İnsanoğlu, yalnızlık ile birliktelik arasında salınan bir sarkaç gibidir. Kendi içine dönmeye, yalnızlığa sığınmaya meyilli yanıyla, başkalarıyla bağ kurma, anlaşılma ve kabul görme arzusu arasında gidip gelir. Bu iki zıt eğilimin dengesi, hayatımızın kalitesini belirler.
İşte tam bu noktada karşımıza “ülfet” kavramı çıkar. Arapça kökenli bu kelime alışma, kaynaşma, ısınma, dostluk kurma ve sevgi oluşturma anlamlarını içinde barındırır. Ancak ülfet, sıradan bir sosyallikten öte, kalplerin birbirine gerçek anlamda bağlanmasını ifade eder.
Hayatın akışı içinde çoğu zaman fark etmesek de, ülfet, varlığımızın derinliklerinde hissettiğimiz bir ihtiyaçtır. Sabah uyandığımızda selamlaştığımız komşu, iş yerinde fikirlerimizi paylaştığımız mesai arkadaşı, hayatımızın en zorlu zamanlarında yanımızda duran dost… Bunların her biri, ruhumuzdaki ülfet arzusunun farklı yansımalarıdır.
Uzletin, yani toplumdan uzaklaşmanın İslam’da geçici bir arınma metodu olduğu bilinir. Oysa ülfet, Kur’an ve sünnetin ışığında zorunlu ve daimi bir tavırdır. Efendimiz (s.a.v.), “Mü’min ülfet eder ve kendisi ile ülfet olunur. Ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfet olunmayanda hayır yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, II, 400) buyurarak, mü’minin tanımına ülfeti adeta bir kimlik ögesi olarak yerleştirmiştir.
Peki neden ülfet bu kadar önemlidir?
Evrenin yaratılışına baktığımızda, her şeyin bir uyum ve ahenk içinde olduğunu görürüz. Gezegenler bir sistem halinde döner, atomlar birbirine bağlanarak maddeyi oluşturur, hücreler bir araya gelerek canlı organizmaları meydana getirir. Varoluşun özünde bir birliktelik, bir düzen, bir uyum vardır. İnsan da bu evrensel harmoninin bir parçası olarak, yalnızlıkta değil, birliktelikte kemalini bulur. İnsan, fıtratı gereği sosyal bir varlıktır. Tek başına bir adada fiziksel ihtiyaçlarını karşılasa bile, ruhsal olarak tam anlamıyla gelişemez, olgunlaşamaz.
Hiç kendinizi kalabalık bir şehirde yapayalnız hissettiniz mi? Milyonlarca insan arasında, hiç kimseyle gerçek bir bağ kuramamanın verdiği o derin yalnızlık hissi… İşte modern çağın en büyük paradokslarından biri budur: Fiziksel olarak hiç olmadığı kadar birbirine yakın, ama ruhsal olarak hiç olmadığı kadar uzak insanlar. Dijital ekranların ardında, sosyal medya hesaplarında yüzlerce “arkadaş”a sahip olabiliriz, ama gerçek anlamda ülfet kurduğumuz kaç kişi vardır hayatımızda?
Tasavvuf geleneğinde geçici bir arınma metodu olarak kullanılan uzlet, zamanla bazı kişilerin sürekli yaşam tarzı haline gelmiştir. Oysa bu, İslam’a aykırıdır. Uzlet, içe dönük bir arınma ve tefekkür süreci olarak değerli olsa da, ülfeti ortadan kaldıracak şekilde sürdürülmesi halinde, kişiyi toplumdan koparır; asosyal, kendi kabuğuna çekilmiş ve iletişim kurmaktan aciz bir hale getirir.
Düşünün ki, günümüzün teknoloji çağında bile, fiziksel olarak yan yana olduğumuz halde, akıllı telefonlarımızın ardına saklanıp gerçek ülfetten kaçınır olduk. Modern çağın uzleti, belki de en tehlikelisidir: Herkesle bağlantıda olduğumuzu sanırken, aslında hiç kimseyle gerçek bir ülfet kurmadan yaşamak.
Bir kafede oturup etrafınıza bakın. Masalarda yan yana oturan insanların çoğu, birbirleriyle konuşmak yerine telefonlarıyla ilgileniyorlar. Aileler akşam yemeğinde aynı masada oturuyor, ama her biri kendi dijital dünyasında kaybolmuş durumda. Bu, fiziksel yakınlık içinde duygusal uzaklığın acı bir portresidir. Modern uzlet, kapalı kapılar ardında değil; açık alanlarda, kalabalıklar içinde yaşanıyor artık.
Peki, bu nimete nasıl ulaşabiliriz? Nasıl ülfet ehli olabiliriz?
Kendimize karşı gösterdiğimiz müsamahayı başkalarına da göstermek, ülfet yolunda önemli bir adımdır. Hepimiz hata yapar, düşer, kalkarız. Başkalarının hatalarına karşı sert, kendi hatalarımıza karşı yumuşak olmak, bir çifte standarttır ve ülfet bağlarını zayıflatır.
Günümüzde ise sosyal medyanın etkisiyle mükemmeliyetçilik arttı. Herkes kusursuz görünmeye çalışırken ilişkiler yüzeyselleşti. Gerçek ülfet yerini göstermelik ilişkilere bıraktı.
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim 3). Ülfet, sadece insanlarla bir arada olmak değil, onların dertleriyle dertlenmek, sevinçleriyle sevinmektir.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hayatı, ülfet konusunda bizlere en güzel örnektir. O, toplumun en alt tabakasından en üst tabakasına kadar herkesle ülfet kurabilmiş, herkesle samimi ilişkiler geliştirebilmiştir. Kölelerin, fakirlerin, yetimlerin, dulların, yaşlıların yanında olmuş, onların dertleriyle ilgilenmiştir. Aynı zamanda kabile reisleriyle, yöneticilerle, zenginlerle de iyi ilişkiler kurmuştur. Bu, onun (s.a.v.) ülfet yeteneğinin ne kadar geniş bir yelpazeye yayıldığını gösterir.
Ülfet kuramamış kişiler başkalarının dertleriyle ilgilenmezler. Oysa gerçek mü’min, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buharî, Edeb 27; Müslim, Birr 66) hadisinde belirttiği gibi, ümmetin bir parçası olduğunun bilincindedir.
Ülfete giden yolda karşımıza çıkan en büyük engellerden biri de kibirdir. Kibir, insanı içine hapsettiği yalnızlık zindanında, dışarıya açılan bütün pencereleri kapatır. Kibirli insan, kendini herkesten üstün gördüğü için, gerçek bir ülfet kuramaz. Ona göre hiç kimse onunla eşit değildir, dolayısıyla kalbinden bir bağ kurmaya değer değildir.
Kibir, insanı içten içe yalnızlaştırır. Kibirli insanın etrafında bir sürü insan olabilir, ama hiçbiriyle gerçek bir ülfet kuramaz. Çünkü kibir, kalbin kapılarını kapatır, sevginin akışını engeller. Bir düşünün, etrafınızdaki ülfet kurması en zor insanlar kimlerdir? Genellikle kibirli, bencil, kendini beğenmiş kişiler değil midir?
Ülfeti sağlayan en önemli duygulardan biri de sevgidir. Sevgisiz bir kalp, nasıl ülfet kurabilir ki? Sevgi, insanı kendi benliğinden çıkarıp başkasına yönlendirir. Sevgi, ülfetin kalbidir, özüdür. Sevgisiz ülfet, ruhsuz bir beden gibidir. Sevgi, ülfete derinlik, samimiyet ve süreklilik kazandırır. Sevgi dolu bir kalple kurulan ülfet bağları, zorluklara, sıkıntılara dayanır. Bu nedenle, ülfet kurmak istiyorsak, önce kalbimizi sevgiyle doldurmalıyız.
Sevginin insan ilişkilerindeki rolü, suyun hayattaki rolü gibidir. Nasıl su olmadan hayat olamazsa, sevgi olmadan da sağlıklı ilişkiler olamaz. Sevgi, ilişkileri besler, canlandırır, güçlendirir. Sevgi, ilişkilere esneklik, dirençlilik ve derinlik katar. Sevgisiz ilişkiler, kuraklık yaşayan toprak gibi çatlar, parçalanır, dağılır.
Peki, sevgi kendiliğinden oluşur mu? Yoksa emek ister mi? İnsan ilişkilerinde sevgi, genellikle tanıma ve tanışma ile başlar, karşılıklı fedakârlık ve emekle gelişir, güven ve sadakatle derinleşir. Ülfet de tıpkı böyledir; emek ve sabır ister. Bir anda olmaz, zaman içinde gelişir.
İnsan ilişkilerinde sabır, altın değerindedir. Özellikle günümüzün hızlı tüketim toplumunda, ilişkiler de hızla tüketilir olmuştur. İlk zorlukta, ilk anlaşmazlıkta ilişkiler bitirilmekte, insanlar birbirlerini “silmekte”dir. Oysa gerçek ülfet, sabırla, emekle, zaman içinde gelişir. İlişkilere yatırım yapmak, onları beslemek, büyütmek gerekir. Tıpkı bir fidanı sulamak, gübrelemek, bakımını yapmak gibi…
Şeyh Sadi’nin dediği gibi: “Dostlar zor zamanda işe yararlar. Gerçek dostluk, o zaman belli olur. Yoksa sofra başında düşmanlar bile dost görünürler.” Bu söz, gerçek ülfet ve dostluğun sınavlardan geçerek oluştuğunu gösterir.
Ülfet, aile içi ilişkilerde de hayati önem taşır. Bir aile, sadece aynı çatı altında yaşayan insanlar değil; kalpleri birbirine bağlı, birbirinin derdini, sevincini paylaşan, birbirine destek olan insanlar topluluğu olmalıdır. Eşler arasındaki ülfet, çocukların ruhsal gelişimi için elzemdir. Ülfetsiz bir ailede büyüyen çocuklar sevgi, saygı, empati gibi duyguları tam olarak geliştiremezler.
Aile, ülfetin ilk öğrenildiği, ilk deneyimlendiği yerdir. Çocuklar, ülfet kurma becerisini ilk olarak ailede öğrenirler. Anne-baba arasındaki ülfet, çocuğa ülfetin nasıl kurulacağını gösteren ilk örnektir. Eğer anne-baba arasında sevgi, saygı, anlayış, empati varsa, çocuk da bu değerleri içselleştirir ve kendi ilişkilerinde uygular. Ancak anne-baba arasında çatışma, kavga, anlayışsızlık varsa, çocuk da ülfet kurma konusunda zorluk yaşar.
Modern hayatın koşuşturması içinde, ülfet kurmak için zamanımız olmadığını düşünebiliriz. Ancak unutmayalım ki ülfet sadece uzun sohbetler ya da birlikte geçirilen saatlerle ölçülmez. Bazen bir tebessüm, içten bir selamlaşma, karşıdakinin gözlerine bakarak konuşmak bile ülfet bağının oluşmasına katkı sağlar. Önemli olan niyet ve kalpteki samimiyet duygusudur.
Zamanın kıtlığı, modern çağın en büyük bahanelerinden biridir. “Vaktim yok” diyerek, insanlarla ülfet kurmaktan kaçınırız. Oysa aynı kişiler, saatlerce sosyal medyada gezinebilir, televizyon izleyebilir, boş işlerle vakit geçirebilir. Burada sorun, zamanın gerçekten olmaması değil, önceliklerin yanlış belirlenmesidir.
Öte yandan, günümüz dünyasında insanlar arasındaki ülfet bağının zayıflamasının nedenleri de düşünülmelidir. Hızlı şehirleşme, teknolojinin getirdiği yalnızlaşma, tüketim kültürünün etkisiyle insanların nesneleşmesi, bireyselliğin ön plana çıkması gibi faktörler, ülfet kurmayı zorlaştırmaktadır. Ancak bu zorluklar, ülfet kurmanın önemini azaltmaz, aksine daha da artırır.
Modern şehir hayatı, insanları fiziksel olarak bir araya getirirken, ruhsal olarak birbirinden uzaklaştırır. Apartman dairelerinde yan yana yaşarız, ama çoğu zaman komşumuzun adını bile bilmeyiz. Kalabalık caddelerde, alışveriş merkezlerinde yüzlerce insanla karşılaşırız, ama hiçbiriyle gerçek bir iletişim kurmayız. Bu, modern çağın büyük paradoksudur: Fiziksel yakınlık içinde ruhsal uzaklık…
Sosyal medya, anlık mesajlaşma uygulamaları, yüzlerce insanla “bağlantıda” olmamızı sağlar, ama bu bağlantılar genellikle yüzeyseldir. Gerçek ülfet için gerekli olan göz teması, ses tonu, vücut dili gibi unsurlar eksiktir. Bu nedenle, teknolojik iletişimin sağladığı kolaylığa rağmen, yüz yüze iletişimin yerini hiçbir şey tutamaz.
Tüketim kültürü, insanları nesneleştirir. İnsanlar, birbirlerini değer verilecek, sevgi gösterilecek varlıklar olarak değil; kullanılacak, tüketilecek nesneler olarak görmeye başlar. Ülfet, karşımızdakini bir nesne olarak değil; bir insan olarak görmemizi, onun değerini, onurunu kabul etmemizi gerektirir.
Bireyselliğin ön plana çıkması, ülfetin gerektirdiği fedakârlık, paylaşım, diğerkâmlık gibi değerleri zayıflatır. Modern dünyada, “önce ben” anlayışı hâkimdir. Kendi konforumuz, kendi ihtiyaçlarımız, kendi isteklerimiz ön plandadır. Bu anlayış, ülfetin özündeki “biz” duygusuna zarar verir. Ülfet, “ben”den “biz”e geçmeyi, kendi çıkarlarımızdan ziyade ortak iyiliği düşünmeyi gerektirir.
Günümüzde depresyon, anksiyete gibi ruhsal sorunların artmasının bir nedeni de, insanlar arasındaki ülfet bağının zayıflamasıdır. İnsan, fıtratı gereği ülfet etmeye, sevilmeye, kabul görmeye ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç karşılanmadığında, ruhsal dengesi bozulur. Bu nedenle, modern psikolojide “sosyal destek” kavramı önemli bir tedavi yöntemi olarak görülür.
Son yıllarda yapılan birçok bilimsel araştırma, sosyal bağların insan sağlığı üzerindeki olumlu etkilerini ortaya koymuştur. Güçlü sosyal ilişkilere sahip olan insanların daha az hastalandığı, daha uzun yaşadığı, hatta kalp krizi, kanser gibi ciddi hastalıklarla daha iyi başa çıktığı görülmüştür. Bu, ülfetin sadece ruhsal değil, fiziksel sağlık için de ne kadar önemli olduğunu gösterir.
Fedakârlık yapmayı öğrenmek, ülfet bağını güçlendirir. Fedakârlık, sevginin ve ülfetin en güzel göstergesidir. Karşılık beklemeden vermek, paylaşmak, ülfet bağının güçlenmesini sağlar. Birgün Allah Rasûlü (s.a.v.), bir misvak dalından iki misvak yaptı. Misvakların birisi eğri, diğeri düz ve güzel idi. Rasûl-i Ekrem, misvakların güzel olanını yanındaki sahâbisine verdi ve eğri olanını kendisine ayırdı. Sahâbi: “Bu güzel misvak, size yakışır yâ Rasûlallâh!” deyince, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): “Bir saat bile olsa, bir kimse ile arkadaşlık edene, arkadaşlık hakkına riâyet edip etmediği sorulur.” buyurdu. Fedakârlık, ülfetin damarlarında akan kandır. Fedakârlık olmadan, ülfet yaşayamaz, soluksuz kalır.
Samimiyet ve doğruluktan ayrılmamak, gerçek ülfet için şarttır. Yüzeysel, çıkar ilişkilerine dayalı bağlar, gerçek ülfet değildir. Gerçek ülfet samimiyetle, doğrulukla, içtenlikle kurulur ve yaşanır.
Samimiyet ve doğruluk, ülfetin temelidir. Ülfet, yapmacık tavırlar, sahte gülümsemeler, içten olmayan sözlerle kurulamaz. Gerçek ülfet, kalbimizin derinliklerinden gelen samimi duygu ve düşünceleri paylaşmakla mümkündür. Bu nedenle, ülfet kurmak istiyorsak, öncelikle samimi ve dürüst olmalıyız.
Sözün özü, ülfet, Müslüman kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Kur’an ve sünnetin ışığında, ülfet etmeyi, kalpleri birleştirmeyi öğrenmeliyiz. Böylece hem bu dünyada huzur bulur hem de ahirette Rabbimizin rızasına ereriz.
Unutmayalım ki ülfet sadece bir sosyal beceri değil; aynı zamanda bir ibadet, bir erdem, bir güzelliktir. Ülfet edebilmek, insanı insan yapan en temel özelliklerden biridir.