Osmanlı’da Tüketici Haklarının Teminatı Ahlaki İlkelerdi / Dr. Abdussamed Atasoy

“Tüketici hakları” kavramı son asırda mı ortaya çıktı? Bu kavram yeni olduğuna göre bundan iki-üç asır önce tüketiciyi koruyan düzenlemeler, uygulamalar bulunmamakta mıydı?
İnsana, insani değerlere verilen önemin artmasının tüketicinin korunmasına yönelik faaliyetlerin artmasına sebep olduğu ifade edilmektedir. İslam’da insana verilen değerin yüksekliği dikkate alındığında İslam hukukunda, tüketicinin korunmasına ilişkin uygulamaların ne derece yüksek olduğu anlaşılacaktır. İslam hukukunu benimseyip uygulamaya çalışmış olan Osmanlı Devleti’nde de durum aynı şekildedir. Bir değerin, hakkın zarar görmeye, suiistimal edilmeye başlamasıyla beraber günümüz dünyasında o hususta birtakım düzenlemelerin meydana geldiği dikkat çekmektedir. İnsan hakları ve tüketici hakları bu konuların başında gelmektedir. İslam dini ve İslam hukukunda insan haklarının kemal seviyesinde olması, insan hakları isminde ayrı bir düzenlemeye ihtiyaç duyulmamasına sebep olmuştur. Diğer hukuk sistemlerinde ve medeniyetlerinde ise insanların haklarına riayet edilmemesi, insanların sömürülmesi gibi sebepler 20. yy.’da insan hakları ismi ile düzenlemelerin meydana gelmesini tetiklemiştir. Aynı şekilde İslam dini ve İslam hukukunda tüketici hakları ve tüketicinin korunmasında kemal seviyede bulunulması dolayısıyla tüketici hakları veya tüketicinin korunması isminde ayrı bir düzenlemeye ihtiyaç duyulmamıştır. Diğer hukuk sistemlerinde ve medeniyetlerde ise tüketici haklarına gereği gibi riayet edilmemesi, üretici ve esnafın tüketiciyi sömürmesi, tüketici ve üretici arasındaki eşitsizlikler gibi sebepler 20. yy.’da tüketici hakları ismi ile düzenlemelerin meydana gelmesini tetiklemiştir. İslam ve Osmanlı hukukunda tüketiciyi koruyan birçok ilke ve kurum olmasına karşın lafzen bu ifadelerin kullanılmaması durumu, tüketiciyi koruyan uygulama ve düzenlemelerin 20. yy.’da meydana geldiği gibi bir yanılgıyı da beraberinde getirmiştir.
“ibadullah dahi dûçâr-ı meşakkat ve ıstırap ve giriftâr-ı hüsrân oldukları bedihiyatdan olduğundan…”, “ibâdullâhı zarar ve hasardan vikayeten fezahat-i mezkurenin men’i lazımeden olmakla…” Osmanlı mahkeme kayıtlarında yer alan bu ifadeler günümüzde tüketicinin korunması ifadesinden farklı bir anlam taşımamaktadır. Neceş (müşteri kızıştırma), telakki’r-rukban (malların yolda karşılanması), sevm ale’s-sevm (pazarlık üzerine pazarlık), simsar, iddihar (mal yığma), kabz öncesi satım, tekel, garar ve cehalet, şarta bağlı akit, ma`dumun bey’i (olmayan şeyin satımı), teslimi mümkün olmayan şeyin satımı, kalite kontrol, standardizasyon, aldatıcı reklam yasağı, ölçü-tartıda hile, gabin, ihtikâr, narh, kâr haddi (kâr üst sınırı), serbest rekabetin sağlanması ve haksız rekabetin önlenmesi, taksitli satış, vade farkı uygulamaları ve muhayyerliklerin İslam ve Osmanlı hukukunda tüketicinin korunması ile doğrudan veya dolaylı ilişkilerinin varlığı, tüketicinin korunmasının tarihinin bir asır geriye değil, en azından on dört asır geriye kadar gittiğini ve dört beş asır öncesinde çok önemli bir düzeye ulaştığını göstermektedir.
İslam ve Osmanlı hukukunda tüketici haklarının korunması konusunda ahlaki ilkelerin etkisi ve önemi ne derece pay sahibidir?
İslam hukukunda düzen, günümüz hukuk sistemlerinin aksine yalnızca kanunlar ile sağlanmamaktadır. Dinî, ahlaki ve vicdani ilkeler tüketicinin korunmasında etkili olmakta, tüketici ve esnaf arasındaki çekişmeleri azaltmaktadır. İslam dininde vicdan ve ahlakı, dinden ayrı olarak ifade etmek İslam’ın temel prensipleri ile çelişmektedir. Çünkü ahlaki ve vicdani olan hususlar da İslam dininin temel esaslarındandır. Ancak burada ahlaki ilkeler dinin dışında olduğu için değil, farklı bir boyutu ifade ettiği için ayrıca zikredilmektedir. Kanunlar üretici- esnaf ve tüketici arasında meydana gelen meselelerde belirli bir seviyede önleyici olabilmekte, her türlü meselenin çözümünü sağlamakta ise yetersiz kalmaktadır. Bu sebeple İslam hukukunda tüketiciyi koruyan ahlaki ilkeler neredeyse kanunlar kadar, hatta bazı durumlarda kanunlardan daha fazla önem arz etmektedir. İslam hukukunda bir meselenin dinî hükmü ve kazai hükmünün farklılık arz etmesi de bu ifadeleri destekler niteliktedir. Zira bir akit, haram olmasına veya mekruh olmasına rağmen hukuki olarak sahih olarak değerlendirilebilmektedir. Genellikle, ahiret inancı taşıyan bir Müslümanı kanunlardan ziyade dinî ve ahlaki ilkelerin kontrol altında tutabildiği görülmektedir. Fıkıh asgari düzeyde ahlaktır. Bu sebeple asıl olan toplumun fıkha ihtiyaç duymadan ahlaki ilkeler çerçevesinde muamelelerini yerine getirmesidir. Ahlaki ilkelere rağmen bir uyuşmazlık meydana geldiğinde fıkıh devreye girer ve bu alanda düzenleme yapar.
Tüketicinin korunmasında ahlaki ilkeler, İslam dininde tüketicinin korunmasında hem kazai hem de diyani müeyyidelerin bulunması dolayısıyla büyük önem taşımaktadır. Diğer hukuk sistemlerinden farklı bir özellik olan ikili müeyyide ile hukukun ve hukuki müeyyidelerin yetersiz kalabildiği zamanlarda diyani müeyyideyi gerektiren ahlaki ilkeler devreye girmektedir. Tüketicinin korunması kapsamında en temel ilkelerden olan adalet, doğruluk, kanaat, merhamet, sabır, saygı ve itidal bu kapsamda ifade edilebilir. Ayrıca; güzel söz söylemek, iyilik ve iyi davranışta bulunmak, güvenilir olmak, takvalı olmak da dolaylı yönden tüketicinin korunmasında tesiri olan ahlaki ilkelerdendir.
“Dükkânına alışveriş için gelen adama dikkatle bir kere bak! Yalnız kıyafetine değil, tam manasıyla Müslüman ise korkma. Veresiye ver. Hatta senet de alma. Sen alacağını istemeden o getirir verir.” ifadelerini gayrimüslimlere dahi söyleten Müslüman Osmanlı esnaflarının varlığını, yalnızca kanunlarda yer alan cezalara bağlamak yerinde olmayacaktır.
Bugün dahi uygulamada gayet zor olan, tüketicinin aldatılmasının önlenmesini sağlayan özel denetimler konusunda Osmanlı’da ne tür uygulamalar mevcuttu?
Kalite ve kalite kontrolü, standardizasyon, aldatıcı reklam yasağı, ölçü ve tartıda hilenin denetimi ve gabin yasağı Osmanlı’da özel denetimlerle tüketiciyi koruyan uygulamalardandır. Bu özel denetimlere ilişkin kanunnameler ve mahkeme kayıtları günümüzden yaklaşık beş asır öncesinde Osmanlı Devleti’nde çağının ötesinde bir uygulama ile korunmaya çalışılmıştır. Bu özel denetimlerden kalite ve standardizasyon hakkında biraz daha detaylı bilgi vermekte fayda var.
Tüketici, alacağı malın kalitesine ve değerine tam olarak hâkim olmalı ve buna göre kendi iradesi ile karara varmalıdır. Bu sebeple kalite kontrolün sağlanması ve standardizasyon büyük önem arz etmektedir. Kalitesiz mal ve hizmet, gerek tüketiciye gerek üreticiye gerek de tüm topluma zarar verir. Malların kalitesinin düşmesi, kalite kontrolünü her zaman yapabilme imkânına sahip olmayan tüketicinin zararına sebep olur. Bu sebeple mağdur konumunda bulunan tüketicinin; devlet, devletin tayin ettiği kurum veya memurlar tarafından korunması gerekir.
Ahi, lonca ve hisbe teşkilatı, kalite kontrolün sağlanmasında ve ürünlerin standart bir yapıda olmasını sağlayan önemli teşkilatlardı. Osmanlı Devleti’nde kalite kontrolü sıkı bir şekilde denetleyen bu teşkilatlar, kalite ve standardizasyondaki temel ilkelere aykırı üretim ve satım yapan, tüketiciye kalitesiz malları kaliteli gibi göstererek aldatan esnafı kısa sürede yakalamakta, uyarmakta ve cezalandırmaktaydı. Söz konusu cezalar ile uslanmayan esnaf, gerekirse loncadan atılmakta ve bu kişinin esnaflık yapması dahi yasaklanmaktaydı.
Hammadde kontrolü, hem yurt içinde üretilen hem de yurt dışından ithal edilen ürünlerin belirlenen ölçülere uygunluğunun denetimi, imalat aşamasında kalitenin korunması amacıyla hammadde ve mamul oranının denetimi ve numune imalatı gibi uygulamalar hem kalite hem de standardizasyon konusunda Osmanlı Devleti’nin, tüketiciyi koruma faaliyeti olarak özel denetimlerinin tezahürüdür.
Henüz 16. yüzyılın başlarında çıkarılan İstanbul İhtisab Kanunnamesi’nde yer alan bir madde; ürünlerin fiyatı ile kalitesi arasındaki ilişki, garanti kapsamı, sahte olmaması, kaliteli olması bakımında nasıl bir denetime tabi tutulduğunu göstermesi bakımından oldukça önemlidir. İlgili maddeye göre; ayakkabı, çizme, terlik ve benzeri ürünleri üreten ve satan kişiler bu işi iyi ve kaliteli yapmalıdır. Sahte ve kalitesiz ürün üretilmemelidir. 5 akçe ve daha pahalı olan ürünler bu maddeye göre garanti kapsamındadır. Bu ürünlerde akçe başına iki gün hesabı yapılarak garanti süresi belirlenir. Örnek vermek gerekirse 50 akçelik bir çizme için garanti süresi 100 gündür. Bu süreden önce söz konusu ayakkabı, çizme ve benzeri ürünler delinir veya sökülürse bu ürünleri diken kişi suçlu olarak kabul edilir. Ve bu ürünün bedelini yani örneğimizdeki ürün için 50 akçeyi tüketiciye vermek zorundadır.
Bugünkü anlamıyla standardizasyon çalışmalarının sanayi devrimiyle ortaya çıktığı görüşü iddia edilse de bundan çok daha önceki zamanlarda ilk İslam devletlerinde ve Osmanlı Devleti’nde standartlara rastlanmaktadır. Standardizasyonun esasına, içerdiği hususlara ve temeline inildiğinde İslami esaslara dayalı olan hisbe teşkilatı karşımıza çıkmaktadır. En temel anlamda standart ve kalite kontrol kurumu olan hisbe teşkilatının ilk uygulayıcısı, çarşı-pazarda alım-satım denetimi yapan Rasulullah’tır (s.a.v.). Bu sebeple düzenli bir standardizasyon denetiminin tarihinin İslam’ın doğuşu ile başladığı ifade edilebilir.
Dünya tarihinde ilk standardizasyon düzenlemesi 1502 tarihli Kanunname-i İhtisab-ı Bursa (Bursa İhtisab Kanunnamesi) adıyla Sultan II. Bayezid’in bir fermanı ile gerçekleşmiştir. Bu ferman ve diğer benzer ihtisab kanunnameleri ile çeşitli ürünlerin standardı tespit edilmiştir. Bursa, Edirne ve İstanbul İhtisab Kanunnameleri dünyanın en mükemmel ve detaylı olan ilk belediye kanunnamesi olmanın yanı sıra dünyada tüketiciyi koruma hususunda çıkarılan ilk kanun, ilk gıda maddeleri kanunu, ilk standartlar kanunu, ilk çevre kanunu olma özelliğini de ihtiva etmektedir.
Batılı ülkeler standardizasyona I. Dünya Savaşı sırasında mecburiyetler neticesinde girmiş iken Osmanlı Devleti standardizasyon ve kaliteye İslam inancının bir gereği olduğu için önem vermiş ve bunu uygulamıştır. Bu sebeple standardizasyon her ne kadar teknik bir konu olsa da konunun temelini ahlak ilkesi oluşturmaktadır.
Osmanlıda kalite kontrol sırasında ayakkabıcı esnafından birisinin; çürük, eksik ve sahte mal imal ettiği tespit edildiğinde ve bu duruma son vermesi konusunda uyarılmasına rağmen bu fiiline ısrarla devam ettiğinde, bu esnafın pabucu ayağından çıkarılarak işyerinin damına atılırdı. Pabucu dama atılan esnaf işyerini kapatmak zorunda kalırdı. Hak kaybına uğrayan tüketiciye ise yeni bir ayakkabı verilirdi. Günümüzde de sıkça kullanılan ve itibarı azalmak anlamına gelen “pabucu dama atılmak” sözü buradan gelir.
Tüketicinin yüksek fiyatlara karşı korunması hususu bugün de tam bir demir leblebi gibi zorlu bir konu. Osmanlı’da bu problemin üstesinden gelmek için hangi uygulamalar mevcuttu?
Yüksek fiyatlar tabi olarak Osmanlı Devleti’nde de gündeme gelmekte, zaman zaman halkı oldukça zor durumlara düşürmekteydi. Ancak özellikle gıda, kıyafet, yakacak, sağlık gibi yaşam için gerekli en temel ihtiyaçlarda yüksek fiyatlara izin verilmemekteydi. Bu hususta çok sayıda etken söz konusu olmasına rağmen özellikle ihtikâr yasağı, narh ve kâr haddi (kârın belli bir oranı geçememesi) uygulaması Osmanlı’da dikkat çekmektedir. Ancak asıl kuralın piyasaya müdahale olmadığını ve zorunluluk durumu haricinde serbest piyasa ekonomisinin hâkim olduğunu belirtmek gerekir.
İhtikâr (karaborsa); “İnsanların muhtaç olduğu şeyi satın alıp buna çok ihtiyaç duyulacağı ve fiyatların arttığı sırada satmak üzere stoklamak, depo etmektir.” İhtikâr sonucunda malın değeri fahiş bir hal alır ve tüketici zarara uğrar. Tüketici bu durumda zaman zaman fahiş fiyatlara dahi mal bulamaz. Bu sebeple ihtikâr, tüketicinin zararına yol açan bir durumdur. İhtikârın günah olduğu, muhtekirin lanetlendiğine ilişkin çok sayıda hadis-i şerif vardır.
İktisadi hayatın serbest akışı içerisinde ve tam rekabet şartları altında fiyatlar arz-talep ilişkisine göre şekillenir. Bu şekilde meydana gelen fiyatlara “piyasa fiyatları” adı verilir. İslam hukukuna göre asıl olan serbest piyasadadır. Piyasaya müdahale ile alt ve üst fiyat sınırı belirleme durumu ise istisnaen başvurulan bir yöntemdir.
Narh; kamu otoritesi tarafından temel ihtiyaç maddelerinin ve hizmetlerin toptan veya perakende fiyatları için bir taban ya da tavan fiyat belirlenmesidir. Yani kısaca, bir malın satılabileceği en yüksek veya en düşük fiyatın devlet tarafından belirlenmesidir.
İhtikârın Osmanlı Devleti’nde sıkı bir şekilde denetlenebilmesini sağlayan temel etkenlerden bir tanesi narhtır. Çünkü ihtikârdaki asıl amaç halkın zor durumda kalmasını sağlamak ve bundan faydalanarak malları fahiş fiyata satmak ve kâr elde etmektir. Osmanlı Devleti’nde narh uygulaması ile malların fahiş fiyata satılmasının yani tüketicinin zarara uğramasının önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bu sebeple ihtikâr yasağı ile narh arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur.
İslam hukukunda narhın hükmü duruma göre değişmektedir. İhtiyaç ve zorunluluk yokken narh koymak caiz değilken, ihtiyaç ve zorunluluk durumunda narh vacip hale dahi gelebilmektedir.
Narh uygulaması Osmanlı Devleti’nde önemli bir yer teşkil etmekteydi. Fiyatları tespit edilen malların fiyat listesi; narh defterleri, kadı sicilleri ve ihtisab kanunnamelerinde yer almaktaydı. Söz konusu fiyat tespitinden maliyet hesaplanmakta ve bu maliyetin üzerine ne kadar kâr ekleneceği belirlenmekteydi. Söz konusu kayıtlar dikkate alındığında Osmanlı Devleti’nde maliyet üzerine genellikle %10 miktarında bir kâr ilave edilerek narh fiyatının belirlendiği görülmektedir. Ancak yapımı çok zor olan bazı mallarda bu kâr oranı %20 civarına çıkarılabilmekteydi. Bazı malda %33 ve hatta %40’lara bir kâr oranına izin verildiği tespit edilmiştir.
İslam hukukunda yalnızca zorunluluk durumunda maslahat gereği istisnai olarak kâr haddine izin verilmişken Osmanlı Devleti’nde kâr haddinin ve narh uygulamasının ekonomik sistemin bir parçası olması İslam hukukuna uygunluk bakımından eleştiriye açıktır. Ancak Osmanlı’da geçerli olan ekonomik sistemin bu durumu zorunlu hale getirdiği ve bu sebeple mecburi olarak düzenli bir şekilde kâr haddinin ve narh uygulamasının söz konusu olduğu da ifade edilebilir.
Hâsılı Osmanlı’da özellikle ihtikâr yasağının sıkı bir denetime tabi tutulması, satılacak olan birçok malın kâr oranlarının belirli olması ve malların hangi fiyat aralığında satılabileceğinin narh ile tespit edilmesi ile fiyatların fahiş oranda artarak tüketiciye zarar vermesi engellenmeye çalışılmıştır. Narh tespitinde tek taraflı tüketici lehine değil, hem tüketiciye zarar vermeyecek hem de üretici ve satıcıyı bezdirmeyecek bir oran belirlemek amacıyla esnaf, ahi ve lonca teşkilatındaki sorumlular, kadı ve muhtesipten bu konuda fikir alınması ile dengeli bir fiyat aralığı tespit edilebilmiştir.
Bugün, gelenek deyince aklımıza ilk gelen o döneme has, tüketicinin korunmasında rol alan ahi, lonca ve hisbe vb. teşkilatlanmaları kavram ve uygulama olarak biraz açar mısınız?
Ahi teşkilatı, İslam öncesi dönemden itibaren gelişerek devam eden Türk esnaf anlayışının İslamiyet ile beraber İslam ahlak prensipleri ile yoğrulması sonucu Anadolu’da yeni bir hal alarak şekillenmiş esnaf teşkilatı olarak ifade edilebilir. Kökeninin Orta Asya’da kurulan Türk topluluk ve devletlerine dayandığı da iddia edilen ahilik ve ahiliğin felsefi temellerini oluşturan fütüvvet anlayışı Horasan’dan Abbasilerle Bağdat’a, Büyük Selçuklu Devleti ile de Anadolu’ya gelmiş ve burada gelişmiştir. 13. yy. başlarında Ahi Evran Nasruddin Veli zamanında da kurumsallaşmıştır. Bu sebeple Ahi Evran, esnaf ve sanatkârların piri ve üstadı olarak kabul görmüştür. Fütüvvet anlayışının 13. yy.’dan sonra esnaf birliği yönünün kuvvetlenmesi ile beraber bu yapı “ahi teşkilatı” adını almıştır. Farklı görüşler bulunmakla beraber 18. yy. ile beraber ahi teşkilatı yerini lonca teşkilatına ve gediklere bırakmıştır.
Üretici ile tüketici arasına “aracıların” girmesine bağlı olarak fiyatların artması engellemek, ihtikârı engelleyerek fiyatların aşırı artışlarının önünü kesmek, narh tespiti ile tüketicinin fahiş fiyatlar altında ezilmesini ortadan kaldırmak, hileli ve hatalı olarak üretilen malların satımını engellemek, faaliyet gösterecek dükkân sayısını belirlemek ve denetlemek, malın normal koşullarda ve normal kullanımda dayanma süresinden daha önce eskimesi, yıpranması veya işlevini yerine getiremez hale gelmesi durumunda malın garanti kapsamında değiştirilmesi, tamir edilmesi veya para iadesi yapılmasını sağlamak, malların kalite ve standardizasyonunu sağlamak gibi doğrudan tüketicinin korunmasını sağlayan denetimlerde ahi ve lonca teşkilatı etkin rol oynamaktaydı. Esnafların, tüketiciyi koruyan kanunnamelere uymaması, tüketiciye zarar veren faaliyetler yapması durumunda ahi ve lonca teşkilatı sorumlularının bazı cezaları doğrudan kendilerinin verebilmesi de söz konusu teşkilatların etkinliğini artırmıştır.
Ahilik temelde bir esnaf örgütlenmesidir. Bu sebeple yalnızca üreticiyi ve esnafı korumak amacı ile kurulmuş bir teşkilat olarak anlaşılmaktadır. Ancak üretici ve esnafın yanı sıra tüketiciyi ve müşteriyi koruma fonksiyonu da vardır. Hatta tüketiciyi koruma fonksiyonu çok daha fazla olan bir teşkilattır. Ahilikte, “Müşteri velinimettir.” ilkesinin temel prensip olarak kabul edilmesi de tüketicinin korunmasının teşkilat için önemini ortaya koymaktadır. Ahiliğin düşünce sisteminde iktisadi temel amaç; daha fazla üretim ile daha çok kazanmak değildir. Kaliteli üründen vazgeçmemek, gerektiğinde üretim miktarına ve fiyatlara sınırlama getirmek sureti ile üreticiyi ve tüketiciyi dengeli bir şekilde korumaktır.
Hisbe teşkilatının temeli Kur’an-ı Kerim’de yer alan “emr-i bi’l-ma’ruf nehy ani’l-münker” ilkesine dayanmaktadır. Hisbe teşkilatının amacı öz olarak; iyiliği emretmek, kötülükten nehyetmek olarak ifade edilebilir. Osmanlı’da resmî bir kurum olan ihtisab ile yarı resmî bir kurum ve meslek örgütü olarak görev yapan ahi teşkilatının görev ve yetkileri paralellik göstermekteydi.
Muhtesibin; ekonomik hayatla ilgili olan, sosyal ve idari hayatla ilgili olan, adli hayatla ilgili olan ve ibadetle ilgili olan görevlerinden özellikle ekonomik hayatla ilgili olanlar tüketicinin korunması ile doğrudan ilişkilidir.
Muhtesibin çarşıya, pazara çıkıp esnafı kontrol etmesine kola çıkmak adı verilmektedir. Osmanlı’da muhtesibin tüketicinin korunması ile doğrudan alakalı olan görevlerinden en önemlisi kola çıkmaktı. Muhtesib hem narh konulması yani satılacak malların fiyat aralığının belirlenmesi hem de konulmuş olan narha uyulup uyulmadığının kontrol edilmesinde görev almaktaydı. İhtikârın önlemesi, ihtikâr yapanların tespit edilmesi ve acil müdahale gereken durumlarda onlara ceza verilmesi de muhtesibin görevleri arasındaydı. Esnaf ve tüketici arasındaki uyuşmazlıklara müdahale etmesi ve gerekli durumlarda bunları bizzat çözüme kavuşturması, loncaları denetlemesi, ölçü-tartı denetimi yaparak tüketicinin aldatılmasının önüne geçilmesi, standardizasyonun sağlanması, kalite ve standardizasyonun denetlenmesi de muhtesibin görevleri arasındaydı. Osmanlı Devleti’nde ahi-lonca ve hisbe teşkilatları gerek resmî gerek de yarı-resmî olarak tüketiciyi koruyan başlıca teşkilatlar olarak dikkat çekmektedir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.