Kutsaldan Azade Akıllı Şehir Uygulamaları / Orhan Tuğrulca

Özellikle Peygamberlerin yaşadığı şehirler hangi özellikleriyle dikkati çekiyor ve nasıl değerlendirilmeli? Şehre ontolojik yaklaşım açısından da konuyu değerlendirir misiniz?
Kur’an ile şehir arasındaki yoğun ilişkinin boyutları eserimiz incelendiğinde görülecektir ki tahminlerin de ötesindedir. Kur’an ile şehir arasında yaşanan bu yoğun ilişkinin baş aktörleri tahmin edileceği üzere peygamberlerdir. Peygamberleri merkeze almayan hiçbir yaklaşım şehirlerin tarihsel serüvenini açıklayamaz. Hatta denebilir ki şehirler peygamberlerle doğmuş, onlarla ölmüştür! Zira hem Araf suresinin 57. ayetinde hem de Fatır suresinin 9. ayetinde geçen “beledin meyyitin” yani “ölü şehir” benzetmesinin yalnızca beşeri ve maddi varlığını kaybeden şehirleri kapsamadığını, aynı zamanda ilahi mesajdan uzaklaşan, küfür ve şirk bataklığına saplanmış, zulüm ve haksızlığın pençesine dûçar olmuş, çoraklaşmış zihinlerin egemen olduğu “ölü şehirler” şeklinde de yorumlanabileceğini göstermektedir.
Bu bağlamda Araf suresinin (57. ayet) hemen öncesinde gelen 56. ayette; (Peygamberler tarafından) “ıslah edildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” denilmiş olması “ıslah edilmiş şehir” ile “ölü şehir” arasındaki farkı çarpıcı ve sarsıcı bir şekilde gündemimize taşımaktadır.
Kur’an’da Hz. Âdem başta olmak üzere son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar gelen sürede yirmi beş peygamberin adı geçmektedir: Başta Hz. Âdem olmak üzere İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, Eyub, Zülküf, Yunus, İlyas, Elyesa, Zekeriya, Yahya, İsa ve Hz. Muhammed (s.a.v.). Adı geçen ancak peygamber olmadıkları düşünülen Lokman, Üzeyir ve Zülkarneyn ile birlikte yirmi sekiz habercinin adı geçmektedir.
Söz konusu bu peygamberlerin neredeyse tamamı bir şehir, bölge, kavim ya da bir topluluk ile anılmaktadır. İlahi mesajı alıp bir dağda yahut insandan arınmış bir vadide inzivaya çekilen herhangi bir peygamberden söz edilmez. Şehirler peygamberlerin hareket noktası, eylem ve söylem alanı olmuştur. İlahi mesajın taşıyıcıları olmaları hasebiyle insanların en yoğun olarak yaşadıkları ana merkezleri davet alanı olarak seçmişlerdir. Zira biliyorlardı ki insanı inşa eden şehirleri de inşa etmiş olacaktı.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince;
Şehre ontolojik bir yaklaşım,
Nüzulün 9. yılında inen şehir ayetlerinin sayısını on olarak tespit ettik. Hud suresinden dört, Araf suresinden beş ve İsra suresinden on bir olmak üzere toplam on surenin de Mekke döneminin sonlarına doğru indirilen ayetler olduğu görülmektedir. Söz konusu ayetlerde şehir kelimesi “fi diyarihim”, “el kûra”, “lî beledîn/vel beledû”, “fî dârihim”, “min karyetine” olarak geçmektedir. Hem Hud suresinin hem Araf suresinin konu ağırlığına baktığımızda Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lût, Şuayb ve Musa Peygamberin kıssalarının geniş bir şekilde verildiğini görüyoruz.
Nüzulün 9. yılında inen şehir ayetleriyle ilgili ilk dikkatimizi çeken husus daha önceki şehir ayetlerinde olduğu gibi zulmetmekte olan geçmiş milletlerin/şehirlerin haberi verilmektedir.
Hud suresi 100. ayette peygambere hitaben halkı helak olmuş şehirlerin haberleri hatırlatılarak “onlardan kiminin kalıntıları hala ayakta duruyor, kimiyse kökünden biçilerek tamamen yok olup gitmiş” denilerek bu anlatılanlardan ibret alınması tavsiye edilmektedir.
Hud suresi 102. ayette yine şehre hükmü şahsiyet verildiği söylenebilir. Ayette geçen “el kura ve hiye zalimetun” ifadeleri bir kısım meallerde “halkı zalim olan kasabalar / şehirler / memleketler” şeklinde tercüme edilirken birçok mealde “zulüm ve haksızlıkta direten bir ülkeyi”, “zulmetmekte olan medeniyetler”, “haksızlık eden memleketler” ve “zulmeden kentler” şeklinde tercüme edilmiştir ki böylesi bir tercüme şekli şehre hükmü şahsiyet kazandırılarak şehirlerin salt nüfus ve konut stokundan ibaret olmadığını konut şekli, cadde ve sokakların dizaynı sosyal ve kültürel unsurları, insani ve İslami yaşamı her yönüyle kolaylaştıran tarafıyla kimlik ve kişilik sahibi olduğu sonucuna götürmektedir.
Nüzulün 9. yılında inen şehir ayetleri arasında yer alan Araf 57. ve 58. ayetlerde ise edebi benzetmelerle şehir (beledin-beledu) yeniden dikkatlerimize sunulmaktadır. “Ölü bir beldenin” (li beledin meyyitin) bulut yüklü yağmurlarla nasıl hayat verildiğini hatırlatılan Araf 57. sureyi takip eden Araf 58’de ise şükreden kavimlere verilen nimet hatırlatılarak “Rabbinin izniyle güzel memleketin (vel beledu tayyibu) bitkisi (güzel) çıkar; kötü olandan ise faydasız bitkiden başka bir şey çıkmaz” denilerek güçlü ve anlamlı bir teşbih yapılmıştır. Nitekim müfessirler bu ayette teşbih yapıldığını hatırlatarak mü’min toprağı verimli olan güzel memlekete (beledu tayyibu) benzetilmiştir. Münafık ise kötü topraklı memlekete benzetilmiştir.
Bu ayette de yine Hud 102’de olduğu gibi farklı bir yaklaşımla memleket / şehir / belde, insana benzetilerek mekâna bir hükmü şahsiyet kazandırılmıştır. Kur’an’ın bu ilginç yaklaşımının birçok ayette verilmiş olması şehir ile insan arasındaki ontolojik ilişkinin varlığını açıkça ortaya koyarak Allah, insan ve şehir arasındaki yaratıcı-yaratılmış ile yaratıcı-varlık arasındaki güçlü ilişkiyi beyan etmektedir.
“Kadim Kentten Akıllı Kente Şehir ve Kutsal” adlı kitabınızda modern zamanların şehir anlayışının şehir ve kutsal bağlamında disipline edilmesi gerektiğini anlatıyorsunuz. Bu konunun çağdaş bir yaklaşımla yeniden düşünülmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Mevcut duruma eleştirel anlamda nasıl bakıyorsunuz? Temelde neler söylenebilir?
Ön sözümüzde belirttiğimiz üzere, bu çalışma ile yeni bir şehir modeline ulaşmak değil, tarihsel süreci şehir ve kutsal bağlamında disipline ederek İslam’ın temel referans kaynağı olan Kur’an’ın zaten var olan modeline dikkat çekmek istedik. Zira, kendi modelini neredeyse bütün dünyaya kabul ettirip şehirleri derin bir çıkmazın içerisine sürükleyen Batı’nın kente dair metinleri incelendiğinde tam anlamı ile bir çözümsüzlükle karşı karşıyadır. Thomas More ile başlayan kent ütopyacılık furyası yeryüzünde cenneti kuramayacağını anlayınca, 18. yy. sonları ve 19. yy.da karşı ütopyanın pençesine düştü. Diğer taraftan Tanrı, tapınak ve kutsaldan uzaklaşarak ütopya ve karşı ütopyanın girdabına giren Batıcı kentin kurtuluşu için, son bir asırdan bu yana onlarca kuram geliştirildi. Ancak bu kuramların hiçbiri kentin yeniden insanın ontolojik varlığını yerli yerine koyacak nitelikte olmadığını düşünüyoruz.
Buna karşılık Kur’an şehri Batı’nın olanca kafa karışıklığına karşı, özgürlükçü bir şehir inşasından yana olduğuna dair en küçük bir tereddüt söz konusu değildir. Çağdaş metinler çoğulculuğu demokrasi ve özgürlük kavramlarıyla birlikte kullanırken Kur’an bu zemini “hak” ve “adalet” kavramları başta olmak üzere kendine özgü bir terminoloji kullanarak şehre bir nefes vermektedir.
Bu bağlamda geleneksel İslam şehirlerinin tarihsel birikimlerini de dikkate alarak Kur’an’ın önerdiği şehir modelini çağdaş bir yaklaşımla yeniden düşünülmesini öneriyoruz. Zira “Beled” (şehir/kent) suresi ile birlikte doksan civarında şehir ayetini vaaz eden bir kitabın (Kur’an) bir şehir modeli olmadığını söylemek mümkün değildir. Söz konusu ayetlerin içeriği dikkate alındığında “Kur’an Şehri” iki seçenek sunmaktadır: Birincisi tarihsel örneklemeleriyle verilen “esir insanların şehri”, ikincisi “hürriyeti ile yaşayan insanların şehri”. Bir başka anlatımla bir taraftan güç, iktidar ve serveti tekelleştirerek insanları köleleştiren şehir, diğer taraftan “… O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.” diyerek iktidarı ve mülkü adalet üzere tabana yayan ve yetimlere, yoksullara, çocuklara, kadınlara, yaşlı ve dezavantajlı kesimlere alan açan şehir. Çalışmada bu farkındalığı vermeye çalıştık.
Bu başlığın hakkını tam olarak verip vermediğimi bilmiyorum. Bizim muradımız tükenmekte olan ve ciddi bir çıkmazın içinde olan şehre mütevazı bir çözüm arayışıdır. Endişemiz, Kur’an’ın öngördüğü şehir ile bizim Kur’an’dan anladığımız şehir arasındaki farkın ağır sorumluluğudur. Bu yüzdendir ki “Kur’an Şehri’ndeki kastımız yanılan bir beşer olarak Kur’an’dan anlayabildiğimiz ile sınırlıdır. “Âlim” olan Allah’tır. Zira melekler nasıl ki “Ya Rab seni noksan sıfatlarından tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur…” diyerek itiraf etmişlerse biz de itiraf ediyoruz.
Sizin gönlünüzdeki idealin referansları nelerdir? İçerik, öz ve felsefe olarak mevcutlarla karşılaştırmak mümkün mü? Artılarıyla eksileriyle konuyu değerlendirir misiniz?
Yaptığımız çalışmanın her şeyden önce tarihsel metinler üzerinden bir okuma-anlama çalışması olduğunun altını çizmemde yarar var. Söz konusu bu tarihsel birikim Kur’an’ın önerdiği metinler ile bir araya getirildiğinde “gönlümüzdeki referansların” temel ilkeler bağlamında ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
Kur’an bize, Ad, Semûd ve Sebe kavminin şehir ve mimaride sahip oldukları ihtişamın, inkârları yüzünden yok olup gittiğini haber vermektedir. Gerek Ad kavminin, Semûd kavminin, Sebe kavmi ve Süleyman peygamberin sahip olduğu saray, mülk ve tezyinatın, ayetlerin öncesi ve sonrasında verilen mesajlar dikkate alındığında yapı ve mimaride, sanat ve tezyinatta ileri gitmenin önünde herhangi bir yasaklayıcı ya da engelleyici bir mani olmadığı, bilakis Allah’ın lütfettiği nimetlere şükredip iman edilmesi şartı ile “beldetü tayyibetü” niteliğine sahip şehirlerin kurulabileceği sonucuna varılmaktadır.
Hud suresi 61. ayette “…O sizi yeryüzünde yarattı ve sizi oranın imarında görevli kıldı…” ayetinin Ad ve Semûd kavminin akıbetinin anlatıldığı ayetlerin devamında verilmiş olması hem söz konusu bu kavimlerin hem de genel olarak insanların yeryüzünü “imar etme-mamur hale getirme” görevine sahip olduklarını göstermektedir. Bu ayet ve diğer ayetlerin içeriği ve mesajı dikkate alındığında inananların yeryüzünü imar ederken Hz. Süleyman’ın kıssasında tasvir edilen ve ayrıntı verilerek betimlenen şehir ve yapıları inşa edebilecekleri sonucuna varılabilir. Ancak bu kıssalardan hareketle bir şehir ve mimari modeline ulaşmak mümkün görülmemektedir.
Yusuf el Karadavi, “İslam’da Çevre Bilinci” adlı eserinde “imar etmek ve işletmek” mevzunu işlerken bozgunculuk yapılmaması şartına dikkat çekmektedir. Kur’an’da “fsd” kökünden türetilen kavram 50 ayette geçmektedir. Söz konusu bu ayetlerde;
1. Allah’a söz verdikten sonra sözlerinden dönmemeleri,
2. Allah’ın ziyaret edilip hal ve hatırlarının sorulmasını istediği kişileri ziyaret etmeleri,
3. Yeryüzünde haksız yere kan dökmemeleri,
4. Eline güç verildiğinde ekinleri tahrip etmemeleri ve nesilleri bozmamaları,
5. Yetimlere iyi davranmaları,
6. Haksız yere cana kıymamaları,
7. Allah’ın verdiği nimetlere şükretmeleri,
8. Ölçüyü, tartıyı tam yapmaları, insanların mallarını eksik vermemeleri,
9. İnsanları Allah’ın yolundan alıkoymamaları,
10. Zenginliğin peşine düşmemeleri,
11. İnsanların mallarını çalmamaları,
12. Akrabalık bağını koparmamaları,
13. Kibre kapılmamaları,
14. Şirk koşmamaları,
15. Halkı zümrelere bölmemeleri, güçsüzlere sahip çıkmaları,
16. Allah’ın verdiği nimeti ölçülü kullanmaları ve hayır için harcamaları,
17. Yeryüzünde böbürlenmemeleri,
18. Kötülüğü çoğaltmamaları, gibi. Sosyal ekonomik ve toplumsal sorunların çözümünde bugün için en çok ihtiyaç duyduğumuz temel ilkelerin ortaya çıkmış olması tesadüf değildir.
Akıllı kent uygulamaları ve ütopya açısından konuyu değerlendirir misiniz? Ne yapılmak isteniyor?
İnsanlık tarihi boyunca kentin Tanrı, mabet ve kutsal eksenli geliştiğini eserimizde uzun uzadıya anlatmaya çalıştık. Kur’an’ın şehir tasavvurunun da yine bu eksen üzerinde geliştiğini hem şehir ayetlerinde hem de İslam şehirleri pratiğinde görmüş olduk.
Avrupa Orta Çağında ortaya çıkmaya başlayan “ütopyalar” ile “akıllı kentler” ve “cennet” arasında kurmaya çalıştığımız ilişkinin zorluğunu biliyoruz. Bir taraftan inandığımız ve iman ettiğimiz ilahi kitabın vaat ettiği cennet, diğer taraftan Batı’da kutsaldan uzaklaştıkça derinleşen bir krize sürüklenen kentin zemini üzerinde ortaya çıkan ütopyalar ve nihayet şimdilerde giderek yaygınlaşan ve yine “kutsaldan azade” akıllı şehir uygulamaları.
Kur’an’da vaat edilen cennet, insanoğlunun ontolojik yolculuğunda Allah ile yaptığı sözleşmesine sadakat gösterdiği ölçüde öte dünyada varacağı yerdir. Buna karşılık kendi içinde farklılıklar içerse de Platon’un “Devleti” de, Tommaso Campanella’nın “Güneş Ülkesi” de, Thomas More’un “Ütopia”sı da, Francis Bacon’un “Yeni Atlantis”i de yine bir yeryüzü cenneti yaratmayı amaçlamışlardır. Hatta Avrupa toplumunun sosyal şartlarının bir sonucu olan ilerlemeci dünya ve tarih görüşü ve aynı zamanda Hegel’in işaret ettiği tarihin sonu ile Marks’ın işaret ettiği “komün toplum”da birer yeryüzü cenneti kurma ideali olduğu söylenebilir.
Çağdaş insan binlerce yıllık bilgi birikimi ve teknolojik imkânlarla yakın zamana kadar “ütopya” olarak görülen hizmetleri devreye sokarak yeryüzünde yeni bir cennet mi kuracak yoksa anti ütopyacıların işaret ettiği gibi “makina”laştıkça mekanikleşeceğini ve dolayısıyla hayatı cehenneme mi dönüştürecek onu bilemiyoruz.
İnsanoğlu Tanrıya rağmen “şeytani” planlarından dolayı kovulduğu cennetin bir benzerini yeryüzünde kurma niyetinin yeni olmadığını biliyoruz. Bu bağlamda Ad’ın “İrem”i de Babil’in “asma bahçeleri” de bu hayalinin bir parçası olduğu söylenebilir.
Akıllı kentin, daha önce incelediğimiz kent ütopyaları gibi yeryüzünde yeni bir cennet yaratma(!) girişimi olup olmadığını anlamak için öncelikle hedefinin tam olarak nasıl bir şehir inşa etmek olduğuna bakılması gerekir. Bu bağlamda; genel olarak bakıldığında dünyada akıllı şehir stratejilerinde üç ana motivasyonun etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar:
1. Teknolojinin, yatırım yapmak ve ekonomik kalkınmayı arttırmak için hizmetler geliştirmek ve verimlilik sağlamak için “Ekonomik Motivasyon”,
2. Vatandaşların kapsayıcılığının, güveninin güçlenmesinin ve şeffaflığın teşvik edilmesi için “Sosyal Motivasyonlar”,
3. Çevresel sürdürülebilirliği sağlamaya yönelik çalışmaları hedefleyen “Çevresel Motivasyonlar”dır.
Ülkemizde akıllı şehir uygulamaları “akıllı ulaşım” bileşeni üzerinden bir motivasyon sağlandığını “Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları 2003-2023 Strateji Belgesi”nde “Çağdaş ve Güvenli Ulaştırma Sistemleri Geliştirme Yeteneği Kazanma” hedefi ile öne çıktığını görüyoruz.
Akıllı kent ile ilgili farklı yaklaşımların söz konusu olduğunu yukarıda özetlemeye çalıştık. Bu yaklaşımların en ilginç ve dikkat çekeni kentin insana benzer bir organizmaya sahip olduğunu öne süren ekolojik ve ekokent yaklaşımıdır. Bu yaklaşıma göre kentler, tıpkı organizmalar gibi:
Hareket (ulaşım),
Solunum (enerji elde etme işleri),
Hassasiyet (çevresel duyarlılık),
Büyüme (değişim ve gelişim),
Yeniden yaratma (yapılaşma, eğitim, planlama),
Beslenme (hava, su, toprak, yiyecek vs.),
Ve boşaltım (atıklar) sistemlerine sahiptir.
Dünya’da ve Türkiye’de parlatılan akıllı kent sistemleri teknolojik imkânlarla insanların hayatını kolaylaştırması ilk bakışta cazip görünse de çok da masum olmadığı eleştirileri yapılmaktadır.
“Akıllı Şehir” olarak pazarlanan kentlerin esasında “dijital şehir” olmanın ötesine geçmediği yüksek teknolojik şehirler gibi müstakil konular üzerine odaklı yapılanmaların ortaya çıktığını ileri süren eleştirilere göre, söz konusu bu “akıllı” projelerde kullanıcıların (şehirlilerin) devre dışı bırakılarak katılımcılığın ortadan kaldırıldığı, yeniliklerin test edildiği, şehirlerin teknoloji şirketlerinin laboratuvarı haline getirildiği şeklinde eleştiriler ön plana çıkmaktadır.
Akıllı şehir uygulamalarıyla Türkiye ve İslam ülkelerinde yanlış yatırımlarla şehirlerin teknoloji çöplüğüne dönüşeceğini ileri süren bu eleştirilere göre teknoloji, mekân ve insan üçgeninde akıllı çözümler ve sürdürülebilir şehirler kurmayı amaçlamasına rağmen henüz insanın ontolojik varlığına katkı sunacak bir yönelişin işaretini vermemiştir.
Yukarıdaki eleştiriler eşliğinde akıllı kent tanımlarında öne çıkan anahtar kavramlar bu yeni kent yaklaşımının kimliğini ele verdiğini söyleyebiliriz. Söz konusu bu tanımlarda; 1. Güvenlik, 2. Bakım, 3. Mekân, 4. Ekonomi, 5. Yönetim, 6. Çevre, 7. Sosyal Faaliyet, 8. Bilgi ve İletişim Teknolojileri, 9. Rekabet, 10. Yaşam Kaliteleri, 11. Refah, 12. Ölçümlenebilir Sistemler, 13. Kamusal Hizmetler, 14. Planlama, 15. Verimlilik gibi temel kavramlar öne çıkmaktadır.
Uluslararası Telekom Birliği’nin (ITU) 100’den fazla bilimsel çalışma üzerinde yaptığı araştırmada belirtilen anahtar kelimelerin literatürde yer alma oranlarını şu şekilde tespit etmiştir:
Bilgi ve İletişim Teknolojileri (% 26),
Alt yapı ve servisler (% 17),
Çevre ve sürdürülebilirlik (% 17),
İnsanlar, vatandaşlar ve toplum (% 12),
Yönetim, işletme ve idare (% 10),
Ekonomi ve kaynaklar (% 8),
Yaşam kalitesi ve yaşam tarzı (% 6),
Ulaşım ve mobilite (% 4).
Yukarıda verdiğimiz örneklere ek olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 566 sayfalık “2019-2022 Ulusal Akıllı Şehirler Stratejisi ve Eylem Planı Projesi” adlı raporda yaptığımız taramada:
“Teknoloji” kelimesi 1113 defa, “Eğitim” (Ağırlıklı olarak teknoloji eğitimi) 250 defa, “Mimari” 203 defa, “Kültürel” 155 defa, “Hasta(ne)” 59 defa, “Engelli” 56 defa, “Çocuk” 52 defa, “Tarihi” 26 defa, “Yaşlı” 24 defa, “Kadın” 22 defa, “Manevi” 3 defa, “Cami/Mabet” 0 defa, “Din/dini” 0 defa, “İbadet” 0 defa geçmektedir.
566 sayfalık bir raporda ortaya çıkan bu oranlar bile tek başına “akıllı şehir” projelerinin aslında nereye doğru evrildiği ve gelecek nesillerimize hangi sonuçları miras bırakacağı konusunda fikirler vermektedir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.