Korku Psikolojisi / Psikolojik Danışman Safinaz Çetin

Yaratıcının muhteşem sanatlarından biri olan insanoğlu, karmaşık bir yer olan dünya hayatına birtakım yetilerle donatılmış vaziyette gönderilmiştir. Bu yetiler hayatta kalma, çoğalma içgüdüleri, akıl ve duygulardır. Bunlar sayesinde insan, bulunduğu ortama adapte olmakta, tüm zorluklara rağmen hayatını devam ettirebilmektedir. Dört temel duygumuz olan sevinç, öfke, üzüntü ve korku da hayatta kalabilmemiz için gereklidir. Hayatta kalma içgüdüsü diğer duygulara göre korku ile daha iç içedir. Korku duygusu olmasaydı kendimizi tehlikelerden koruyacak itici güç de olmayacaktı. Dişlerini göstererek üzerimize gelen bir köpekten kaçmayacak, onun vereceği zararı önlemek adına herhangi bir girişimde bulunmayacaktık. Buna benzer birçok tehlikeli durum karşısında harekete geçemeyecektik. İlk insanların vahşi hayvanlardan kaçmaları, korunaklı mağaraları barınma alanı haline getirmeleri, kendilerini koruyacak keskin aletler geliştirmeleri korku ile birlikte hayatta kalma içgüdüsünün getirileridir. Korku nedir diye bakacak olursak, bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında duyulan yoğun kaygı halidir. Korku duygusu ile birlikte bedenimizde birtakım değişiklikler görülür. Göz bebeklerinde küçülme olur. Bu, görüş açımızın daralmasını ve tehlikeye odaklanmamızı sağlar. Vücudumuz daha çok oksijene ihtiyaç duyar. Nefes alışverişimiz ve kalp atışımız hızlanır. Kaslarımıza daha fazla kan gider. Çünkü hayatta kalmak için korkuya neden olan unsurdan kaçmak veya onunla mücadele etmek amacıyla beden kendini hazırlamaktadır. Buna kaç ya da savaş tepkisi denir.
Korku duygusu, beynimizde amigdala denilen bölgenin korku uyaranını algılamasıyla başlar. Amigdala dış uyarıcıyı algılayıp işler ve beynin başka bölümlerine gönderir. Bu bölümlerden biri olan hipokampus korku ile ilgili daha önceki yaşantılardan öğrenilenleri hatırlar. Diğer bir bölüm olan prefrontal korteks korkuyla baş edebilmek için mantıklı adımlar atıp korkuyu kontrol etmeye yardımcı olur. Bütün bunlar saniyeden bile kısa zamanda beyinde gerçekleşir ve bizim harekete geçmemiz için vücudumuza sinyaller gönderir.
Kokuları içgüdüsel korkular ve sonradan öğrenilmiş korkular olarak sınıflandırabiliriz. İçgüdüsel korkular hayatta kalmayı sağlayan korkulardır. Ani ve yüksek sesten irkilme, yüksek bir yerden düşme tehlikesi, vahşi hayvandan korkma bunlar arasında sayılabilir. Sonradan öğrenilmiş korkularda ise yaşantılar, deneyimler, insanlardan görerek öğrenme vardır. Bunlar karanlık korkusu, fobiler, hastalık endişesi vb. korkulardır.
Küçük yaşta yaşadığımız korkular içgüdüsel korkulardır. Zamanla, yaşantıların da etkisiyle bazı korkuları öğrenmiş oluruz. Bazı korkular hayatımızda gereklidir, ancak bazı korkular hem gereksizdir hem de günlük hayatımızı ciddi anlamda etkilemektedir ve bunlardan bir an önce kurtulmak gerekir. Örneğin öğretmenin kızmasından korkan bir çocuğun ödevlerini yapması, işten atılmaktan korkan birinin görevlerini zamanında yapması, sevdiği kişinin sevgisini kaybetme korkusundan dolayı kişinin daha özenli davranması, kaza yapmaktan korkan birinin trafikte daha dikkatli davranması hayatımızda olması gereken korkulardır. Fobiler ve takıntı halini almış bazı korkular, örneğin böceklerden korkma, hasta olmaktan korkup sürekli elini yıkama, asansöre binmekten korkma gibi durumlar tedavi edilmesi gereken korkular arasındadır. Fobilerde normal olmayan ve aşırı bir kaygı söz konusudur. Kişi bu korkunun abartılı olduğunun bilincindedir ancak bununla kendi başına mücadele edemez. Küçük bir örümcekten, sevimli bir kediden korkan pek çok insan olduğunu görüyoruz. Bu kişilerin geçmiş yaşantılarına baktığımızda korku nesnesi ile ilgili bir travma yaşadıklarını veya klasik koşullanma yolu ile asıl korku sebebinin başka bir nesneye kaymış olduğunu fark ediyoruz. Bu kişilerin uzman desteği alarak hayatlarını zorlaştıran bu korkudan kurtulmaları gerekir.
Çocuklar pek çok şeyden korkar ve bu korkunun farklı sonuçları görülür. Annesinin aniden bağırmasından korkan bir çocukta kekemelik oluşabilir. Çizgi filmlerdeki canavar veya hayaletlerden etkilenen bir çocukta karanlık korkusu başlayabilir. Bununla birlikte alt ıslatma, gece uykuda kabuslar görme gibi durumlarla karşılaşılabilir. Öğretmenin başka bir arkadaşına kızması neticesinde kendisine kızılmasa bile dolaylı öğrenme ile öğretmen korkusu ve okul korkusu başlayabilir.
Yetişkinlerde olduğu gibi çocuklarda da olması gereken faydalı korkular vardır. Bu korkulardan biri otorite korkusudur. Çocuğun hayatındaki ilk otorite anne ve babasıdır. Otoriter anne ve baba, çocuğun hayatını disipline etmekle görevlidir. Burada kısa bir açıklama yapılması gerektiği kanısındayım. Zira otorite ve disiplin kelimeleri sert davranmak, aşırı kuralcı olmak, ceza vermek gibi kavramları çağrıştırmaktadır. Otorite, bir şeyi yaptırmaya veya engellemeye gücü olan anlamındadır. Disiplin ise içinde yaşanılan toplumun düzenini sağlamak amacıyla kurallara uymak, bir düzen içinde yaşamaktır. Otorite ve disiplin hayatımızda olmadığı takdirde kaosun yaşanması kaçınılmazdır. Örneğin bir okulda otorite okul müdürüdür. Disiplin, okulun kuralları ve ders planlarıdır. Bunların olmadığı bir okulda eğitim öğretimden söz etmek mümkün değildir. Otorite ve disiplin hayatımızın olmazsa olmazlarıdır. Bu nedenle ilk otorite olan anne ve babaların, bu özelliklerini yerinde kullanmaları, çocuğun duygusal, sosyal ve bilişsel gelişimi açısından önemlidir. İlerleyen yaşlarda insanlarla sağlıklı ilişkiler geliştirip düzenli bir yaşantısının olması, çocuklukta kazanacağı disiplinle paralellik göstermektedir.
Bir çocuk anne ve babasından korkmalı mıdır? Evet korkmalıdır ve bu korkunun içinde iki farklı duyguyu yaşamalıdır. Birincisi çocuk hatalı bir davranış yaptığında ebeveynin ona ceza verecek olma korkusu, ikincisi de anne ve babasının sevgisini kaybetme korkusu. Günümüz anne ve babalarında görülen bir durum vardır. Kendi anne ve babalarından yeterli sevgi, ilgi göremeyen ebeveynler, onlar gibi olmayacaklarına dair kendilerine söz verirler. “Ben babamın yanında bırak gülmeyi, konuşamazdım. Ayaklarımı uzatıp oturamazdım. Çocuğum benden çekinmesin, bana her şeyini anlatsın. Ben babam gibi bir baba olmayacağım. Çocuğumla arkadaş olacağım…” türünden konuşmalara şahit olmaktayız. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki çocuğun arkadaşa değil, anne ve babaya ihtiyacı var. Arkadaş olmak yerine anne baba olmaya çalıştığımız zaman doğru yoldayız demektir. Burada da sevgi ve korku dengesini iyi kurmak gerekir. Anne-baba çocuğuna sevgisini her koşulda göstermeli, tabiri caizse sevgi arsızı yapmalı; ancak çocuk anne ve babadan da yeri geldiğinde çekinmelidir. Evde anne ve babadan, okulda öğretmenden korkmayan çocuklar büyüdükleri zaman da otorite olarak kimseyi tanımamakta ve korku unsuru olmadığı için de suça çok kolay karışabilmektedirler. Ayrıca çocukların anne sevgisinden Allah sevgisini, baba korkusundan da Allah korkusunu öğrendikleri göz önünde bulundurulursa korkunun gerekli olduğunu daha iyi anlamış oluruz.
Korku duygusu, İslamiyet için de önemli bir yerde bulunmaktadır. Allah (c.c.) imtihan için dünyaya gönderdiği kullarını cennetle müjdelemekte, cehennemle de uyararak korkutmaktadır. Allah yarattığı kullarını çok iyi bildiğinden korku ve ümit dengesini en güzel şekilde kurmuş ve ayetleriyle de bizlere bildirmiştir. Havf Allah’tan korkmak, recâ ise Allah’tan umut etmek demektir. Müminlerin bu iki hal arasında bulunmaları teşvik edilir.
“Allah’a karşı havf ve recâ hali içinde olunuz. Çünkü havf ve recâ hali içinde olan kimse cennete girer.” (Tirmizî, Kıyâme, 59)
“Havf ve recâ arasında olunuz. Havf ile amel ediniz, recâ ile dua ediniz.” (Ahmed b. Hanbel, II, 165)
Havf ve recâ arasında denge olmalıdır. Zira korku fazla olursa ümitsizlik; ümit fazla olursa da korku eksikliği ve beraberinde gaflet doğabilir. Allah’tan korkmak da iki şekilde olmalıdır. Hem Allah’ın azabından hem de sevgisinden mahrum olmaktan korkulmalıdır.
Çevremizde şahit olduğumuz bazı olaylar bize Allah’ın gücünü, gazabını hatırlatmakta ve korku ile ürpermemize sebep olmaktadır. Gök gürültüsü ve doğal afetlerin çaresizliği karşısında insan hem acizliğini hatırlamakta hem Allah’tan korkmakta hem de O’na sığınıp tövbe etmektedir… Allah’tan ve gelecek olan hesap gününün dehşetinden korkan insan, dünya hayatında emir ve yasaklara daha da dikkat edecek, ahlaki kurallar çerçevesinde yaşamaya gayret edecektir. Bu korkularla yüreği titremeyen insan her türlü kötülüğe yeltenebilir. Kötülüklerden uzak durmak için ödülden ziyade cezayı hatırlamak daha caydırıcıdır.
Allah korkusu, hem O’nun sevgisinden uzaklaşmamak için Allah’a duyulan saygı ve sevgiden kaynaklı hem de gazabından kaynaklı olmalıdır. Allah’tan sadece gazabından kaynaklı bir korku duyuluyorsa burada Allah’la duygusal bir ilişki geliştirilememiş demektir. Allah’tan hakkıyla korkan kişi başka hiçbir şeyden korkmaz.
“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Yalnız benden korkun.” (Bakara,2/40)
“Rabbinin huzurunda (hesap vermek üzere) duracağından korkan kimseye iki cennet vardır.” (Rahman,55/46)
Peki bu duyguyu yani Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmama duygusunu nasıl kazanabiliriz? Buna en güzel cevabı, Şenel İlhan Beyefendi vermiştir. Gönüllerimize ışık tutan o makalesi ile yazımızı noktalayıp sözü üstadına bırakalım:
“Bir Müslüman Allah’tan (c.c.) başka hiçbir şeyden korkmamalı, cesur ve korkusuz olmalı… İşte bu şecaatli duruşu Allahu Teâlâ bütün Müslümanlardan istiyor… Nitekim Efendimiz de (s.a.v.) bir duasında “Allah’ım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, aşırı yaşlılıktan, cimrilikten, kabir azabından, hayatın ve ölümün fitnesinden sana sığınırım.” (Müslim, Zikir 50) diyerek korkaklığın üzerine gidilmesi gereken bir duygu olduğunu ümmetine öğretiyor. Peki, nasıl elde edeceğiz bu korkusuzluğu?
Şunu iyi bilelim ki bu korkusuzluk sadece güçle, kuvvetle, yiğitlikle hallolacak iş değildir. Zira bu korkusuzluğu bir insan ancak yerinde canını, malını, sağlığını, rahatını vb. elindeki tüm imkânlarını kaybetmeyi göze alarak kazanabilir.
Daha açığı diyelim ki başına olmadık işler gelse, bazı organların, uzuvların senden alınsa veya sırf Müslüman olduğun için din düşmanları tarafından türlü işkencelere tabi olsan, gerekirse hepsine Allah (c.c.) için katlanabilirim diyebilmelisin. İşte bütün bu alternatifleri hesaba katarak bunlara sabredebilmeyi, katlanabilmeyi baştan kabullenmek ve göze almakla bu korkusuzluk elde edilebilir. Ben kendi nefsim adına bütün bu hesaplara girdim, kendime hep bu soruları sordum, sonra da Allah için bütün bunların hepsine razı oldum. Dolayısıyla, ölüm dâhil gelecek tüm felaketlerden razı olmak, gerçek şecaatin veya korkusuzluğun asıl dayanağıdır… Allah dostları korkusuzluğu bu düşüncelerle elde ederler. Bu duygunun arkasında ise Allah’a (c.c.) olan güçlü bir iman, tevekkül ve teslimiyetle, O’nun yaptıklarına ve yapacaklarına razı olma duygusu vardır. O’nu sevme, O’nun senin hakkındaki isteklerini kendi isteklerine tercih etme güzelliği vardır. Yine bu duygunun temelinde, dünyaya, ahirete kıyasla daha az değer vermek, dolayısıyla ahiret kazancını dünya kazancı yanında daha büyük ve önemli görme duygusu vardır. Dünyayı ahiretten fazla sevenler bu duyguyu asla elde edemezler.
Ben ölümden korkmam, hatta Rabbim’le vuslat ne zaman diye sabırsızlıkla hep beklerim. Dünyayı ebedi hayat sanan insanlar, bu duyguları anlayamaz ve gerçek bir korkusuzluk duygusunu ne kadar cesur olsalar da asla yakalayamazlar. Dediğimiz gibi, sadece güç, kuvvet, cesaret, yiğitlikle bu korkusuzluk ele geçmez. İdealin uğruna elindeki bütün nimet ve değerlerini kaybetmeyi de göze alman gerekir.
Bir Müslüman davası uğruna bütün yoklukları, yoksullukları, acı ve sıkıntıları göze almalı, bunları baştan nefsine kabul ettirmelidir. Bu sıkıntıların hepsi başına gelir veya gelmez o da Rabbimiz’in merhametine ve ihsanına kalmıştır. Bizim gibi kullara düşen, her halde Allah’tan (c.c.) razı olmak, O’nun bizim hakkımızda yaptıklarının, bizim için en hayırlısı olduğuna inanmak, Allah’ın (c.c.) bizi bizden daha çok düşündüğüne, bizim iyiliğimizi bizden daha çok istediğine inanmaktır. Nitekim gerçek de budur. Dolayısıyla bu mevzu sadece akılla çözülemez, akıl ve imanla birlikte çözülür.
Açıkçası şartlı tevekkülle, teslimiyetle, ihlasla veya sınırlı Müslümanlıkla bu cesaret elde edilemiyor. Yani ne kadar çok Allah’ı (c.c.) seversen, o kadar çok O’nu kaybetmekten korkarsın ve o zaman senin cesaret sınırlarını bir sevgi belirler. Bu duygu sende her şeyden güçlüyse, o zaman Allah (c.c.) sevgisini kazanmaktan başka hiçbir şeyin önemi yok dersin. Ve O’nun sevgisini kazanmak veya bu sevgiyi kaybetmemek için her şeyi kaybetmeyi göze alırsın.
İşte gerçek şecaatin asıl sebebi ve kaynağı bu düşüncenin sana verdiği güçtür veya duygudur.”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.