Coşkun arabasının içinde, her safhasını ince ince hesapladığı soygun planını sesli bir şekilde tekrarlarken, duymamak için kendisini zorlasa da yürekleri yakan sesleriyle müezzinler saba makamında sabah ezanını okuyorlardı. Ağustos sıcağında boğazdan püfür püfür esen rüzgâr, o güzelim bahçeye bakan sürgülü açık cephenin tül perdelerini, tatlı tatlı salınan genç kız edasıyla dalgalandırıyordu. Cihanın her yerinde değişmez manzaralarından biri bu villanın salonunda da yaşanıyordu. Sabah namazı Nusret’in imamlığında kılınırken evin en küçük çocuğu Neşe kıyamda babasının sırtında, rükuda dedesinin sırtında, tahiyyatta ise babaannesinin sevgi dolu kucağında anın tadını çıkarıyordu. Evin iki ergeni ise sıcacık rahat yataklarından kalkıp üzerlerinden atamadıkları uyku sersemliğiyle sabah namazı kılmanın ne kadar güç geldiğini her hallerinden belli ediyorlardı. Dedeleri o davudi sesiyle sağa, sola selam verince duanın yapılmasını beklemeden yavaşça odalarına kaçarken evin uluları onları görmezden geldi. Tesbihat çekilip eller sema açıldı, yürekten gelen en samimi dualar edildikten sonra Yahya, Haşr suresinin son dört ayetini okudu, edeple susunca “El-Fatiha’yı” babası söyledi. Yahya yerinden kalkmadan babasına baktı. Eliyle ancak yerden güç alarak kalkabilen Nusret, oğlunun bakışlarını fark etti. Tekli koltuğa otururken de “Buyur yiğidim.” dedi. Yahya “Babacığım, bugün benim adıma nezih bir mekânda şirket yöneticilerinin katılacağı bir tanışma yemeği tertip edilecek. Senin de katılman bana güç verir.” dedi. Nusret bir eliyle dizlerini ovalarken “Keşke daha önceden söyleseydin evladım. Süleyman amcan ile önceden sözleştik, bugün Kapalıçarşı’da işlerimiz var.” dedi. Yahya “Olay biraz muallaktı, dün gece kesinleşti. Müsaadeniz olursa Süleyman amcayı ben arayıp durumu izah edeyim.” dedi. Oğlunun ısrarcı tavrı karşısında Nusret “Dur bakalım, münasip olan her hâlükârda benim konuşmam.” dedi. Gelin seccadeleri toplarken babaanne, boynuna sarılmış haldeki ufaklığı tekrar yatırmak için odasına götürürken bir an Yahya ile göz göze geldi. “Sen yüreğini ferah tut, o iş bende.” bakışıyla oğluna güvence verdi.
Hayatında ilk defa tek başına gerçekleştireceği en büyük soygunu için Coşkun bir nevi tatbikat mahiyetinde arabayı kör noktadaki Gülbahar Sokak’a, tarihî binanın yıkıntıları arasına bıraktı. Gerekli malzemelerin olduğu çantayı kaptı. Sağı sollu kollayarak Uhulet ve Selamat Han’ın duvarlarının dip dibe olduğu İnsan Geçmez Geçidi’nden geçti. Hızla Şeref Han’ın yanındaki sadece hamalların toplandığı Araf Meydanı’nın kalın taş duvarına tırmanıp sürünerek ilerledi. Çalıştığı daha doğrusu hırsızlık yapacağı Merkez Han’ın duvarının dibine indi. Hemen doğalgaz kutusunu açıp elindeki çantayı son bir kez kontrol etti. Ganimeti yukarı çıkartmak için makaralar, çengelli ip, kasayı açmak için çilingir malzemeleri, ganimetleri koymak için yedek çantalar, küçük el feneri, siyah badi, pantolon, bot ve maske… Çantayı yerine koyup “Siz geceye kadar burada uslu uslu bekleyin, bir yere kaybolmayın abisi.” dedi. Seri şekilde duvara tırmandı. Artık en başa kadar gitmesine gerek yoktu, hamalların toplandığı meydana atladı. İştahı baya açılmıştı. Simitçinin tezgâhına yanaşıp “Zühtü ağam her zamankinden.” dedi. Zühtü o meşhur mangalını yelpaze ile harlayıp simidi koyarken “Ali Cengiz abiye?” diye sordu. Zühtü’nün cümlesi bitince sedir taburede oturan yaşlı adam başını kaldırıp Coşkun’a baktı. Coşkun “Evet abi, ustamınkinden de hazırla.” dedi. Yaşlı adam kinayeli “Sen Ali Cengiz’in çırağı mısın?” diye sordu. Coşkun işkillenmiş ama umursamazca, evet anlamında başını salladı. Adam aynı tonda devam etti, “Hâlâ dükkânları kelepire düşürüp alıyor mu?” dedi. Zühtü “Ali Cengiz abi işinin hakkın veren adam. Buranın en iyi odabaşı her şeyi hak etmiştir.” diye yanıtladı. Adam “Şu gençliğinde hana soyguna giren hırsızı yakalayıp elini, kolunu, bacağını kırdığı olayı mı diyorsun?” diye sordu. Zühtü ısıttığı simitleri ortasından yarıp birinin içine kaşar koydu, diğerine de sürmek için çikolata hazırlarken “Aynen… O zaman kamera mamera ne gezer!.. Adam kimseye göz açtırmıyordu. Zaten ondan sonra efsane oldu.” dedi. Adam “Orası öyle ama az da fırsatçı değildir hani!” dedi.
Coşkun duydukları karşısında sarsılmıştı. İçinden “Lan! Sabah sabah tanımadığım bir adam bana bunları anlatıyor, acaba vaz mı geçmem gerek?” diye düşündü. Zühtü simitleri paketleyip Coşkun’un eline tutuştururken yaşlı adam “Sende de aynı cevher, ağır ağır yolunu bulacak bir tip var.” dedi. Coşkun parayı verirken adam “Ustana, Üstad Sadekar Remzi abinin selamı var de.” dedi. Coşkun’un, öğrendiği hırsız dayak muhabbetiyle canı sıkılırken bir de bu gereksiz adamla uğraşıp iyice moralini bozmak istemedi, duymazdan gelip yoluna devam etti. Büyük han kapısının ortasındaki malikânenin yılların yıpranmışlığını üzerinde taşıyan pirinç tek parça halka tokmağını vurdu. Kapı zahmet çeken yaşlı bir adam edasıyla ağır ağır açılırken iri cüssesiyle Ali Cengiz göründü. Coşkun “Günaydın ustam. Sana sevdiğin kaşarlı simitten aldım.” dedi. Ali Cengiz tok sesle “Mangalda ıssıttırsaydın.” dedi. Coşkun “Ayıpsın ustam! Biz de az da olsa senden bir şeyler kaptık.” dedi. Kesme taş merdivenlerin altındaki çay ocağının, kuyusu hâlâ aktif, geniş avluya açılan kapısının önüne atılan masanın üstüne simitleri koyarken “Çay da demlenmiş haa ustam.” dedi. Ali Cengiz kendisine tartması için özel yaptırdığı kısa ayaklı, minderli ahşap sandalyesine otururken “EvelAllah elli beş yıldır şaşmaz, aynı saatte demlenir. Ne demişler, müşteri ile hırsızın ne zaman geleceği belli olmaz, hazırlıklı olmak gerek.” dedi. Coşkun çayları doldururken içinden “Vay anasına ne ulan bugün böyle? Herkes ya hatıra anlatıyor ya da bir özdeyiş söylüyor… Ama ne olursa olsun bu fırsatı tepmek; hayallerimden, çıktığım yoldan geri dönmek yok.” diye düşündü. Kafasını dağıtmak için “Usta simitçide yaşını almış bir adam vardı. Sana selam söyledi. Adı ne idi dur bakayım?” Ali Cengiz simidini afiyetle ısırırken gözlerini de “De hadi” dercesine kırptı. Coşkun “Haa hatırladım, Sadekar Rem…” derken Ali Cengiz elindeki simidi bırakıp dolu ağzıyla “O namussuzu nerden buldun? Yine benim için fırsatçı, kaç dükkânı var diye sordu mu?” dedi. Daha şıp demeden bir anda adamı anlatması Coşkun’u hayrete düşürürken Ali Cengiz ağız dolusu galez sözlerden sonra “Ben buraya çırak girdiğimde o buranın namlı, zengin esnafıydı. Ama gece hayatı falan filan, her ayak vardı. Beni hor görürdü. Ben deli gibi ufak iş, büyük iş demeden çalışıyorum. Para tutuyorum. Borç harç derken bir dükkân aldım. Sonra bir daha, bir daha… En sonunda onun iki dükkânını da ben aldım. Bu ona fena koydu.” dedi. Coşkun “Desene kuyruk acısı oradan.” dedi. Ali Cengiz “Sefil parasız şimdilerde de eski esnaf dostlarından üç beş para çarpmaya geliyor. Sen sen ol oğlum, parana sahap çık…” dedi.
Beykoz sırtlarında orman havasının ciğerlerde en yoğun hissedildiği, en çok tutulan mekân Kuyu Kebap Et Lokantasının bahçesinde itina ile hazırlanan masaya, çam ağaçlarının gölgesine rağmen kızgın güneşten korunmak için ayrıca şemsiyeler açılmıştı. Yahya’nın da içinde olduğu dört kişi, şef garsonun eşliğinde masanın başına geldiler. Yahya kapıya arkası dönük olacak şekilde masanın başına otururken tam karşısı boş kalacak şekilde diğer üç kişi yanlara oturdu. Dumanı üzerinde tüten, yağ sürülmesi için ortası davul gibi şişmiş pofuduk pidenin kokusu buram buram dağılırken ona küçük tadım tabaklarındaki tereyağı, bal, kaymak, kaşar, tulum, tel peynir eşlik ediyor; acılı ezmeler, kayısı kuruları, dolgun ceviz içleri ise iştah kabartıyordu. Bunlardan daha mühimi gelen her müşterinin kendisini değerli, özel hissetmesi için boyası, cilası yeni yapılmış, parıl parıl parlayan ahşap sandalyenin oturak kısmı en kaliteli sünger ve kumaşlarla kaplanmıştı. Mazisi eski olmasına rağmen mütemadiyen yenilendiği belli olan porselenler, en kaliteli çelik ve estetik işçilikle imal edilmiş çatal, kaşık ve bıçak takımlarını insan kullanmaya kıyamazken kristal bardakların ışıltıları göz kamaştırıyordu. Hele o desenli, büyük ve kalın peçeteleri tek seferde kullanıp atmaya insanın içi elvermezdi. Masadaki her bir parça intizamlı dizilince bir sanat eseri ortaya çıkmıştı. Uçları özel spreyle kıvrılmış kaytan bıyıklı, sakallı, beyazı çoğunluklu, omzuna kadar dökülmüş saçları ve pahalı ama salaş giyimli adam, peynirden bir çatal alıp ağzına attı. Sonra başını hafifçe yukarı doğru kaldırırken gözlerini yumdu. Tadına vara vara ağzının içinde dolaştırıp yuttu. Yüzünde müstehzi gülümsemeyle “Yapamıyorlar efendim, yapamıyorlar… Bizimkiler, Fransızlar gibi yapamıyorlar. Geçen yıl Paris yakınlarındaki Brie bölgesine gittim. Yine Brie adıyla bir peynir yapıyorlar. Yemesi yumuşak, harika bir aroması var. Adamlar bir de aynı peynirin “Düz Brie”, “Otlu Brie”, “Çifte Brie” ve “Üçlü Brie” diye dört çeşidini yapmışlar. Boşuna dünyaca ünlü olmuyorlar.” dedi. Hemen karşısında oturan esmer tenli, slim fit beyaz gömlekli, siyah ceketli, yaşça hepsinden küçük olan adam çatalıyla peynire uzanacakken bala yönelip vücut diliyle “Ne olur cemiyete kabul edin.” diye yalvaran tavırları ve aşırı kaçmayan kibar bir küstahlık içinde “Evet Bora Bey, aynen size katılıyorum.” dedi. Diğerleri sen ne ara yedin bakışı atınca zengin bir semtteki alışveriş merkezinin ismi vererek “La Maıson De L’aıl Noır.” Bora, “Siyah Sarımsak Evi” dedi. Genç ise başını tasdik için gülümseyerek sallayıp devam etti “Ora sadece dünyaca ünlü şarküteri ürünlerini satıyor. Geçen gün Brie, kralların peyniri denilen Rokfor, Bleu d’Auvergne, ilk kez onuncu yüzyılda üretilen Maroilles…” Genç saymaya devam edecekti ki etrafındakilerin sıkıldığını fark edip “Daha birçok çeşidi alıp yiyince şimdiye kadar dünyada boşuna yaşamışım diyorsun.” dedi. Ama bu yakarışlar Bora’nın umurunda bile değildi. O bildik şımarık tavırlarıyla sofradaki her bir nimeti muadilleriyle kıyaslayıp yermeye devam ediyordu. Sırtı kapıya dönük huzursuzca oturan Yahya ise telefonuna gelen mesajla ferahlarken masadaki sağa sola yaltaklanan havayı dağıtmak için saçları tamamen dökülmüş, senelerin yorgunluğu yüzündeki çizgilerden okunan adam “Eeee Yahya üstat. Amerika’da şarküteri kültürü nasıl?” diye sordu. Yahya “Zeki Bey, adamlar etçil… Otçul değil… Bizim gibi değiller yani…” derken mekânın bahçeye açılan kapısından içeri giren uzun boylu adam gömleğinin kollarını geriye doğru kıvırarak heyecanlı, hızlı adımlarla masaya doğru yaklaşmaya başlayınca masadakiler toparlanıp kendilerine çekidüzen verdiler. Adam masaya beş-altı adım kala yüksek sesle “Zeki Bey, bizim bu çevrede tanımadığımız bir ceo, mühim bir yönetici ya da klasik araba koleksiyoneri var mı?” diye sordu. Zeki, beyninin içinde en üst seviyede geriye doğru tarama yapıp “Senelerdir beraberiz, benim bildiğim yok Tarık Bey.” dedi. Tarık masa başındaki boş sandalyesine otururken “Biraz önce mekânın önüne yedi bin beş yüz cc, bin dokuz yüz yetmiş iki yılında üretime başlayıp yetmiş altıda son verilen ülkemizde iki, üç tane bulanan continental marka dört model, siyah klasik lincoln marka araba durdu.” dedi.
Zeki “Şu bir tanesini almak için ederinin beş katı para verdiğimiz arabadan değil mi?” diye sordu. Tarık “Evet, evet. Ama içinden yetmişlerinde bir beyefendi indi. Adam zevk sahibi, asil, cemiyetten belli… Janti bir adam. Hayret ki ben bu adamı nasıl tanımıyorum?” Zeki elini çenesine götürüp “Hayret ki ne hayret! Hadi hepsini geçtim de siz ne kadar klasikçi varsa bir şekilde haberdar olursunuz.” dedi. Tarık sandalyesinden hafifçe kalkıp sağ elinin şehadet parmağıyla kapıyı gösterdi, “İşte bahsettiğim beyefendi.” dedi. Masadaki herkes dikkatini o tarafa verirken Zeki “Tarık Bey, evet hafızada kayıtlı değil. Ben de ilk defa görüyorum.” dedi. Sırtı dönük olan Yahya’nın, başını hafifçe çevirip bakınca “Babacığım.” demesiyle ayağa kalkması bir oldu. Masadakiler birbirine bakarken Yahya’nın, babasının elini öpmek için hamle yapmasına imkân tanımadan Nusret evladına sıkıca sarılıp “Hoş bulduk evladım.” dedi. Masadakiler, Tarık ayağa kalkınca mecburen ona uydular. Zeki’nin yanındaki, dakikalardır ortamı menfi gözlerle süzen fitneci tip, Zeki’nin kulağına eğilip “Kendi yetmezmiş gibi bir de babasını çağırmış. Yeni kayıt yaptırdığı ilkokulda arkadaşlarına hava basmak isteyen bebe gibi… Babası da görgüsüzün teki belli. Gitmiş, dolabındaki en pahalı takımı çekmiş, üstüne üstlük kesinlikle bir yerden arakladığı ya da emanet aldığı klasik arabayla gelmiş.” dedi. Zeki arkadaşının bacağına cimcik atıp “Barış, yarım saat fitne yapmadan duramıyorsun demi?” dedi. Tarık’ın, gördükleri karşısında şaşkınlığı bir kat daha artarken kısık sesle “Demek Yahya Bey’in babasıymış. İyi de onun ailesi Anadolu’da yaşamıyor muydu?” diye sordu. Yahya babasıyla yan yana, arkadaşlarına bakıp “Ortak bir amaç için bir araya gelmiş dostların tanışma yemeğindeyiz. Ben de her zaman kendisiyle iftihar ettiğim babam ile tanışmanızı istedim. Kendisi birkaç güne memlekete dönecek. Belki istesek de bu fırsat bir daha ele geçmez diye düşündüm.” dedi. Tarık, hayalini kurduğu o arabayı ele geçirme hesapları içinde, yanındaki boş sandalyeye eliyle buyurun işareti yaparken “Çok iyi düşünmüşsün Yahya Bey… Babanızla tanışmak bizim için de büyük şeref.” dedi. Yahya eliyle göstererek “Buyur babacığım.” dedi. Nusret ceketini çıkartırken ayakta bekleyen garson hemen koşup aldı. Nusret başıyla herkesi selamlarken Tarık hemen elini sıkıp “Hoş geldiniz.” dedi. Yahya “Babacığım, Tarık Bey şirketimizin ceosu.” dedi. Nusret “Çok memnun oldum. Ben Nusret Uslu.” dedi. Nusret otururken Yahya eliyle göstererek tek tek arkadaşlarını tanıtmaya devam etti, “Firmanın cto’su Zeki Bey.” Sinsi bakışlı arkadaşını gösterip “Cfo’muz yani para uzmanımız Barış Bey, sanatçı kişiliği ve derin entelektüel cmo’su Bora Bey ve genç yaşına rağmen gayet başarılı teknoloji, sosyal medya uzmanı cıo’muz Ethem Bey.” dedi. Nusret vakarıyla birlikte sevgi ve saygısını hissettirerek “Sizin gibi iş dünyasının müstesna şahsiyetleriyle tanışıp bir arada bulunmaktan dolayı kendimi bahtiyar addediyorum.” dedi. Zeki her zamanki olgunluğuyla “Yahya Bey gibi zeki, ahlaklı bir bilim insanını yetiştiren biriyle aynı ortamda bulunmakla bizler mesut olduk. Her zaman başımızın üstünde yeriniz var.” dedi. Barış gözleriyle hasedin, öfkenin, çekemezliğin ateşini saça saça “Memleket nere bey amca.” diye sordu. Ortamdakileri çaktırmadan süzen Nusret, Barış’ın üslubundaki kinayeden oğlunun kurtlar sofrasında olduğuna iyice kanaat getirdi. Nusret “Tokat evladım.” dedi. Tarık kendi derdine düşmüş, “Ben az önce sizi o klasik şaheserden inerken gördüm. Sizi, bizim buralardaki bir holdingin hissedarı, yöneticisi zannettim.” dedi. Nusret “Sözlerinizden klasiklerden anladığınızı seziyorum. Demek ki ortak çok noktamız var. Bir gün özellikle bir araya geliriz.” dedi. Daha ciddi ifadeyle “Hissedarlığa gelince, aslında doğru tahmin ettiniz. Burada ortağı olduğum bir firma var. Cihana nam salmış ödüllü yönetmenlere, aktrislere, aktörlere, sanatın başka dallarıyla uğraşan müstesna kişilere, moda dünyasına yön veren tasarımcılara, iş âleminin önde gelenlerinin düğünleri, özel günleri için yani kısacası isteğe bağlı kişiye özel takılar tasarlayıp imal ediyoruz. Bunun yanında da piyasa içinde imalatımız var. Ayrıca memlekette iki ayrı yerde iki yüz metre karelik kuyumcu dükkânlarım var. Hem perakende hem de civar vilayetler dahil toptan satış yapıyoruz.” dedi. Ethem dayanamayıp kesik suyun ilk akmaya başladığında çeşmeden çıkardığı patlama sesi gibi sesle “Baya iyi işiniz varmış.” dedi. Nusret “El âleme muhtaç olmayacak kadarlık bir ticaretimiz var.” diye cevap verdi. Barış bulduğu fırsatı kaçırmak istemeyen aceleci bir tavırla “Ya Yahya Bey? Onun ticaretle pek arası yok galiba?” Nusret lafa girecekken garsonlar çorbaları servis etmeye başladı. Barış aşağılamak kastıyla alaycı bakışlarla “Yoksa siz de mi ticareti beceremeyen çocuğu okutuyorsunuz?” diye sordu. Nusret sakince çorbasından bir kaşık alıp “Aksine Yahya’m ticarette çok başarılıydı. Onu okutmasam şimdikinin en az beş katı büyük olurduk. Ama…” Hayatında ilk defa bir insanı en başından beri pür dikkat dinleyen Bora “Ama…” diyerek konuşmanın devamını bekliyordu. Nusret “On bir yaşında dükkânda tezgâhın başına geçirdim. O kadar kıvrak bir zekâsı, kuşatıcı bir aklı vardı ki ilk iki günden sonra dükkâna giren müşteriye en güzel ne yakışır, ne uyar, anında çıkartıyordu. Fakat müşterilerin kimisi onun dediği yere yarım saatte, kimisi bir saatte, ne acı ki bazıları ise günler sonra geliyordu. Bu durum beni korkutmaya başladı.” dedi. Ethem “Para var, güzel tezgâh var, devamlı akarı var, işe sahip çıkan evlat var, korkmak niye?” diye sordu. Bu kez gelen kebaptan bir parça alan Nusret, konuşmasına devam etti, “Bu durum zamanla Yahya’yı darlamaya başladı. Zamanla insanlarla muhatap olmayı gereksiz görmeye başladı. Günler geçtikçe muhataplarına artık aptal muamelesi yapmaya başlayacaktı hatta ufak ufak başlamıştı bile… O saatten sonra onu dengede tutamayacağımı anladım. Ya içe kapanıp asosyal olacaktı ya da yüreğindeki yiğitle birlikte cesur, pervasız üstün zekâlı bir haydut olacaktı. Ama ikisinin arası yani normal insan asla olamayacaktı.” dedi. Bu kez yemeklerin tadını almak yerine sadece karnını doyurma niyetiyle hızla çiğneyen Bora “İnsanı tanıyan derin bir felsefik yönünüz var. Olayı nasıl çözdünüz?” Tarık suskunluğunu bozarken Yahya’yı tanıdığını hissettirmek için “Ankara Tıp Fakültesi’ne göndermiş.” dedi. Nusret ile Yahya göz göze geldiler. Nusret “O kadar kolay olmadı. Çarşıyı, pazarı tanıyıp para kazanmanın tadını alan adamı kolay kolay ilme, bilime sevk edemezsin. Hele mesele Yahya ise bu bin kat daha zordu. Harçlık vermezsin, elindeki üç beş kuruş ile ticaret yapar, olmadı ikna gücünü kullanır, tanıdıklarla iş çevirir.” Yahya’ya bakıp gülerek “Onun en hassas yanı, gönül kapısının anahtarı annesinin elindeydi. Hanım üzerinden ticaretle uğraşmanın onun için basit olduğunu ömür boyu para pul sıkıntısı olmayacağı garantisini de vererek dünyada iz bırakması için bilim adamı olması gerektiğini, insanlığa faydalı işler yapmanın manevi hazzının hiçbir maddi zevkte olmadığını işledik. Bunu da zamanla yüzde kırk dokuz oranında kerhen kabul edince Ankara’ya tıp okumaya gidebildi.” dedikten sonra yürürken boşluğa düşmüş gibi tak diye sözünü kesti. Yahya aynı anda yazı ve kışı yaşayan adam gibi bir yanı gülerken bir yanında hüzün bulutları kaplamıştı. Yahya “Ankara… Bu hayattaki en güzel şey başıma Ankara’da geldi. Eşimle tanışıp evlendim. O, Güzel Sanatlar Akademisinde okuyordu. Sanatla içi içe yaşarken bir yandan da muharrirlik yapıyor. Bu haliyle de benim gibi matematikçi bir adama ilaç gibi geliyor, eksik bir yanımı tamamlıyordu. Belki ben de onun için aynısıydım. Her şey dört dörtlüktü ama tek eksiğimiz çocuğumuz olmuyordu. O tahlil senin, bu doktor benim üç senin sonunda bebeğimiz doğdu.” Sesi titremeye, kelimeler boğazına düğümlenmeye başladı. Yahya “Tam yüzümüz gülecek derken asıl yıkımı o gün yaşadık. Bebeğimiz doğumdan kısa bir zaman sonra öldü. Aslında her şey normaldi ama bir anda anlayamadığımız bir komplikasyon sonucunda bebeğimizi bir kez bile öpüp koklayamadan geldiği yere, cennete yolcu ettik.” Yahya konuşamaz hale gelince herkes elindeki çatal, kaşığı bırakıp üzüntüsünde ona eşlik etti. Bora, irticalen kendinden hiç beklenmeyen, daha önce de hiç tezahür etmeyen bir içtenlikle sağ elini şefkatle Yahya’nın sol omuzuna koyup “Üzülme dostum. Tanrı sevdiği kulunu sevdiğiyle test edermiş.” dedi. Bu samimi teselli sözüyle Yahya biraz durulurken Nusret devam etti “İşte Amerika ona, hatıralardan kaçıp dertleri unutmak için bir sığınak oldu.” dedi. Yahya içli içli “Salih’imden ayrılalı bugün yirmi yıl yüz seksen gün oldu.” dedi. Barış sesindeki tınıda “Niye geldin? Gelmeseydin.” duygusunun hissedildiği soruyu sordu, “Sizi o sığınaktan buraya getiren ne oldu?” Yahya bütün acılarını bastıran savaşçı bir ruh ile “Tarık Bey’in, başta bu ülkenin insanı olmak üzere bütün insanlığın mücadele ettiği amansız hastalıklara şifa olacak ilaçların üretilmesini amaç edinmiş olması. Benim her acıyı bastırıp geniş imkânları elimin tersiyle itip geri dönmeme sebep oldu.” diye yanıtladı.
Ali Cengiz, dört metrekarelik çay ocağında duvarda zamana yenik düşmüş gibi duran, katranında da “Has Mücevherat” yazan saate baktı, hemen kahve pişirmeye başladı. Ali Cengiz “Coşkun… Tepsiyi hazırla Süleyman abinin gahvelerini götüreceksin.” dedi. Coşkun hemen gümüş tepsiyi çıkardı. Küçük su bardağını doldurup küçük gümüş tabağa kuş lokumu koydu. Ali Cengiz de köpüklü kahveyi hazır edip intizamlı olarak en ortasına koyarak “Hadi aslanım, soğutma.” dedi. Coşkun merdivenleri ikişer ikişer çıkıp “Üçler Mücevherat” yazan kapının ziline bastı. Kapı açılınca kibarca açıp içeri girdi. İlk adımda tam karşı duvarda asılı bulunan varaklı çerçeve içindeki Şura suresinin dokuzuncu ayeti gözüne çarptı. “Gerçek dost Allah’tır.” Hat sanatının en nadide eserlerinden biri kapıdan girenlere hakikati hatırlatarak hoş geldin diyordu. Kapının solunda ise bu kez “Medet Ya Resulullah” yazısı gönlünün kime bağlı olması gerektiğini hatırlatırken ahşap sedirler, misafirlerini ağırlamayı bekliyordu. Kapının sağındaki antika masif makam masası ve onun arkasında duvara nasıl gömüldüğünü kimsenin bilemediği antika çelik kasa, buradaki patronun kim olduğunu hatırlatıyordu. Coşkun’un ise gözüne ilk çarpan, makam masasının bir metre kadar solundaki külçe altınların saklandığı, Coşkun’un tabiriyle “Hazine-i Humayun” odasının kapısının aralıklı olmasıydı. Coşkun bir anda külçe külçe altınlarla göz göze gelince sevindirik oldu, şaşırdı, içinden “Acele etmeyin canlarım, geceyi bekleyin.” diye geçirdi. Sonra onları görmezden gelip “Hayırlı işler Süleyman amca… Her zamanki gibi köpüklü sade kahven, yanında kuş lokumları ve suyun…” dedi. Süleyman kasa defterinden başını kaldırmadan “Sağ ol evlat.” dedi. Coşkun “Afiyet olsun.” diye karşılık verdi. Altınların olduğu odadan Süleyman’ın büyük oğlu çıkarken “Baba her şey tamam. Artık kamera kayıt cihazının başına bir şey gelse bile bütün görüntüler bulut üzerinden otomasyon firmasının sunucularında kesintisiz kaydedilecek. İstediğimiz zaman cep telefonundan bakabileceğiz.” dedi. Kapıyı kapatıp çıkan Coşkun’un bütün neşesi gitti. “Ulan bunu hiç hesaba katmamıştım.” diye düşündü. “Sanki bütün dünya bir oldu, beni engellemeye kalkıyor. Babam çok haklı be gardaşım. Eski hırsızlara el çabukluğu, gözü açıklık, tatlı dil, ufak çaplı bir tezgâh yetiyordu. Şimdi ise inşaat mühendisi, elektrik mühendisi, elektronik mühendisi kadar mevzulara hâkim olacak, bilişim uzmanı gibi kafan çalışacak, sonra da hırsızlık yapacaksın. Yok ya, bu iş yapılacak iş değil artık. En iyisi tehir etmek ya da vazgeçmek.” dedi.
Mesai sonu büyük şehrin yorgun savaşçılarının tek hesabı, kalabalık toplu ulaşımda oturacak yer bulup kazasız belasız eve varmak, çekyatta ayaklarını uzatıp biraz dinlemekti. Gelir seviyesi yüksek olanların ise güzel bir yerde akşam yemeği yemek ya da bir mekânda eğlenmekti. Piramidin en üstekileri ise gelirlerini daha da artırmak uğruna sıkıcı, riyakârca tavırların binin bir para olduğu ama para için katlanmak zorunda oldukları kokteyllere ya da toplantılara iştirak edecekti. Coşkun bu gece üç gruba da azar azar dahil olacaktı. Önce eğlence mekânında eğleniyor gibi yapacak, sonra zorlu ve sıkıntılı soygunu yapacak, ganimeti kaldırıp sakladıktan sonra eve gidip hiçbir şey yokmuş gibi ayaklarını uzatarak hayatının en mesut gecesini yaşayacaktı. İlk olarak Aksaray’daki eğlence mekânındaydı, içmese de sarhoş taklidi yaparken gözü bir yandan da saatindeydi. Akrep ve yelkovan sekizin üzerindeydi. Akşam namazına yirmi beş dakika vardı. Gariptir Ali Cengiz namaz kılmasa da her zaman namaz vaktinde handan çıkar yürüyerek Kadırga’daki evine gider, yemeğini yer, biraz uyur, sonra sabaha kadar handa beklerdi. Coşkun artık zamanı geldiğine karar verdi. Mekânın tuvaletine gider gibi yürüyüp arka kapıdan çıktı. Öğlen bıraktığı ikinci arabayla yola çıktı. Aksaray, Saraçhane, Eminönü derken Cağaloğlu yokuşunun sonunda sağa döndü. Gülbahar Sokak’taki tarihî binanın yıkıntıları arasına bıraktı. Uhulet ve Selamat Han’ın duvarlarının arasındaki İnsan Geçmez Geçit’ten geçip Şeref Han’ın sadece hamalların toplandığı Araf Meydanı’nın dış duvarına tırmanıp sürünerek ilerdi. Sabahki antrenman iyi gelmişti. Hanın duvarına varınca indi, doğalgaz kutusundaki çantayı açıp malzemelere baktı, “Merhaba çocuklar, umarım sizi fazla bekletmedim. Hadi işe başlıyoruz.” dedi. Hızla siyah badi, pantolon ve botları giyip maskeyi başına geçirdi. Yaptığı iş zaten onu gerip terletirken bir de ağustos ayında kafaya maske geçirmek iyice terlemesine sebep olmuştu. Yapacak bir şey yoktu, dayanacaktı. Çantayı sırtladı, bu kez iyice küçülerek bir kedi gibi hanın çatısına tırmandı. Hanın tek bacasına hızla ulaşıp yağmur girmesin diye yapılan kapağını açarak makara için getirdiği elli santimlik demir profili uzattı, basit makara sistemini kurdu. Sonra da sarkmak için ayrıca bir çengelli ipi kullanarak aşağıya indi. Bacanın içinde sinyal kesici cihazı açıp kablosuz interneti kesti, “Baba sen gerçekten büyük adamsın. ‘Uzmanlığımız cepçilik olsun ama her alanda dost edilenim.’ politikası gerçekten faydalı. Bu küçük sorunumu arkadaşın Tahtakaleli Kaçakçı Rüstem abi çözdü sağ olsun. Yoksa bu milyonluk iş yatacak, ben de kahırdan ölecektim.” dedi. Sonra da ocağın hemen üstüne ayrıca yapılan ahşap kapağı kaldırıp zemine ayak bastı. Parmak uçlarında yürüyerek önce güvenlik kamera görüntülerinin kayıt altına alındığı cihazı Hd Ekrem’in öğrettiği gibi açarken “Abi dijital kayıtları silsen hatta yaksan küllerinden bile mutlaka bir iz buluyorlar. En sağlamı sabit diski sök, cebine koy. Sonra yak, küllerini asit kuyusuna at, arta kalan olursa da yedi tepeli İstanbul’un yedi tepesine ayrı ayrı göm…” sözü kulaklarında yankılanıyordu.
Sabit diski söküp belindeki küçük çantanın içine koydu. Ellerini ovuşturup “Fazla vaktim yok, adamlar yayının kesildiğini fark edince buraya bütün İstanbul Emniyetini yığar.” diye düşündü. Hd Ekrem’den aldığı çilingir aletleriyle duvarın içine gömülmüş tarihî çelik kasayı hemen açmaya başladı. Biraz zorlanınca “Paslanmışım, bundan sonra daha çok kasa soymam lazım.” dedi. Gülerek “Salak bu işten sonra gerek kalmayacak. Saygın, genç bir iş adamı olacaksın. Tek yapacağın anahtarı alıp odanın kapısını açmak.” diye ekledi. Açmaya yaklaşmışken ayak sesleri duydu. Durakladı, nefesini tuttu. İçinden “Bu ne şimdi bu saatte?” diye söylendi. Sesler dükkâna doğru yaklaşıyordu. Adımlardan anlaşılan bir kişiden fazla ama üç, dört kişiden çok değildi. “İyi, polis değil.” dedi kendi kendine. Anbean yükselen sesler kapını önünde durdu. Konuşmalar anlaşılır netlikte duyulmaya başladı. “Ali Cengiz seni de tam yemek ve istirahat saatinde buraya kadar yorduk. Ama ne yapalım ortak ancak müsait oldu. Yarın öbür gün memlekete de dönecek.” dedi. Bu sesi tanıdı, bu iş yeri sahibi Hacı Süleyman’ın sesiydi. Ali Cengiz “Olur mu ağam? Nusret abimiz ta Tokat’tan gelmiş, işinizi görmek şereftir.” dedi. Nusret “Ali Cengiz, gelmişken bu vesileyle seni gördüğüme de çok sevindim.” dedi. Bu ses Coşkun için yabancıydı. Ama o arada eşyalarını toparlayıp tekrardan bacaya girmeyi başarmıştı ki Ali Cengiz’in “Ben de Nusret ağam. Hem siz her zaman hizmetlerimi fazlasıyla takdir ettiniz.” konuşması arasında kapı açıldı, içeri girdiler. Coşkun gece sessizliğinde çıt çıkarsa duyulurdu. Sırtını bacaya yaslayıp öylece bacada asılı kaldı. Şöyle bir yukarı baktı. Yukarıdan biri fotoğrafını çekse bir yarasaya benzediğini göreceklerdi. Süleyman “Hadi o zaman, sen bize iki gayfe getir.” dedi. Ali Cengiz “Hemen ağam.” dedi. Bu arada Nusret eliyle bekle işareti yapıp cebinden bin lira çıkartıp uzatırken “Bununla da kendine mükellef bir yemek söyle.” dedi. Ali Cengiz başıyla teşekkür edip hızla kapıyı kapatarak çıktı. Süleyman ortağına bakıp “Bu en fazla tost yer. Artan parayı kumbaraya basar.” dedi. Nusret biliyorum tebessümü eşliğinde “Huy işte.” dedi. Süleyman ışıkları açtı. Koca handa aydınlanan tek yer onların olduğu odaydı. Aslında hem kötülük hem iyilik iç içe geçmişti. Kim kime galebe çalacaktı?
Devamı Gelecek Ay…