Psikolojik Dayanıklılık ve Sosyal Gelişim / Doç. Dr. Mehmet Dinç

Popüler kültürün negatif-olumsuz etkilerinden kendimizi nasıl kurtarabiliriz?
Popüler kültür başta modern teknoloji aygıtları marifetiyle olmak üzere hayatımızın oldukça içinde, merkezinde yer alıyor. Biz de ister istemez gerek popüler kültürün, gerekse modern teknoloji aygıtlarının etkileri üzerine konuşuyor, yazıp çiziyor, dertleniyoruz. Ne yaparsak teknolojinin, medyanın, internetin ve dolayısıyla popüler kültürün negatif-olumsuz etkilerinden kendimizi mümkün olduğu kadar kurtarabiliriz?
Bu konuda şöyle bir örnek gelir aklıma hep: Kış aylarında özellikle kar yağmadığı zaman etrafta çok mikrop olur. İnsanlar kolay hasta olurlar. İnsanlar etrafta mikrop olduğu zaman, kar yağmadığı zaman, fizyolojik olarak hasta olmaya çok müsait oldukları zaman yaptıkları şey sokaklara çıkıp mikrop öldürmeye çalışmak değildir, sokakları mikroplar ölsün diye ilaçlatmak değildir. Onun yerine bünyelerini güçlendirmeye çalışırlar. Portakal suyu içerler, meyve yerler, sağlıklı beslenmeye gayret ederler, istirahat etmeye gayret ederler vesaire… Yani dışsal faktörleri düzeltemiyorsak, bu bir şekilde muhal ise içsel anlamda güçlülüğü yakalamalıyız. O zaman mikrop ne kadar fazla olursa olsun ben hastalığa yakalanmadan hayatıma devam edebilirim noktasına gelebiliriz. Şimdi yaşadığımız dünyada teknoloji hayatımızın bir parçası haline gelmiş durumda. İnternet ve televizyonsuz yaşamak çoğu insan için mümkün gözükmüyor. Hayatımızı kolaylaştırdığı ölçüde teknoloji de olsun, internet de medya da olsun. Bunların “Bana zarar vermemesi” için benim ona buna dertlenmeden, onu bunu suçlamadan kendimi güçlendirmem gerekiyor. Yani “psikolojik dayanıklılık” dediğimiz şeyin bizde olması gerekiyor.
Psikolojik dayanıklılık nedir?
Çok kısaca şöyle açıklayabilirim: Bu dünya cennet değil. Bunu herkes biliyor, hepimiz biliyoruz. Ne demek bu dünya cennet değil? Bu dünyanın derdi olacak, bu dünyanın sıkıntısı olacak, bu dünyanın problemi olacak, bu dünyanın hastalığı olacak. Biz de yaşayacağız, etrafımız da yaşayacak. Bu dünyada var olmuş, var olacak herkes bu dünyanın kirini pasını, derdini sıkıntısını çekecek. Ama bu demek değil ki sıkıntılar, dertler, hastalıklar, problemler bizi yıkacak. Yıkmayacak… Problem varsa çözüm var, bunu bileceğiz. Hastalık varsa şifası var, bunu bileceğiz. Dert varsa devası var, bunu bileceğiz. Dertler karşısında eğilmeyeceğiz, bükülmeyeceğiz, düşmeyeceğiz. Düşersek de kalkacağız. Bir insan doğduğu andan itibaren yürüyene kadar iki yüz kere düşüyor kalkıyor, düşüyor kalkıyor… Hiçbir insan duydunuz mu “Bu insan bebekken çok düşmüş, yeter artık kalkmıyorum demiş, böyle yerde geziniyor.” Yok böyle biri, tarih şahit olmamış. Düşüyorsa kalkacak insan. Ama o kalkma gücünün var olabilmesi için insanın psikolojik dayanıklılığının olması lazım. Düşmek ayıp değil; düşüp kalmak, kalkmamak ayıp. Kalkmamız gerekiyor ve kalkabilmemiz için de psikolojik dayanıklılık çok önemli.
Peki, psikolojik dayanıklılık nasıl sağlanır? En başta fıtrattan bahsetmek gerek. Fıtrata göre yaşamak, fıtratı muhafaza edebilmek çok önemli. Çünkü insan doğduğu anda birçok şeyle mücadele edebilecek güçle doğuyor esasında. Yani insanın kendi programı, kendi yapısı, kendi fıtratı, dünyanın kirini pasını, derdini tasasını kaldırabilecek düzeyde. Ne zamanki bu yapıyı bu programı bu sistemi bozuyoruz, o zaman bünye zayıflıyor, psikolojik dayanıklılık azalmaya başlıyor, o zaman psikolojik sorunlar söz konusu olmaya başlıyor. Psikolojik dayanıklılığı arttırmak için, fıtrata uygun yaşamak için yapmamız gereken, temelde gelişim boyutlarını birbirine paralel olarak götürmek. Maalesef en büyük sıkıntılarımızdan bir tanesi ergenliğin de bugün uzaması, daha problemli hale gelmesinin en temel sebeplerinden bir tanesi, âcizane kanaatim, gelişim boyutlarının birbirine paralel gitmemesi…
Gelişim boyutlarının birbirine paralel gitmemesi ne demek, konuyu açıklayabilir misiniz?
Gelişimin malumunuz beş temel boyutu var: Fizyolojik gelişim, psikolojik gelişim, sosyal gelişim, zihinsel gelişim, manevi gelişim. Anne babalar çocuklarının fizyolojik gelişiminden dertli… Hiçbir anne baba yoktur ki çocuğunun midesi aç kaldığında dertlenmesin, çocuğu üşüdüğünde dertlenmesin, çocuğu hasta olduğunda dertlenmesin. Ama bedene gösterdiğimiz hassasiyeti maalesef psikolojiye göstermiyoruz, zihne göstermiyoruz, maneviyata göstermiyoruz, sosyalliğe göstermiyoruz. Dolayısıyla bu çerçevede bedene karşı ne kadar hassas isek, yatırım yapar isek beden büyüyor gelişiyor, çok güzel. 15 yaşında bir beden var; bütün sağlığıyla beraber ayakta ama psikolojik gelişim 15 yaşında mı? Zihinsel gelişim 15 yaşında mı? Sosyal gelişim, manevi gelişim 15 yaşında mı? Şayet bu gelişim boyutlarına bedene yatırım yapıldığı gibi yatırım yapılmazsa diğer gelişim boyutları beden gibi gelişemeyebiliyor. Yani 15 yaşındaki bedenin sosyal gelişimi 15 yaşında olmayabiliyor, sosyal gelişimi 10 yaşında olabiliyor. 15-20 yaşındaki bir insanın psikolojik ve manevi gelişimi 10 yaşındaki bir çocuk gibi olabiliyor. Dolayısıyla hepsi esasında ciddi anlamda yatırım istiyor.
Bu konuda ne tür yatırımlar yapılabilir?
Bu anlamda temel yatırım olarak çok kısaca üzerinde durmam gerekirse, mesela fizyolojik gelişime baktığımızda üç tane temel üzerinde çok ciddi olarak durmamız gerekiyor, üç noktaya çok ciddi olarak hassasiyet göstermemiz gerekiyor. Bunlardan birincisi uyku meselesi. Bizim fıtratımızda uyku var, uyuyacağız. Ama bu uykunun da bir adabı var, bu uykunun da kuralları var. Bu uykunun vücudun alıştığı bir sistemi, yaratılışımızdan gelen bir sistemi var ve buna uyarsak işimize yarayacak. Ama uygun uyumazsak, o zaman uykusu düzgün olmayanın uyanıklığı da düzgün olmuyor. Uykusu sağlıklı olmayanın uyanıklığı da sağlam olmuyor. Nitekim uyku anlamında problem yaşayanlar ya da uykuyu sistemli ve doğru bir şekilde uyumayan insanların psikolojik problemlerinin daha çok olduğu literatürde yapılan araştırmalar tarafından gösteriliyor. Psikolojik dayanıklılığın daha az olduğu, öğrenmede daha zorluk çektiği, hiperaktivite bozukluğu konusunda daha riskli olduğu, araştırmalar tarafından gösteriliyor. Bu anlamda dikkat etmemiz gereken 3 temel gerçek var. Düzenli, dengeli, yeterli uyku.
Düzenli uyku ne demek? İnsanın yattığı ve kalktığı saatin belli olması… Ve bunun hafta sonu da böyle olması demek. Maalesef şöyle bir sıkıntımız var: İnsanlar okula gidiyorlar, hafta içi işe gidiyorlar, sabah 7’de kalkıyorlar, cumartesi, pazar sabah 10’da kalkıyorlar. Kaynaklar buna “sosyal jet lag” diyor. Nasıl jet lagde insan uçağa biniyor, uçakla gittiği yerin ikliminden, saat farkından etkilenip bir dengesizlik yaşıyorsa; bu şekilde insan vücut ayarlarıyla oynarsa hafta içi belli bir saatte yatıp belli bir saatte kalkmaya alışmış vücudunu hafta sonu bozarsa dengesizleşebiliyor, kendini kaybedebiliyor. Dolayısıyla bunu yaşamaması için uyku anlamında yattığı ve kalktığı saatin belli olması birinci mesele. İkincisi ise melatonin hormonunun salgılandığı saatte uyumak gerekiyor. 10-11 saatlerinde melatonin hormonu salgılanıyor, o saatlerde insan uyuyup sabahın 6’sında 7’sinde o hormon artık salgılanmayı bitirdikten sonra uyanması lazım. Bakın bununla alakalı çok ilginç çalışmalar var. Bir tanesinde vardiyalı çalışan insanlar üzerinde araştırma yapılmış. Vardiyalı çalışan insanlar gece çalışıyorlar gündüz uyuyorlar. Gündüz 7- 8 saat uyuyorlar ama psikolojik rahatsızlıklar anlamında gece uyuyandan çok daha fazla risk altında ve çok daha fazla psikopatoloji gösteriyorlar. Niçin? Çünkü 7-8 saat uyuyor ama gece uykusu değil… Allahu Teâlâ yaratırken, gece uyusun diye bu bedeni yaratmış. Dolayısıyla insanlar risk altında, problem altında yaşıyorlar… Niçin? Çünkü fıtratlarına aykırı bir yaşantıları var. Bu çerçevede mutlaka belli saatte yatıp belli saatte kalkmak, 10-11-12, belki 10 gibi yatıp sabah erken saatlerde ayakta olmak psikolojik dayanıklılık anlamında daha faydalı. Üçüncü olarak yeterli uyuma meselesi. İnsanımız yeteri kadar uyumuyor, ihtiyaçları kadar uyumuyor. Ama vücudun büyümesi, gelişmesi, güçlenebilmesi için yeteri kadar uyuması lazım, bunu ıskalıyoruz.
İkinci boyutta fizyolojik gelişim anlamında yemek ve beslenme çok önemli. Ne yediğimiz, nasıl yediğimiz, ne kadar yediğimiz çok önemli. İngiltere’de yapılmış bir çalışma var: İki grup çocuk alınıyor; yaşları, ekonomik durumları vs. özellikleri birbirine eşit. Bu çocuklardan bir grubu bir süre sadece fast food ile besleniyor ağırlıklı olarak, diğer grup doğal bir şekilde besleniyor. Çok kısa bir sürede saldırganlık yüzde 60 fark ediyor. Saldırganlık bu kadar fark eder de diğer dürtü-kontrol bozuklukları, dikkat dağınıklığı, öğrenme güçlüğü vs. ne kadar fark eder? Onu okuyucunun takdirine bırakıyorum ama ne yediğimiz, ne kadar yediğimiz, nasıl yediğimiz çok kritik öneme sahip.
Üçüncü olarak spor meselesi. Beden hareket etmek istiyor, enerjisini boşaltmak istiyor. Sağlıklı bir şekilde boşaltamazsa sağlıksız bir şekilde boşaltmak istiyor. Hoşgörü isteyerek şöyle bir örnek vereceğim: Bir insan bir gıdayı aldığında vücudu onu ikiye ayırıyor; bir kısmını faydasız diye posaya ayırıyor, vücuttan tuvaletle atıyor. Bir kısmını da enerji olarak bünyesine alıyor. Posa olarak attığı şeyi vücudundan atamasa, bu insan sakin sakin oturabilir mi, gergin olmadan rahat durabilir mi, dikkatini toplayabilir mi, yeni bir şey öğrenebilir mi? Bu mümkün değil. Bir insan vücudundan gerektiği zaman posayı atamazsa o insan dikkatini toplayamaz, sakin sakin duramaz, dürtülerini kontrol edemez. Sonuç itibariyle sağlıklı bir şekilde vücudundan atamazsa sağlıksız bir şekilde atar. Ve maalesef ergenlerde çok sayıda bunu görüyoruz; biraz daha harekete/davranışa, yaramazlık olarak nitelendirdiğimiz davranışlara vuruyor. Ama ergenlik döneminde şiddet ve cinsellik üzerinden bu enerji boşaltılmaya çalışılıyor. Bu da çocuklarımız ve ergenlerimiz için ciddi bir risk. Yani ben çocuğumun enerjisini boşaltmak için ciddi olarak ona alternatif zemin hazırlamam lazım.
Peki, sosyal gelişimle alakalı neler söyleyebiliriz?
Sosyal gelişimle alakalı söyleyeceğim şu: Maalesef çocuklarımız “büyük” görmeden büyüyorlar. Büyük görmeden büyüdükleri için, büyüğün yanında nasıl oturulur, nasıl kalkılır, nasıl konuşulur, nasıl ifade edilir, nasıl ilişki kurulur bilmiyorlar. Çok danışanım var ki sosyal fobi şikâyetiyle gelir. Çocuğun sosyal fobisi yoktur, sıkıntısı şudur: Sosyal ilişki pratiğine sahip değildir. Yani internette arkadaşlarla görüşüyor ama başka insan görmüyor. Anne baba ile konuştuğu kelime sınırlı, onun dışında kurduğu ilişki sınırlı. Dolayısıyla toplum hayatına nasıl gireceği, nasıl ilişki kuracağı, nasıl selam vereceği, nasıl oturup kalkacağını bilmiyor, pratik yapmamış. Bu yüzden mutlaka ama mutlaka Afrikalıların bir sözünü hayata geçirmek zorundayız: “Çocuk yetiştirecekseniz önce bir köy kurun.” Çocuğumuzun etrafında çocuğumuzun ilişki kuracağı küçük köyler kurmak zorundayız. Ahmet amcası, Ali abisi, Fatma teyzesi, Ayşe ablası olmak zorunda. Bizim zaman zaman gücümüz yetmeyecek, zaman zaman sesimiz duyulmayacak; işte o zaman Ahmet abi, Ali amca, Fatma abla devreye girecek… Dolayısıyla sosyal çevreyi çocuğumuzun etrafında sağlıklı bir şekilde oluşturmak zorundayız. Biz oluşturmazsak o sosyal çevre kendi kendine oluşuyor.
Zihinsel gelişim ve manevi gelişimden de bahseder misiniz?
Zihinsel gelişimle alakalı 4 temel hususiyeti çocuklarımıza kazandırmak zorundayız. Birincisi, bilgi sevgisi. Bugün çocuklar bilgiyi sevmiyorlar. Üniversiteye geliyorlar söyledikleri şey şu: “Test yapın hocam, ne olur bize klasik sınav yapmayın hocam!” Yani, öğrenmeyelim, hatırlayalım diyorlar. Veya: “Hocam kitaptan sorumlu tutmayın, okuyamayız, çok kalın; slaytları verin ezberleyelim, sınavı geçelim.” Hâlbuki lise döneminde, ortaokul döneminde bütün öğrendiklerini unutsunlar. Yani kimyacı olmayacaklarsa kimyayı unutsunlar, kimya ile ilgili çok detay bilmelerine gerek yok. Ama üniversitede öğrendiklerini hayatın her döneminde kullanacaklar. Meslekleriyle alakalı iş öğreniyorlar, ama maalesef geldiklerinde bilgiyi sevmeyen, bilgiden nefret eden insanlar olarak geliyorlar. Bu çok ciddi bir problem. Bilgiyi yüklemek konusunda gösterdiğimiz hassasiyetten daha fazlasını bilgiyi sevdirmek için göstermeliyiz.
İkinci olarak, doğru bilgi kaynaklarına yönelmek durumundalar. Maalesef çocukların büyük çoğunluğu, kafalarına bir şey takıldığında Google’a yazıyorlar ve ilk çıkana tıklıyorlar. Çok küçük bir kısmı ilk beşe tıklıyor, daha küçük bir kısmı birinci sayfaya bakıyor, sonuçların içindeki ikinci sayfaya bakan genç ise yok. Ama Google’a tıkladığınızda birinci sayfada çıkanlar genelde popüler siteler, dedikodu siteleri, magazin siteleri, haber siteleri vesaire… Doğru bilgi kaynağı maalesef çok ciddi bir şekilde azalmış durumda. Yani bilmeden, bakmadan, doğruyu yanlışı ayırt etmeden direkt almış, onu doğru gibi yaymış. Ve buna göre insanlar duygusunu, düşüncesini, davranışını değiştiriyor. Belli insanlara karşı soğuyorlar. Belli insanlardan nefret ediyorlar. Bunun bir sorumluluğu yok mu? Doğru bilgi kaynağı üzerine çocuklarımıza ciddi bir eğitim vermek zorundayız. Bizim de kaynaklarımızı doğrultmamız gerekiyor.
Bir diğer mesele faydalı bilgi meselesi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Ya Rabbi! Faydasız bilgiden sana sığınırım.” diye çok dua ederdi. Peygamber Efendimiz zararsız bir şeyden Allah’a sığınmaz. Demek ki faydasız bilgi çok ciddi anlamda zararlı bir şey. Maalesef çok zararlı bilgi alıyoruz. Haberleri açıp seyrettiğimizde genelde işin magazin boyutuyla ilgileniyoruz: Brezilya’da ne hırsızlık olmuş, Maraş’ta Konya’da kim kimi kandırmış… Bundan başka bir şey yok… Peki, ben bu bilgiyi ne yapacağım? Yani beynin kapasitesi sınırlı. Nurettin Topçu’nun dediği çok güzel bir söz var. Diyor ki: “İki sebepten dolayı kötülüğü öğrenmeyin. Birincisi, kötülüğü öğrenirseniz beynin kapasitesi mahdut, iyiliği öğrenecek yer kalmaz. İkincisi, kötülüğü öğrendiğinizde onu yapmamak için de enerji sarf edersiniz.” Kötülük yapmamak için enerji sarf edeceğinize, iyilik yapmak için enerji sarf edin.
Son olarak, zihinsel gelişimde “bilgi ahlakı” çok önemli. Kur’an-ı Kerim’de bir ayet-i kerimede Allahu Teâlâ buyuruyor ki: “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” Bu soru değil, bu bir cevap. Bilenle bilmeyen bir olmaz. Bilen, bilmiyor gibi davranmasın. Maalesef bilgimizi, öğrendiğimizi genel kültür olarak alıyoruz. Bugün kamerayı alın, sokağa çıkın, herhangi bir konuda herhangi bir insana soru sorun; yarım saat size konuşur. Mesela trafikte sabırlı olmayı sorun; herkes trafikte sabırlı olmak konusunda bir sürü şey söyler ama trafikte sabırlı mıdır, bilmiyoruz. Nazik olmak konusunda, kimseyi incitmemek, kırmamak konusunda soru sorun; yine aynı şeyle karşılaşıyoruz ama bilgi zihinde kalıyor. Bilgi zihinde kalmayacak, hayata geçecek, bilginin ahlakı bu… Aksi halde ciddi anlamda sorumluluğu var.
Manevi gelişim ise gelişimin çok önemli ve ihmal ettiğimiz boyutlarından bir tanesi. Ne anlamda ihmal ediyoruz? Manevi gelişimi davranış olarak aktarıyoruz, ama hiçbir bina temelsiz, direksiz durmaz. Manevi gelişimi kavramlar üzerinden anlatmadığımız, kavramları çocuklarımıza vermediğimiz sürece, ne kadar davranış verirsek verelim bir süre alışkanlık için yaparlar ama sonra sebebini derinliğini anlayamadıkları şeyleri uzun süre götüremezler. Ve en ufak bir sarsıntıda yıkılır, gider. Bu anlamda baktığımızda çocuklarımızın hayatında bereket kavramı, kanaat kavramı, vefa kavramı, sabır kavramı, şükür kavramı kalkmış durumda. Buna benzer dünya kadar kavramımız var kaybettiğimiz. Günlük hayatta biz kanaati kullanmıyorsak, berekete inanmıyorsak, vaktin bereketine inanmıyorsak, ömrün bereketine inanmıyorsak, işin bereketine inanmıyor ve bunu kullanmıyorsak, çocuklarımıza manevi olarak bir şey vermemiz çok fazla mümkün değil. Bereket kavramını, kanaat kavramını, vefa kavramını, sabır kavramını hayatımıza yerleştirmemiz gerekiyor. Dilimize gelmeden hayatımıza girmesi zor. Hayatımıza girmeden de manevi olarak mesafe almamız zor, manevi olarak gelişmiş insan olamayız.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.