kelepçeleri çözdü. Bile isteye canı daha çok yansın diye ittire çektire araçtan indirildi. Koluna giren iki kişiyle beraber yürüdü. Duyduğu yumuşak “tık” sesinden, açılan bir asansör kapısı olduğunu anladı. Asansöre bindirildi, yukarı doğru çıkmaya başladı. Sonra birisi aniden sert bir hareketle başındaki çuvalı çekip çıkarttı. Gözleri ışığa alışmaya çalışırken etrafa baktı, önceki iki sivile ek izbandut gibi iki sivil daha vardı. Beşinci kata gelince duran asansörün kapısı açıldı. Burası bir hastaneydi. Hemen karşı kapıdan içeri sokuldu. Doktor muayene ederken hemşireler kan aldı. Alperen doktorun gözünün içine bakıp arabada çarptığı yerleri göstermesine rağmen hekim onu dikkate almadan rutin kontrolü yapıp sağlam raporu verdi. Alperen kaderine razı sessizliğe büründü. İşlemler bitince geldiği gibi tekrar araca götürüldü. Artık alışmaya başladığı acıları tekrar tekrar yaşayarak bir buçuk saatlik yolculuk sonunda indirilip bir sandalyeye oturtuldu. Elleri ve ayakları tekrar kelepçelendi. Başındaki çuval çıkartılınca yukarıdan sarkan lambanın loş ışığı altında gözlerini uykudan yeni uyanmış gibi kırpıştırarak açarken bir sorgu odasında olduğunu anladı.
Yolda selektör yaparak giden aracın siyah saçlı, esmer tenli sürücüsü endişeli gözlerle bir yandan yolu kontrol ederken diğer yandan da ekranında “Ayşen Hanım” arama yazan telefonuna bakıyordu. Nihayet çalan telefon açıldı. Olcay “Ayşen Hanım, babam şirkette mi?” Ayşen “Evet…” dedi. Olcay “O zaman hemen odasına çay, kahve ne varsa bahane edip götürün, yanında mutlaka ama mutlaka su olsun. Onu meşgul edin. Haberleri izlemesine, gelen telefonlara bakmasına engel olun. Ben beş dakikaya geliyorum.” dedi. Ayşen “Hayırdır Olcay Bey, sizi bu kadar telaşlandıran nedir?” dedi. Olcay “Siz lütfen dediğimi yapın.” dedikten sonra telefonu kapatıp mesajlaşma programından kardeşi Faruk’a “Kardeşim, annemin yanına git. Onu oyala, telefonunu kapat. Haberleri izlemesine engel ol. Ben seni daha sonra arayacağım.” sesli mesajını gönderdi. Gazı biraz daha kökleyip “Siyah Kalem Moda” tabelasının bulunduğu binaya yaklaştıkça selektör yapmayı arttırdı. Görevli onun arabasını tanıdı, bu gelişi görünce “Hayırdır?” dedikten sonra çıkıp kapıyı açtı. Olcay hızla içeri girdikten sonra arabadan indi, anahtarı üzerindeyken kapısını açık bırakıp görevliye park et işareti yaptı, hızla yönetim binasına girdi. Neredeyse koşar adımlarla çalışanların bakışları arasında babasının odasının önüne gelince derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştı. Kapıyı kibarca tıklatıp içeri girdi. Ayşen Hanım onun istediği gibi birkaç uyduruk raporun sunumunu yaparak Veli Bey’i meşgul ediyordu. Olcay girince Ayşen “Ben şimdi gideyim, sonra devam ederiz.” dedi. O çıkarken Olcay babasına doğru yürüyordu. Aslında Ayşen bütün ruhuyla burada kalıp merakını gidermek istiyordu. Bunun için beyni bütün geçmişi, bilgileri taradı ama elle tutulur bir bahane bulamadı. Veli, şaşkın yüz ifadesinde muhabbet dolu bir sesle “Oo avukat bey, siz şirketimize teşrif eder miydiniz? Hem de tatil günü…?” dedi. Olcay “Seni özlemiş olamaz mıyım babacığım?” dedi. Elini öpüp sarılırken kulağına “Baba abim…” dedi. Veli kendisini hafif geri çekip “Abin?” dedi. Olcay “Abim İtalya’da bir vukuata karışmış. Şimdi içeri alınmış. Bizim ofis konuyla ilgileniyor. İtalya’daki tanıdığımız meslektaşlarımızı harekete geçirdik.” dedi. Veli ne diyeceğini bilemedi “Sen ne diyorsun? Abinin nasıl bir vukuatı olur ki karakola düşsün?” dedi. O an kapı açıldı. İçeri Ayşe Hanım yüzü düşük bir şekilde girdi. Mahcubiyet içinde “Veli Bey, şimdi gümrük müşavirliğinden aradılar. İtalya sevkiyatlarımız limanda kaçakçılık ve istihbarat birimlerince incelemeye alınmış.” dedi. Olcay, avukat soğukkanlılığıyla “Sebep?” diye sordu. Ayşen yere bakarak “Uyuşturucu madde ihbarı varmış.” dedi.
Devamı Gelecek Ay…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.