Veli oğlunun İtalya’da yakalanması, gümrükte mallarının kaçakçılık ve istihbarat birimlerince incelenmeye alınması haberi üzerine bir dakika önceki bütün neşesini kaybetse de metanetli bir yüz ifadesi vardı. Olcay ise babasına bir şey olmasından endişelendiği için ellerinden sıkıca tutmaya devam etti. Veli tevekküllü bir ses ile “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.” dedi. Korkmuş ve telaş içindeki sekreteri patronun bu metin tavırları karşısında şaşkın şaşkın Olcay’a bakıp gözleriyle adeta “Ne oluyor?” dedi. Olcay karnı seviyesindeki eliyle “Sakin ol, korkacak bir şey yok.” işareti yaptı. Veli koltuğuna otururken Olcay babasına su uzatıp teskin edici sakin bir tonda “Babacığım sen merak etme, biz sorunu en kısa zamanda çözeceğiz. Avukatlık ofisimiz tüm gücüyle çalışıyor.” dedi. Ceketinin iç cebinden alelacele karalanmış buruşuk bir kâğıt parçası çıkarttı. Eliyle düzeltip babasının önüne bıraktığı kâğıtta yazılı olanları sözlü anlatmaya başladı. “İlk önce yayın yasağı getirteceğiz. Kamuoyunu bilgilendirmek için bir basın bildirgesi hazırlayacağız. İtalya’da güçlü ve etkin avukatlarla irtibattayız. Ben bugün İtalya’ya uçacağım. Ticari itibarımızın zarar görmemesi için direkt patron ve üst düzey yöneticilerle irtibata geçmemiz gerek. Bunu da sizin yapmanız en uygunu… Babacığım bu benim hızlıca hazırladığım yol haritası.” dedi. Veli kâğıtta yazılı olanlara ilgisiz, soğuk soğuk bakarken Olcay “Siz işin beyni olarak burada işleri idare ederken ben hem hukukçu kimliğimle resmî süreci takip edeyim hem de olayın iç yüzünü öğrenmek için İtalya’ya gideyim.” dedi. Veli bir evladına bir kâğıda baktı. Küçük ve yumuşak dokunuşlarla kâğıdı düzeltirken aslında beynin içindeki düşünceleri tertipliyordu. Veli “Evlat, ben bugünlere kavgadan kaçmadan vuruşa vuruşa geldim. Şimdi yaban ellerde evladım hapislerde sürünürken ben burada oturamam… Vurur kırarım, bedeli ne olursa olsun onu oradan alır, gelirim…” dedi. Olcay net tonda “Babacığım işin boyutunu bilemiyoruz. Sizi de işin içerisine dahil edebilirler.” dediği anda giriş kapısında peş peşe çalan polis sirenleri duyuldu. Camdan baktılar. Üzerlerinde Interpol, narkotik yazan yelekli polisler ve uzun namlulu silahlarıyla özel harekatçılar vardı. Olcay haklı çıkmasına sevinememenin hüznüyle “Tam da tahmin ettiğim gibi.” dedi.
Alperen’in ayakları hem birbirine zincirli hem de yerdeki halkaya kelepçelenmişken elleri de masaya zincirlenmişti. Simsiyah duvarlar daha önce işkence görenlerin acı dolu çığlıklarını, ahlarını haykırırken kokuşmuş ruhların boğucu pis kokusuyla birleşip insanın nefesini kesiyordu. Bakışlarıyla Alperen’i direkt suçlu ilan eden polislerin ellerinde kılıç gibi salladıkları dosyaları görünce içinizde şu düşünceye kapılıyordunuz: Boşuna direnme, suçu kabul et! Zaten yol boyunca kasti olarak araçta hırpalanan Alperen’e kısa boylu, pos bıyıklı polis sağlı sollu peş peşe yumruklar attı; ağzıyla burnu yer değiştirirken yüzü kan içinde kaldı. Diğer polis cebinden çıkarttığı mendille çenesinden tutup “Bizim güzel ülkemize uyuşturucuyu nasıl sokuyorsun? İşbirlikçilerin kimler?” dedi. Alperen yaklaşan işkence fırtınasının da etkisiyle en saf, içten ve sözünü kabul ettirmek isteyen ruh haliyle “Ben iş adamıyım. İtalya’ya tekstil fuarı için geldim. Uyuşturucu satmayı bırak kullanmam bile… Ortada büyük bir yanlış anlama var.” dedi. Polis küçük kilitli poşet içindeki uyuşturucuyu önüne atıp “Bunlar, yakalandığında üzerinden çıktı.” dedikten sonra dosyadan dört fotoğraf çıkartıp önüne koydu. Polis “Bunlar da otel odasında yaptığımız aramada ele geçirdiklerimiz.” dedi. Gözbebekleri büyüyen Alperen bütün acılarını hissetmez oldu. Alperen “Olamaz, imkânsız. Birileri yerleştirmiş olmalı.” dedi. Kısa boylu polis saçlarından tutup yüzünü masaya sürterken “İnkâr senin gibilerin karakteridir.” dedi. Diğeri ise masaya yapışık gözlerinin önüne kan tahlili sonuçlarını koyup “Bu delilleri inkâr etsen bile kanın öyle demiyor. Aksine bende benzodiapezin, barbitürat var diyor…” Alperen tahlil sonuçlarının bu kadar hızlı gelmesine anlam veremedi. Alperen “Evet bu küçük paketi bana arkadaşım verdi. Alkollüydüm, tam hatırlamıyorum, birkaç tanesini almış olabilirim. Ama fotoğraftakiler bana ait değil.” dedi. Polis tahlilleri dosyaya geri koyarken arkadaşına bakıp “Şiddete gerek yok demiştim. Kolay anlaşacağımızı söylemiştim.” dedi. Bu kez Alperen’in karşısındaki sandalyeye oturup “ Ufak ufak kabul başladı. Şimdi de Santana’yı nasıl öldürdüğünü anlat bakalım.” dedi. Alperen “Santana ile dün gece tanıştık. Biraz eğlendik… Ama onu ben öldürmedim.” dedi. Kısa boylu polis tekrar saçlarından tutup başını geri doğru kanırtırken çenesinden onu masaya sürterken diğeri yine dosyadan fotoğraf çıkarttı. Santana’nın cesedi ve yanındaki şırınga vardı. Polis eliyle göstererek “Enjektörde senin parmak izlerin var. Kızın vücudundaki DNA kalıntıları da sana ait…” sonra cep telefonunu çıkartıp video oynattı. Polis “Parktaki foto kapan ve parkı gören çevre kameraların görüntüsü. Gece kız uyuşturucu enjekte ederken olan görüntüler. Bunlar da sabah bölgeden hızla kaçarken seni çekmiş. Sonrasını biliyorsun. Taksiye binip kaçmak için havalimanına geliyorsun.” dedi. Alperen hızla bataklığa saplandığını anlıyordu. Alperen “Doğru, gece eğlendik. Mekândan çıktıktan sonra soluk almak için parkta oturmuştuk. Aldığımız alkol ve maddeden dolayı kendimizden geçmişiz. Sonrasını hatırlamıyorum. Uyanınca yanımda cesedi gördüm. Korktum, panikleyip kaçtım…” dedi. Kısa boylu polis yumruğunu masaya dayayıp Alperen’in kulağının dibine kadar sokuldu, tükürükler saçarak yüksek tonda “Sadece beraber eğlendik, madde kullandık. Gerisini hatırlamıyorum, benim ölümle bir alakam yok diyorsun.” dedi. Alperen adamın kendisine inanmasını temenni ederek “Evet, aynen öyle…” dedi. Karşısında oturan polis “Rafi Kumcu’yu tanıyor musun?” diye sordu. Alperen “Evet arkadaşım olur.” dedi. Polis “Kaç yıldır arkadaşsınız?” dedi. Alperen gözlerini hafif yukarı kaldırıp başını sağa sola sallayıp kabaca hesapladı “Liseden beri arkadaşım. Rahat on, on iki senesi var.” dedi. Polis “Ne kadar yakınsınız? Ona güvenir misin?” diye sordu. Alperen “En yakın arkadaşımdır. Kendime güvenmem, ona güvenirim.” dedi. Polis gülerek “İnsanın böyle dostları olması güzel… Dün gece arkadaşın ve yanındaki kız polisten kaçarken yakalandılar. İfadeleri alındı. Bu yasaklı maddeleri senden aldıklarını hatta İtalya’ya da senin soktuğunu söyledi.” dedi. Alperen “Yalan…” sesini yükselterek “Yalan söylüyorsunuz. Arkadaşım öyle bir şey yapmaz da söylemez de…” dedi. Polis emin tavırlarla dosyadan ifade tutanağını çıkartıp gösterdi. Alperen o an yıkıldı, bitti. Bu, maruz kaldığı işkenceden daha acı verici geldi. Hâlâ inanamıyordu. Alperen “Baskı altında söylemiştir.” dedi. Polis Rafi’nin cep telefonundan mesajlaşmalarının dökümünü önüne koyup eliyle sekizinci satırı gösterdi. “Bu senin ona attığın mesaj. Buralardan, baba baskısından, bu işlerden bıktım. Avrupa’da ofis açıp zahmeti az, kazancı yüksek işlere gireceğim. Hayatımın tadını gönlümce çıkartacağım… diye yazmışsın.” dedi. Alperen “Evet bu doğru ama kastettiğim iş kaçakçılık, uyuşturucu satıcılığı değildi. Biz zaten dürüst bir aileyiz. Babam Türkiye’nin en saygın iş adamlarındandır.” dedi. Polis kolundaki saatine bakıp alaycı bir şekilde “Göreceğiz! Şu an Interpol ve Türk Polisi şirketinizde inceleme yapıyor.” dedi. Rafi’nin onu suçlayan ihanet dolu ifadelerinden sonra bu duyduklarıyla birlikte Alperen’in bütün vücudunu bir soğukluk kapladı, boncuk boncuk terlerken dizlerinin bağı çözüldü. Beyninde o anda geleceğe dair binlerce olumsuz fikir peydah oldu. Bu bitmişlik ve karmaşa içinde o an için en mantıklı gelen “Bütün suçu üzerime alıp bu pisliğin aileme bulaşmasını engellemek.” diye düşündü. Gözlerini yumdu, cesaretini topladı, hepsini tam kabul edecekken “Ben hepsini kabul edip en güzel senelerimi hapishane köşelerinde geçirirken ailem, Rafi günün gün edecek… Kim beni benim kadar düşünür?” diye geçirdi içinden. Bu bencillik belki de ilk kez onu yanlıştan koruyacaktı. Topladığı cesareti, direnen bir savaşçı ruhuyla “Benim tek suçum felekten bir gece çalıp birkaç hap almak. Gerisi uydurma…” dedi. Polisler birbirlerine baktılar. Biri ayaklarını tekmeleyip sonra kelepçeleri çözerken diğeri çekiştire çekiştire bileklerindeki zincirleri çözdü. Ayaklarının zincirli olmasına aldırış etmeden odadan çıkartıp uzun bir koridorda yirmi metre götürdüler. Nihayet kapısı açık hücrenin önüne gelince ayaklarındaki prangaları çözüp içeri attılar. Kapıyı öyle sert kapattılar ki yankısı uzun koridorda neredeyse beş dakika boyunca duyuldu, demir anahtar ile kilidin zevkini çıkara çıkara dört turda kilitlediler. İşkencelerden zihni bunalmaya başlayan Alperen nereye düştüğünü anlamak için göz attı. Bu kesme taş duvarlar arasında ilk gözüne çarpan pislikten artık seramiği görünmez olan klozet oldu. Sonra hemen onun üstünde içeri zar zor ışığın girdiği demir parmaklıklı pencere, dağılmak üzere olan küflü ranza; kokuşmuş, parçalanmaya ramak kalmış battaniye ve nevresimler oldu. Manzara iç karartıcıydı. Dikkatini duvarlara verdi. Duvarlarda, kafayı yememek için, belki de umut vermesi için önceki mahkûmlarca çizilen resimlerle bir türlü okumayı beceremediği yazılar vardı. Belki ilk başta dikkat etmesi gereken musluğu en son fark etti. En azından ellerini, yüzünü temizler, birazcık da olsa ferahlardı. Sarı pirinçten dökülmüş tarihî eser gibi duran musluğu çevirdi. Önce suyun güzel sesi gelse de sonrası daha büyük bir hayal kırıklığıydı. Akan su paslıydı ve pis bir koku saçıyordu. Kendini umutsuzca yatağa bıraktı. Yatağın yayları sırtına batıyor ve yer yer çökmüştü. Bu haliyle yatak, tezekli tarlaya benziyordu. Ama onun buna aldıracak hali yoktu. Vücudunu yatağa uydurarak yatınca biraz rahat etti. Dalmak için gözünü yumarken kapının üzerindeki kamerayı fark etti. İstemsizce başını klozete doğru çevirip “Yuh be artık. Her şey pis tamam da izlemek nedir ya!” dedi. Bu saatten sonra gözüne uyku zor girerdi. Zihnini meşgul etmek için yatağın bitişik durduğu hemen solundaki duvarda bulunan çentikleri saymaya başladı. İlk başlarda kalın ve belirgin olan çentikler zamanla incelip kaybolmaya yüz tutmuş gibiydi. Nihayet üç yüz olunca sonunda zor da olsa okumayı başardığı yazı vardı. “Buradan çıkmayacağını anladığın gün kurtulduğun gündür.” yazıyordu. Alperen bir an buradan hiç çıkamayacağını, güneşin ışıkları altında ısınıp ciğerlerinden taşarcasına oksijen soluyup gönlünce gezemeyeceğini düşündü. Düşüncesi bile korkunçtu ki kabullenmek ölümdü. Sonra tekrar yazıya bakıp gülümseyerek yazan kişiye “Hadi oradan zayıf adam.” dedi. O ara yaklaşan ayak seslerini duyunca kulak kesildi. Bu, tek bir adamın ayak sesleriydi ve hücrenin kapısının önüne gelince durdu. Alperen yine sorguya alacak olsalar en az iki kişi olur diye düşünürken kapının tam ortasındaki küçük sürgülü pencere açıldı, demir levha içeri doğru düştü. İki el beyaz renkli köpükten yemek tabldotu uzatıp “Yemek” dedi. Alperen “Bugün başıma gelen en güzel şey…” diye sevindi, yemeği almak için gittiğinde karşıda onu pis bakışlarla izleyen gardiyanı gördü. Alperen yemeğin kapağını açınca çorba, etli patates, ekmek ve suyu gördü. Gardiyan “Afiyet olsun.” dedi. Bu beklenmedik iyi dileğe karşı şüpheli yaklaşsa da Alperen “Teşekkürler.” dedi. Gardiyan “Sen Türko?” diye sordu. Alperen “Evet.” dedi. Gardiyan “O zaman eti çok seveceksin.” dedi. Alperen “Yok ya öyle mi?” dedi. Gardiyan kendisini gülmemek için zor tutarak “Evet, domuz eti.” deyip zapt edemediği kahkahayı koridoru yıkarcasına bastı. Sonra küçük pencereyi kapatıp gitti. Alperen elinde yemekle öylece kalakaldı, midesi bulandı. Yemeği fırlatıp “Ne pis, alçak adamlarsınız siz?” diyerek kapıyı yumrukladı. Nihayet elleri dayanılmaz derecede acıyınca bunun faydasız olduğunu anladı. Sırtını kapıya verip ayaklarını ileri doğru uzatarak yere oturdu. Dilinin kurduğunu fark etti ama öfkeyle fırlattığı yemeklerle birlikte su da dökülmüş, ekmek yere düşüp kirlenmişti. Durumunu tekrar muhakeme etti. Paslı pis su akan musluk, Hint fakirlerinin yattığı yatak, daracık pencereli yerde havasız ışıksızdı. Burası, değil insan, nefes alan hiçbir canlının yaşayamayacağı dört duvar arasıydı. Daha kötüsü an be an artan psikolojik işkence… Gözü tekrar duvardaki yazıya takıldı. “Buradan çıkmayacağını anladığın gün kurtulduğun gündür.” Tecrübe edilmiş bilgi en kesin bilgiydi, daha başta bunu kabullenirse rahat edecekti. Saatler ilerledikçe küçük pencereden sızan ışık azalıp hücre karanlığa bürününce rahat etmek için yine vücudunu yatağın şekline sokup gözlerini yumdu… Hiç olmaz ise uykuda çileyi, acıyı geçici bir süre de olsa unutabilirdi. Kim bilir güzel rüyalar bile görürdü. Tam uykuya dalacakken “Şak” diye insanın içine işleyen hücre ışığı yandı. Öyle ısı ve parlaklık saçıyordu ki kendisini ağustos ayında öğle güneşinin altında zannetti. Aldırmadan uyumak için çabaladı ama nafile uyuyamadı. Böylece yorulmuş bitkin bir vücutla sabahı ettikten sonra yine aynı adımlar, sürgü sesi içe düşen metal parça bırakılan beyaz köpükte bu kez kahvaltılılar… Bu kez salam, sucuk, ekmek ve su vardı. Gardiyan yine pis pis bakıp Alperen’in mesajı aldığından emin gülerek gitti. Alperen ise bu kez öfkesine sahip çıktı, tabağı fırlatmayıp sadece ekmeği suya banarak yedi. Et ve türevleri gözüne öyle güzel gözüküyordu ki ama bu saatten sonra temiz olsalar bile yiyemezdi. Bu mutat çile dolu süreç iki gün boyunca devam etti. Yalnızlıktan o kadar çok sıkılmıştı ki belki Allah’ın başka bir kulu vardır diye diğer hücrelere sesini duyurmaya çalıştı. Ama tık yoktu… Kendi kendine kollarını yana açıp sinirinden gülerek “Adamlar bana özel hapishane tahsis etmişler.” dedi. Kimseyle konuşamamak, bir ses duyamamak onu çıldırtmak üzeriydi. Gözleriyle artık duvar diplerini, köşeleri gözlüyordu. Belki bir fare, karınca bilumum hayvanat gelir de severim, o da karşılık verir diye umutlanıyordu. O bu arayıştayken o tanıdık iki polis Alperen’i tekrar işkenceye götürdüler. Sordukları her soruyu onları kızdırma pahasına da olsa saçmaladı, olabildikçe uzun cevaplar veriyor. Çünkü konuşmaya, insan nefesi duymaya yemek içmek kadar ihtiyacı vardı. Artık adamların yumrukları, tekmeleri, farklı tarzdaki can yakıcı işkenceleri onun canı yakmıyordu, daha doğrusu artık o acıyla başka acıları bastırıyordu. Hatta zevk almaya başlamıştı çünkü hiçbir işkence yalnızlıktan daha can yakıcı değildi.
Yakalandığı andan beri babasının bir şekilde kendisini bulup kurtaracağından emindi. O olmazsa her sorunu bir şekilde çözen yardımcısı Volkan kapıdan, bacadan; olmadı gider deliğinden içeri bir haber uçururdu. Ama hiçbir şey umduğu gibi değildi. Günden güne ümitleri iyice kırılmış, her günü bin seneye denk koca on beş gün geçmişti. Suya ekmek banıp yemekten karnı sırtına yapışmışken bedeni ise işkencelerden kum torbasına dönmüştü.
Geceleri ise özellikle yakılan lambalardan dolayı çok yorgun düşünce bir kaç saat uyabiliyordu. Artık ilk okuduğunda hafife aldığı “Buradan çıkmayacağını anladığın gün kurtulduğun gündür.” sözüne iyice inanmaya başlamıştı. Yüzünü görmese bile sadece sıcak bir dost sesi ona hayatta tutunmak için sebep verecekti, ama o bile yoktu. On altıncı günün sonunda soğuk taş zemine kendisini ölmek için öylesine bıraktı. Hafiften kendinden geçerken ölüyorum galiba diye sevinmeye başladı. Kulağına karışık ayak sesleri gelmeye başlasa da kalkıp kulak kabartacak mecali yoktu. Nasılsa tecrübeyle sabitti, bir şey olursa kapıyı açıp sürükleye sürükleye götürüyorlardı. Fakat ayak sesleri bu kez onun hücresinin önünde durmayarak geçip gitti. Tam karşısındaki hücrenin kapısı açıldı. Sökülen bant sesine benzer bir ses duyulduktan sonra “Sakın gürültü yapma, yoksa o uzun dilini keserim.” tembihini işitti. Sonra adam içeri fırlatıldı ama çuval mı insan mı, belli değildi. Kendisine yapıldığı gibi kapı aynı ritüellerle kapatıldı. Adamlar geri dönüp gidiyordu. Alperen ise olan biteni uyku ile uyanıklık, hatta ölmek ile hayatta kalma eşiğinde dinliyordu. Nihayet ayak sesleri kesilip uzun koridorun da kapısı kilitlenince gür bir ses adeta kâinatı titretti. Öldüm zanneden Alperen hemen toparlanıp ayağa kalktı. Ruhuna kuvvet, bedenine şifa veren “Ezan-ı Muhammedi” idi… Her bir harfinin hakkıyla duymak için kulağını kapıya dayayarak dinlemeye koyuldu. Gözlerinden yaşlar sıcak sıcak, istemsizce akarken mecalsiz bedenin her bir hücresine can geldi. Bu gıdadan neşet eden bir kuvvet değildi. Allah’a iman ve onun tezahürüydü. Hücreye o an dolan ışık duvarlara, bütün engellere, olumsuzluklara rağmen öteleri gösteriyordu. Mecz halindeki Alperen şöyle bir üstüne başına baktı, etrafına bakındı. Sanki bir kabuk düşmüş, örtü kalkmış yepyeni bir Alperen doğmuş, zuhur etmişti. Bu ezan onun için tıpkı yeni doğan bebeğin kulağına okunan ezan gibiydi. Ezan “Hayya El Felah” a geldiğinde koridorda bu kez koşarak gelen ayak sesleri duyuldu. Kapıyı hızla açılırken onu takip eden cop sesleri ortalığı inletti.
Alperen kapıyı yumruklarken en galez küfürlerin eşliğinde “Bırakın lan onu… Gücünüz yetiyorsa bana da dalın…” diyordu. Bir süre sonra sesler kesildi. Alperen de öfke ateşi hâlâ kor gibiydi. Bu yapılanları sindiremiyordu. Sonra yere, dizlerinin üzerine oturdu, düşünmeye başladı. “Hadi onlar bilmiyor, duymamış, cahiller… Ya sen? Ya sen Alperen Bey? Sen ezanı duyduğun, bildiğin halde gönül kapılarını kapattın. Ezan ve davet ettiklerinden kaçıp tam aksi bir hayat kurmak için ne olmaz işlere kalkıştın.” dedi.
Devamı Gelecek Ay…