Hızla akıp giden zaman içinde canlı olan her şey yaşlanmaya, solmaya ve ölmeye; cansız olan şeyler de yıpranmaya, eskimeye ve kullanılamaz hale gelmeye mahkûm olmaktadır. Uzmanlar insan ömrünü uzatmak ve insanların daha sağlıklı bir hayat sürebilmeleri için sürekli bir arayış içindedirler. Uzun bir hayat yaşamak çoğu kişinin arzusudur. Aynı şekilde yaşam içinde kullanılan her eşyanın da uzun ömürlü olması beklenir. Hem eşya ile duygusal bir bağ kurulması hem de satın alınan bir gerecin maddi kaygılar nedeniyle uzun süre kullanılması istenir. Üretimin ve imkânların kısıtlı olduğu eski dönemlerde alınan bir kıyafet bile çok uzun süre kullanılmıştır. Yırtıldığında atılmamış, hasar alan yerlere yama yapılarak kullanılmaya devam edilmiştir. Japonlar kırılan bir eşyayı altınla birleştirerek “kintsugi” adını verdikleri bir sanat meydana getirmişlerdir. Kırılan eşyayı atmak yerine, onu altınla tamir edip daha değerli hale getirmektedirler. Eşyaya verdikleri kıymetin yanında “hataların, kırılma ve acı çekmelerin insan ruhuna değer kattığı, çünkü hata yapanın hatalarından ders çıkarmasının, hiç hata yapmamaktan daha kıymetli olduğu” şeklinde farklı bir anlamı da bulunmaktadır. Bizim toplumumuzda da dede ve ninelerimizin bir eşyayı çok uzun süre kullandığını, yenisini alma imkânları olduğu halde onu değiştirmedikleri görülmektedir ve o eşyayı “emektar” olarak isimlendirmektedirler. Burada eşyaya verilen manevi değer ve hassasiyet, eşyanın ruhunu hissetme ve onu incitmeme çok rahat bir şekilde hissedilmektedir. Eski dönemlerdeki eşyaların daha kaliteli olmasının altında yatan sebeplerden biri manevi değer verilmesinden dolayı özenli kullanılması, eşyanın kıymetinin bilinmesidir. Ayrıca alım gücünün daha az olması nedeniyle insanların dikkat etmeleridir.
Zaman ilerledikçe hem üretim çoğalmış hem de maddi olanaklar artmıştır. Bu sayede ihtiyaçlar da rahatlıkla alınır olmuştur. Artık insanların yama yapılmış kıyafetler giymediğini, ufak bir yırtılmada dikip kullanmak yerine yenisini aldığını görüyoruz. Örneği kıyafetler üzerinden vermiş olsak da bu durumu neredeyse her alanda yaşamaktayız. Kişilerin alım gücüne bağlı olarak gözden çıkarılan eşyalar da değişmektedir. Bu, evde kullanılan küçük bir kırlent de olabilir, bir cep telefonu da olabilir, bir araba da olabilir. Üretim ve alım gücü arttıkça tüketim de buna paralel olarak artmaktadır. Tüketimin artması, fabrikalarda seri üretimin de artmasına sebep olmuştur. Bir ayakkabı ustası bir günde el ile altı-yedi çift ayakkabı yapabilirken bir ayakkabı fabrikasında bir işçi, makinayla kırk-elli çift ayakkabı üretebilmektedir. Ayakkabısı yırtılan çoğu kişi, ayakkabıyı diktirip kullanmak yerine yeni ayakkabı almayı tercih etmektedir. Bunda maddi imkânlarla birlikte modanın da etkisi olduğu söylenebilir. Ayağında her zaman aynı ayakkabıyı görmek istemeyenler için daha şık ve yeni bir ayakkabı almak, her zaman tercih edilen olmuştur.
Alışveriş merkezlerinin artması, internet üzerinden yapılan alışverişlerin kolaylaşmış olması, firmaların kampanyalar düzenlemesi gibi etkenler de tüketimi hızlandırmıştır. “Bir alana bir bedava”, “yüzde elli indirim” gibi kampanyalar insanlara cazip gelmekte ve fiyatının yüksek olmasına bakılmaksızın o ürünler kapışılmaktadır. “Şahane Cuma”, “Bu indirim kaçmaz!” gibi sloganlarla insanları sürekli alışveriş sitelerini takip etmeye yönlendirmektedirler. İnsanlar, normalde ihtiyaç duymadıkları, almayacakları ürünleri kampanyadan dolayı alma eğilimi göstermektedirler. “Ucuza almak”, “bedavaya almak” insanları keyiflendirmektedir. Son zamanlarda piyasalardaki artış nedeniyle insanlar bir ürünü şimdi almazlarsa birkaç hafta içinde fiyatının daha da artacağını bildiklerinden bir an önce geciktirmeden almak istemektedirler. Ürünün fiyatı artınca da “İyi ki almışız.” deyip kendilerini kârda görmektedirler.
Özellikle bu zor dönemlerde ayırt etmemiz gereken iki kavram vardır: İstek ve ihtiyaç. Alacağımız eşya/ürün, bizim gerçekten ihtiyacımız mı yoksa sadece almak, sahip olmak istediğimiz bir şey mi? Aldığımız zaman gerektiği gibi kullanmayıp bir kenara koyduğumuz eşyaları da görünce bu ayrımı yapmanın ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz. İsteklerimize dur demediğimizde, sınırlar koymadığımızda ucunu asla alamayız, çünkü her şeyi isteyen bir nefse sahibiz. Nitekim hadislerde “Ademoğluna altın ile dolu bir vadi verilseydi, o kendisine ikinci bir vadi verilmesini arzu ederdi…” buyrulmuştur. Bazı şeyleri çok isteriz, heyecanlanırız, hayalini kurarız. Elde ettiğimizde de o eski hevesimiz kalmaz. Başta gözümüzden bile sakınırken zamanla önemsememeye başlarız. Böylece o eşya bizim gözümüzde değersizleşir. İstek ve ihtiyaç olmaktan çıkar. Bizim gözden çıkarıp çöpün yanına, geri dönüşüm kutularına koyduğumuz şeyler, bir başkasının temel ihtiyacı olabilmektedir. Bugün büyük şehirlerde ihtiyaçlarını çöpten bulmaya çalışan pek çok insanla karşılaşıyoruz ve yüzlerine dahi bakmadan geçip gidiyoruz. Ucu olmayan isteklerimizi düşünüp neler hayatımızda olmazsa olmazlarımız, neler olmasa da olur, bunlara bir netlik kazandırmalıyız. Durumu olmayan, alamayan, ihtiyaç sahibi insanları sürekli düşünüp bazı isteklerimizden ve ihtiyaçlarımızdan vazgeçelim demiyoruz. Her şeyde olduğu gibi burada da orta yolda ilerlemek gerekir. Ne israf etmeli ne de tamamen kendimizi sıkmalıyız. Bizi ve tüm nimetleri yaratan Allah (c.c.), “Ey Âdemoğulları! Her namaz kılacağınızda güzelce giyinin, yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (Araf,7/31) buyurmaktadır. Ayrıca “Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” (Buhari, Libas 1; İbnu Mace, Libas 23.) buyrulmuştur. Yani Rabbimiz bizden nimetlerini kullanmamızı, şükretmemizi ve israfa kaçmamamızı istemektedir. Bunun yanında gerçek ihtiyaç sahiplerini gözetmemiz, gücümüzün yettiğince (paramızla, eşyamızla, erzakımızla) onlara destek olmamız da gerekir. Çünkü yüce dinimiz hem dünya huzuru hem de ahiret mutluluğu için bunu öğütlemektedir.
İnsan düşünmeden sınırsızca tüketme eğiliminde olduğunda sadece maddi odaklı yaşamaya başlıyor. Kanaat etmek, dostluk, şükretmek, paylaşmak, sencillik gibi güzel değerler insanın gündeminden yavaş yavaş siliniyor. Kişi benliğinde bulunan olumlu-olumsuz duygu ve düşüncelerden neyi beslerse o yeşerip kök salmaktadır. Yaradılışı gereği insanın içinde iyi ve kötü birlikte bulunur. İnsan da iyilik halini artırmak ve kötülükten uzak durmak için mücadele etmekle sorumludur. Bunun için sınırsız tüketim konusuna, üretmeye, paylaşmaya, elindekilere kanaat etmeye, yoklukta sabretmeye, varlıkta şükretmeye de dikkat etmelidir.
Sadece tüketmekle ömür geçmez. Üretmek de insanların hayatında olmalıdır. Üretmeyi sadece büyük fabrikalarda büyük ürünler üretmek şeklinde algılamamak gerekir. Bir çiçek yetiştirmek, bir kitap yazmak, bir resim çizmek, geri dönüşüm malzemelerinden bir eşya yapmak, fikir üretmek, hayal kurmak, kazak örmek, el işi yapmak gibi örnekler çoğaltılabilir. Üretmek neden önemlidir? İnsan beyni sağ ve sol beyin denilen bölümlerden oluşmaktadır. Sol beyin genelde mantıksal işlemlerin yapıldığı yerdir. Sebep sonuç ilişkisi kurma, düşünme, öğrenme bu bölümde gerçekleşmektedir. Sağ beyin ise duyguların, sezgilerin yaşandığı, hayallerin kurulduğu bölümdür. Sağ beyin, insanı mekanik bir varlık olmaktan kurtaran, insanı insan yapan özelliklerin bulunduğu kısımdır. Merhamet, sevgi, şefkat, empati gibi duygular burada yönetilir. Sol beyinde akademik başarı, sağ beyinde ise sanatsal faaliyetler gerçekleşir. Sağlıklı insan hem sağ beynini hem de sol beynini kullanabilendir. Sadece sol beynin kullanılması kişiyi akademik bilgi ve mantık konularında zirveye çıkarırken duygular konusunda sınıfta kalmasına, duygusuz, merhametsiz bir insan haline dönmesine sebep olabilir. Aynı şekilde sadece sağ beynini kullanabilen bir insan da mantıklı hareket edemeyen, her zaman duygusal davranıp yanlış kararlar alan bir insana dönüşebilir. Üretmek fiilini gerçekleştirirken de kişiler hem sağ beynini hem de sol beynini kullanabilmektedirler. Üretmek için hem bilgi hem de duygular gerekir. Bu nedenle bir şeyler üretirken biz farkında olmadan beynimizin her iki lobunu da kullanmış ve beynimizi çalıştırmış oluruz. Üretmek, yeni bilgiler öğrenmeyi ve var olan bilgileri hatırlayıp kullanmayı da gerektirdiğinden doğal olarak beyin egzersizi yapmış oluruz.
İnsanların gençliklerinde bir hobi edinmelerinin kıymeti, yaşlılıkta çok daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü artık çalışma hayatında değillerdir ve Erikson’un psikososyal gelişim kuramına göre “üretkenliğe karşı durgunluk” dönemine girmişlerdir. Bu dönemde hiçbir işle, hobi ile uğraşmayan yaşlıların beyin fonksiyonlarında bozulmalar, demanslar görülebilmektedir. Ailesiyle, çocukları ve torunlarıyla zaman geçiren, bir işle meşgul olan, Kur’an okuyan, kitap okuyan, ibadetlerini yapan, hobi edinen yaşlıların ise daha mutlu oldukları, sosyal-duygusal-zihinsel olarak daha sağlıklı oldukları gözlemlenmektedir. Yaşlıların üretkenliklerinin devam etmesi için bazı bakım merkezlerinde toprakla uğraşmaları, bitki ve çiçek yetiştirmeleri için uygun alanların yapıldığına görmekteyiz.
Burada tüketimin maddi olanına değindik. Peki manevi tüketim diye bir şey var mıdır? Sevdiğimiz, değer verdiğimiz insanların güvenlerini, sevgilerini, fedakârlıklarını, yaşama sevinçlerini, tahammüllerini tükettiğimiz hiç aklımıza geliyor mu? Bencilleşen ve gittikçe maddeleşen dünyada sevdiklerimizin duygularını da tüketebiliyor ve çıkarımıza ters düştükleri anda bir kalemde silip hayatımızdan çıkarabiliyoruz. Bir eşyayı bile bu kadar kolay atamazken, atacağımızda on kere düşünürken bir insana yaptığımız bu muamele içler acısı!.. Eşlerimizin, çocuklarımızın, anne ve babalarımızın duygularını bencil isteklerimiz ve yersiz beklentilerimizle tüketiyor ve onları incitiyoruz. Sadece almaya ve tüketmeye alıştığımız bir hayatta manevi tüketimler de haliyle fazla olacaktır. Bunun önüne geçebilmek için alma-verme dengesini gözetmemiz ve bencillikten kurtulup diğerkâmlığı, cömertliği, sevmeyi, fedakârlık yapmayı bir an önce öğrenmemiz gerekir. Aksi takdirde maddi şeylerin tükenip gideceği gibi sevdiklerimiz ve onların güzel duyguları da tükenip elimizden gidecektir. Tüketirken asıl kendimizin tükendiği gerçeğine uyanmalıyız. Bazen de sadece verici olan taraf biz oluyor ve insanların bizi tüketmelerine izin veriyoruz. Sadece verici olduğumuz bir hayatta kendi kendimizi tükettiğimizi ancak patlamalar yaşadığımızda anlıyoruz. Alma verme dengesinin hem beden hem de ruh sağlığımız için acilen kurulması gerekmektedir. Kendi değerimizin ve elimizdeki değerlerin farkına varıp sevdiklerimizle sağlam ilişkiler geliştirebilmemiz için daha neyi bekliyoruz! Zira ömür sandığımızdan da kısa…