Mimaride Paradigma Değişimi: Nöromimari / İç Mimar Elif Sözer

Mimarlık bilimine holistik (bütüncül) yaklaşmak ne demektir?
Mimarlık, yapıları tasarlarken ve inşa ederken aynı zamanda insanın duygu ve davranışlarını da yeniden tasarlama ve inşa etme gücüne sahiptir. Biyopsikososyal bir varlık olan insan duyularıyla dış dünyayı algılarken o algıların zihinde yarattığı duygular ruh dünyasıyla birlikte bireyin yaşam kalitesini de etkiler. Bu yüzden mimarlık bilimi arkitektonik bilgi, tasarım, estetik, fonksiyonellik gibi bileşenlerin yanı sıra insanı temel alan bir anlayışla oluşturulan bütüncül çalışma alanında, bilimsel-kanıta dayalı bilgiler ışığında pratikte de amaca ve bireye uygun doğru tasarımlar yapmayı hedeflemelidir. Birbiriyle bağlantılı olan disiplinlerden oluşturulan holistik yapı sağlam temelli metodolojiyi besleyeceği gibi yaşayan, sürdürülebilir mimari anlayışla varoluşa katkı sağlar.
Peki neden sinirbilim?
Yapılı çevrenin insan beyni üzerinde doğrudan etkisi bilimsel araştırmalarda kanıtlanmıştır. Çevreden alınan verilerin beyne iletilmesi sırasında yani mekân ve beyin arasındaki etkileşimde beden, aracı bir rol üstenir. Öyleyse öncelikle insanın biyolojik, fizyolojik yapısını; yapısal ve kavramsal beyni tanımak; mekândan alınan duyusal verilerin algı, duygu ve davranışlar üzerindeki, karar verme süreçlerindeki etkilerini irdelemek gerekmektedir. Burada dikkat etmemiz gereken nokta şudur: Duyusal verilerin algıya dönüşme sürecinde bireysel özellikler; yani anılar, travmalar, epigenetik aktarımlar, beslenme düzeni, yaş, cinsiyet, mizaç, sosyo-kültürel alt yapı, inanç, bilinçdışı gibi parametreler etkin bir rol üstlenir.
Tüm bu veriler dikkate alınarak tasarlanacak olan mimari yapılarda hastalıkların veya travmaların iyileşme süreçlerine; yaşlı insanların fiziksel-bilişsel-ruhsal anlamda gençleşmelerine katkı sağlamak, öğrencilerin ya da çalışanların yaratıcılığını, iş birliğini, olumlu davranışlar sergilemesini teşvik etmek, toplumdaki şiddet oranlarının azalmasına destek olmak mümkündür.
Bu bağlamda nöromimari paradigmasını tanımlar mısınız?
Tüm bu yorumlardan yola çıkarak; “nöromimari paradigması mimarlık ve sinirbilim disiplinlerini multidisipliner bir anlayışla ele alan; daha açık ifadesi ile beyin ve mekân arasındaki etkileşime (diyaloğa) odaklanan, çevremizdeki tüm unsurların duygularımızı, davranışlarımızı, karar verme süreçlerimizi nasıl etkilediğini araştıran bir disiplindir” diyebiliriz. Bu etki-tepki mekanizmaları beyin ölçümleme-görüntüleme gibi yöntemlerle bilimsel bir temele oturtturulur ve elde edilen veriler ışığında yapılan tasarımlar daha insan odaklı, sürdürülebilir, yaşayan ve varoluşçu bir mimari anlayış sunar.
Peki siz nöromimari araştırmaları yapan biri olarak kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Ben mimarlık için sinirbilim araştırmaları yapan bir iç mimarım. Sinirbilim (biyoloji, fizyoloji, nöroloji), nöropazarlama, psikoloji, felsefe gibi farklı disiplinlerden harmanladığım bilgileri mimari mekân kapsamında ele alarak nöromimari paradigmasına entegre ettim. Mesleki deneyimlerim beni bu araştırmalara yöneltti. Esasında bu deneyimler öznesi insan olan bir disiplinin insanı nesneleştiren bir anlayışla ele alındığında bağlamından ne kadar kopuk olabileceğini de gözler önüne seriyordu. Ya da olumsuz uyaranların tetiklediği olumsuz davranış biçimlerinin; uyaranlar olumluya dönüştürüldüğünde nasıl pozitif yönde değiştiğini de gösteriyordu. Bu bağlamda ben teoriden pratiğe değil pratikten teoriye ilerledim. Ülkemizde nöromimari çalışmaları olmadığı yıllarda ben zaten bu anlayışla tasarımlarımı yapıyordum. Sezgisel, mesleki yeteneği olan, kullanıcının kişiliğini çözümlemeye çalışan uzman meslektaşlarım da böylesi deneyimler yaşıyor ve kullanıcı için en doğru tasarımların olumlu ruhsal ve bilişsel etkilerini deneyimliyorlardır. İşte nöromimari araştırmaları bu deneyimleri kanıta dayalı, bilimsel bir temele oturtur ve yanılma payını bertaraf eder. Benim de yapmaya çalıştığım şey budur.
Ülkemizde bu kapsamda nöromimari kavramı tarafımdan ilk kez ele alındığı için tabii ki geliştirilmesi gereken yerler olacaktır. Fakat ben bir farkındalık oluşturmak, toprağa bir tohum ekmek istedim. Sonrasında genç meslektaşlarımın pırıl pırıl beyinleri paradigmayı çok ileri noktalara taşıyacaklardır.
Kitaplarımı kurgularken sadece meslektaşlarıma yönelik bir dil kullanmadım. Sosyal hayattan kendi deneyimlerimden nöromimariye katkısı olacak konuları ele aldım. Kâh felsefi yorumlamalarla oluşturduğum kâh mizahı bilimle harmanlamaya çalıştım pasajlara yer verdim. İstedim ki bir ev hanımından sokaktaki simitçiye, polisten doktora, öğretmenden garsona kadar herkes çevresindeki uyaranların duyguları, davranışları üzerindeki etkilerine dair bir farkındalık kazansın. Böyle olduğu takdirde duygu ve davranış kontrolümüzü daha etkin yapabilir, varoluş anlamımızı bulmamız daha kolay olabilir; yaşama sevincimizi, hayata dair umutlarımızı kaybetmeden esenlik içinde bir hayat geçirme şansımız daha da artabilir.
Mekân ve mimari mekânın duyular ve algılarla ilişkisine dair neler söylenebilir? Nöromimari paradigması açısından konuyu değerlendirir misiniz?
Mekân kavramı Arapçada “var olma, varlık, vücut” gibi anlamlara kullanılan “kevn” kökünden gelmektedir. Dünya sahnesinden ilk var olduğumuz, vücut bulduğumuz yer annemizin rahmidir. Plesenta, fetüs için son derece güvenli bir ortamdır. Doğumun ardından annesinin bedeninden ayrılan bebek için en güvenli yer annenin kucağıdır. Acıktığında ağlayan bebek annesine “Beni gör, beni anla ve ihtiyacımı gider!” mesajı verir. Bu ihtiyaç sadece fizyolojik bir ihtiyaç değildir. Emme sırasında fizyolojik doyumun yanı sıra aynı zamanda ruhsal ve bilişsel bir doyum da sağlanır. Ayrıca memeden salgılanan hormonlar ile anne-bebek arasındaki bağlılık duyguları pekişir ve güvende hisseden bebek sakinleşir. Tüm bunlardan yola çıkarak mekânın bilinçdışında, ana rahmindeki “aidiyet ve güven” ihtiyacına karşılık geldiğini söyleyebiliriz. Şöyle düşünün; kendimizi bir yere ait hissettiğimiz anda potansiyelimizi maksimum düzeyde kullanma olasılığımız artar. Bu durum, çevremizde var olan “şey” lerin varoluş amacımızı bulmamıza verdiği destek sonucu gerçekleşir. Birey yaşam sahnesine adım attığı andan itibaren bilinçli ya da bilinçsiz olarak varoluş mücadelesi vermektedir. Sadece fiziksel ihtiyaçların karşılandığı mekânlarda birey-mekân ilişkisi kopuktur ve mekân duygusal ya da bilişsel anlamda bireyi baskılar. Oysa mekân, bireye dış dünyadan korunaklı ve güvenli bir yaşam alanı sunarken aynı zamanda bireyi özgür de bırakmalıdır. Yani baskılayıcı, engelleyici ve bağlayıcı unsurlar içermemeli, bireyin varoluşunu desteklemelidir. Nöromimari paradigması ile gelişen “varoluşçu mimari” anlayışının temelinde bu düstur vardır.
Peki mekân bunu nasıl yapar?
Mekân, insanlarla çağrışım yoluyla iletişim kurar. Yani bulunduğumuz ortamdaki tüm öğeler kullanıcısına sufle verir. Bu sufleler (veriler) renk, form, koku, doku, ses (müzik) gibi fenomenler ile çevreden alınır ve duyular yoluyla beyne iletilir. Bu şekilde başlayan algısal süreç, bilinçdışı mekanizmaları ile de etkileşerek duyguları ve davranışları yönlendirir.
Algısal süreçte öznel parametreler çevreden gelen duyusal uyaranlar ile etkileşerek bunalma, neşelenme, hüzünlenme, öfkelenme, enerjik hissetme, odaklanma gibi nedeni fark edilemeyen duyguların açığa çıkmasında rol oynar.
Bu noktada mimarın kendi tasarım stilini, bireysel özellikleri dikkate almadan genel olarak kullanılan “cookie-cutter” tasarımları ya da trend olanı müşterisine dayatmasından ziyade kullanıcının zevk, istek, kişisel özelliklerini ve ihtiyaçlarını analiz etmesinin ardından tasarım kriterlerine uygun tasarımlar yapmasının mesleki açıdan doğru bir yaklaşım olduğu kanaatindeyim. Örneğin mavi, sakinlik dinginlik rengi olarak bilinir. Ama çocukluğunda boğulma tehlikesi atlatmış biri için mavi “boğulma ve ölüm tehlikesini” çağrıştırabilir. Mekân tasarımı yaparken bu tür öznel parametreleri detaylıca analiz etmek gerekir.
Mekânların çağrışım yoluyla iletişim kurduğunu ve bu çağrışımların duyguları ve davranışları yönlendirdiğini söylediniz. Bunu biraz açar mısınız?
Müsadenizle bu sorunun cevabını beni nöromimari araştırmalarıma yönlendiren bir deneyimimle açıklayayım.
2000’li yıllarda projelerimde kullanıcılara “Mekân-Kullanıcı İlişkisi” başlığı altında bir anket düzenlenmeye başladım. Ankette mekânsal unsurların çağrışım yoluyla kullanıcıların bilinçdışına etkisini tespit etmeye çalışır ve tasarımlarımı anket sonucundaki analizlere göre planlardım.
Sorulardan bazıları şu şekildeydi:
Aşağıdaki olayları hangi renkle tanımlarsınız?
1. Toplantıya beş dakika kala üzerine kahve dökmek.
2. Çok yoğun bir günün ardından eve gidip en sevdiğiniz diziyi izlemek.
3. Ameliyathanenin kapısında çok sevdiğiniz birinin ameliyattan çıkmasını beklemek vs.
Bunlar gibi sorular; kullanıcının “çözüm bulmak, dinlenmek, çaresiz hissetmek” gibi durumların hangi rengi çağrıştıracağı konusunda ipuçları barındırır.
Anket sonuçlarından elde ettiğim verilere göre tasarladığım birimlerdeki personelden son derece olumlu dönüşler aldım; iki çalışan hariç…
Muhasebe odasında kullandığım yeşilin personelin köyündeki türbe yeşilini çağrıştırması sonucu genellemelerin veya indirgemeci yorumların yanlışlığını deneyimledim.
Yayın yönetmeninin birkaç kez cevapları değiştirmesi ve uygulama sırasındaki sıklıkla müdahale etmesi sonucu ofisinde uygulanan duvar dekorunun, yönetmenin kendiyle yüzleşmesi ve depresif duygularını tetiklenmesi ile kullanıcının ne istediğini tam olarak bilmeyebileceği ve mimarın kullanıcı ile yaptığı görüşmeleri yanlış değerlendirebileceği; bunun sonucunda da yanlış mesajlar veren mekânlar tasarlayabileceği, dolayısıyla tasarımı bilimsel, kanıta dayalı bir metodoloji ile ele almam gerektiğini deneyimledim.
Başka bir projemdeki deneyimim ise mekânsal öğelerin doğru kurgulandığı takdirde davranışları nasıl büyük oranda değiştirebileceğini gözler önüne sermektedir.
2007-2008 yıllarında bir okul projesi için kuruma çağrıldım. Okulun ana giriş kapısından içeri girdiğimde kapının tam karşısında içi kum dolu kırmızı kovalar ve kırmızı saplı küreklerin olduğu bir yangın köşesi olduğunu gördüm. Duvarlar 120 santimetreye kadar soğuk mavi, oradan tavana kadar buz beyazı renkte boyanmıştı. Giriş alanı, okuldan daha çok itfaiye izlenimi veriyordu. Dedim ki; “burası okul gibi değil ki, itfaiye gibi.” Peki, bu izlenim öğrencilerin beyinlerine nasıl bir mesaj gönderir? “Dikkat et! Her an yangın çıkabilir. Hızlı davran! Yoksa yangın ilerleyebilir ve sen de ölebilirsin.”
Nitekim yönetim ve öğretmenlerin en büyük şikâyetleri öğrencilerin okula gelmek istemedikleri, devamsızlık probleminin çok olduğu, tehlikeli bir hızda merdivenlerden indikleri, duvarları tekmeledikleri, dersi dinlemedikleri şeklinde idi.
Okulun kısıtlı bütçesi olduğundan rengi kullanarak öğrencileri olumlu davranışlara yönlendirebileceğimi düşündüm. Koridor ve sınıfları öğrencilerin yaşlarına uygun olabileceğini, bilişsel performanslarını yükseltebileceğini düşündüğüm renklere boyattırdım. Ardından duvarlara öğrencileri saygılı, sakin davranmaya teşvik edecek, okulun güvenli olduğu çağrışımları yapacak desenler çalıştım.
Okul açıldıktan sonra uyguladığım renk ve desenlerde yönetimin ve öğretmenlerin şikâyet ettiği konuların düzeldiğine dair yorumlar aldım; devamsızlık oranı azalmıştı, öğrenciler merdivenlerden sakince iniyorlar, duvarları tekmelemiyorlardı. Çünkü itfaiye çağrışımı ile ortaya çıkan “yangın var, tehlikedesin” mesajı ortadan kalkmıştı. Okulun yetersiz koşullarına adapte olmaya çalışırken zorlanan öğrenciler için okul; aidiyet ve güvende olma ihtiyaçlarını karşılayan bir yuvaya dönüşmüştü. Daha sonraki yıllarda duvarlar, desenleri muhafaza edecek şekilde aynı renge boyatılmaya devam edildi (sanırım on yıl boyunca).
Fakat bu projedeki -bence- en büyük başarı anasınıfı öğrencilerinin okula alışma sürelerinin kısalması idi. Çocuklar daha önce okula gelmek istemiyorlardı. Çünkü anneden ayrılan çocuk kaybetme, yoksunluk, güvensizlik, kaygı, korku, öfke gibi zorlayıcı duyguları yaşar. Beş, altı yaş aralığındaki çocukların sınıflarını öyle tasarlamalıydım ki hem kendilerine yabancı bir ortam olmayarak çocukları güvende hissettirecek hem yaşlarının enerjisini mekânda görerek kendilerine “arkadaşlık” eden unsurların olduğu bir ortamda oyunlar oynayabilecek hem de eğlenirken öğrenebilecekleri bir sınıfta eğitim-öğretimlerine devam edeceklerdi.
Bu projenin başarısı, “küçük veri” çalışmasına önem vermemden ve “mekânla hemhâl” olmamdan kaynaklanıyordu. Sadece öğrenci profillerini dikkate almadım aynı zamanda aile profillerini de değerlendirmeye kattım. İklim, bölge, proje süresi, okulun ekonomik imkânları gibi kısıtlayıcı nedenlere rağmen olabilecek en uygun tasarımı hayata geçirdim ve benim bile tahmin etmediğim tatmin edici bir sonuç gelişti.
Nöropazarlama bu konunun neresinde duruyor?
Yukarıda bahsettiğim “küçük veriyi keşfetme” çalışmaları esasen nöropazarlama araştırmalarında kullanılan bir yöntemdir. Araştırmalarım sırasında da nöropazarlama çalışmalarından çok istifade ettim. Bilinçdışının insan davranışları üzerindeki gücünü, duygusal sistemlerin karar verme süreçlerine etkisini keşfeden pazarlama sektörü, sinirbilim araştırmalarını markalarının satış oranını yükseltmek amacıyla kullanırlar. Pazarlama sektöründeki profesyoneller, tüketicilerini manipüle edecek duygusal tepkiler verecekleri kampanyaları ve reklam duyurularını oluşturmak için çeşitli araştırmalar yaparlar.
Beynin karar verme süreçlerine ilişkin yapılan en kapsamlı örnekler nöropazarlama alanında öncü, uzman ve saha araştırmaları yapan bilim insanlarının çalışmalarıdır. Özellikle Malcolm Gradwell, Martin Lindstrom, David Eagleman gibi bilim insanları yaptıkları nöropazarlama araştırmalardan elde edilen analojik veriler, bu araştırmaların sadece pazarlama sektöründe değil “insan” faktörünün etkin olduğu her alanda kullanılması gerektiğini gösterir. Bu nedenle nöropazarlama araştırmalarını -sinirbilim disiplininin yanı sıra- mimarlık disiplinine entegre etmenin doğru ve kestirme bir yol olacağı kanaatindeyim.
Mimarlar ve sinirbilimciler neden birlikte çalışmalıdır?
Mimar ve sinirbilimcilerin neden birlikte çalışması gerektiğin bir paradoksla cevaplayabiliriz. Şöyle ki; binalar insan beyninin ürünüdür. Beyin ve bedenler, binalarda günlerinin ortalama %87’sini harcarlar. Bu süre zarfında beyin ve mekân arasında sürekli bir etkileşim gerçekleşir. Mekânların bilinçdışını doğrudan etkileyebileceği; dışavurum süreçlerinin bilinçsiz, otomatik ve dürtüsel gerçekleştiği bilimsel çalışmalarda kanıtlanmıştır. Bunu “tasarım tasarımcısını tasarlar” paradoksuyla yorumlayabiliriz.
Mimarların yetenekleri, deneyimleri, yetkinlikleri, mesleki önsezileri ve sinirbilimcilerin kanıta dayalı verilerini ortak muhteviyatta değerlendirerek bu doğrultuda tasarım kriterlerine uygun alanların oluşturulması insan ve mekân arasındaki iletişim dilini doğru biçimde kurgular ve bu da insanın varoluşuna hizmet eder.
Bu holistik yaklaşımın ve bilginin (mimari parametrelerinin) pratikte yaşama katılması anlamında neler söylenebilir?
Örneğin keskin köşeli mobilyalar seçmek yerine daha organik, amorf formlu mobilyalar kullanmak daha sakin veya yumuşak tepkilere yönlendirebilir. Kontrast renklerle yakalanan denge içsel dengemizi yakalamamıza veya muhatabımızla çatışmaya girmeden tartışmamıza katkı sağlayabilir. Nörokokulandırma ile güven duygusu tesis edilerek gerginlik azaltılabilir. Gün ışığına erişim sirkadiyen ritmimizi düzenlememize dolayısıyla performansımızı daha verimli kullanmamıza neden olabilir. Dinginleştirici, sakinleştirci müzikler daha sakin davranmaya teşvik edebilir.
Japonya’da pek çok büyük işletme limon kokusunu zindelik verici etkisinden dolayı sabahları, çiçek kokularını dinlendirici etkisinden dolayı öğle saatlerinde, odunsu kokuları da öğleden sonra düşen motivasyonu arttırmak için kullanır.
2006 yılında açıklanan verilere göre, Londra metro istasyonunda hoparlörden klasik müzik çalınmaya başladıktan sonra kapkaçların %33, personele yönelik saldırıların %25 oranında azaldığı, trenlere ve istasyona zarar verme eylemlerinde ise %37 oranında bir düşüş olduğu belirtilmiştir.
Bunlar gibi örnekleri kitaplarımda detaylıca ele aldım.
Dünyadaki sağlık uygulamalarında, doğanın iyileşme süreçlerine etkisi bakımından bu konu nasıl ele alınmaktadır?
Nöromimarinin öncelikli hedeflerinden biri stres seviyesini düşürecek ortamlar yaratmaktır. Bunu renklerin, formların, kokunun, müziğin vs. etkileyici güçlerini dikkate alarak, biyofilik tasarım öğelerini hortikültürel (bağ-bahçe işleri) terapi uygulamalarını kullanarak, mekânsal yönlendirmeyi anlaşılır kılarak vs. yapabiliriz.
Nöromimari uygulamalarında mekân, bir nevi koruyucu hekim gibi çalışır. Sağlığı bozacak uyaranlar veya etkenler bertaraf edilerek fiziksel, ruhsal ve bilişsel sağlığın korunması öncelikli olarak ele alınır. Mekânsal fenomenlerde malzemelerin ham maddesi, doğaya zarar vermeden üretilmiş olması, iyileşme süreçlerine katkı sağlamasının yanı sıra insan sağlığını koruyacak nitelikte olması gibi faktörler nöromimari uygulamalarının kapsamında bulunan bileşenler arasındadır.
Peyzaj tasarımcısı Maggie Keswick’e üç ay ömrü kaldığını öğrenmesinin ardından tedavisi sürecinde dünyaca ünlü mimarlık kuramcısı eşi Charles Jencks ve tıbbi ekiple birlikte doğanın ve mimarinin iyileştirici etkilerini barındıran, daha sonradan “umudun mimarisi” olarak isimlendirdikleri ilkelerle tasarlanan yeni bir kanser tedavi merkezi fikri üzerinde çalıştılar.
Belirsizlik ve bilgisizlik korkuyu körükler. Hastalar ölüm korkusu içinde yaşama sevinçlerini kaybetmemelidir ve kendi tedavileri üstünde hak sahibi olmalıdır.
Merkezler olabildiğince doğal, yeşil alanla iç içedir. Tüm merkezler Jencks çiftinin çevre ve binaların birlikte insanları nasıl daha enerjik, rahat ve mutlu hissettirebileceği; insanlar üzerindeki iyileştirici etkileri konusunda yaptıkları araştırmalardan çıkardıkları sonuçlara göre tasarlanır.
Açıklık, şeffaflık, biyofilik tasarım kriterleri, hortikültürel terapi, doğru renk kombinasyonları, doğal ışığın kullanımı, ahşabın sıcaklığı ve kokusu, organik ve akışkan formlar, taze havanın hissedilmesi gibi unsurlar hastaların kendilerini gözle görülür biçimde daha iyi hissetmelerini sağlar.
Maggie Merkezleri’nde yapılan araştırmalarda mimari çevrenin hastaların iyileşme sürecine olan olumlu ve gözle görülür etkisinin ortaya konulmasının ardından İngiliz Tıp Birliği sağlık kurumlarının bina tasarımına da öncelikli önem verilmesi gerektiği vurgulayan bir bildiri yayımlanmıştır.
Son olarak neler söylemek istersiniz?
Mimarlık salt yapısal bir argümanla sınırlandırılamaz. Tasarım; arkitektonik bilgi, antropometrik data, işlevsellik, estetik, trend olanı tasarlamak gibi parametrelerden çok daha fazlasıdır. Mimarlık sadece perde beton, radye temel, sismik izolatör vs. değildir; hele hele üç boyutlu çizim programlarını iyi kullanabilmek hiç değildir.
Mimarlık disiplininden ruhu sıyırdığımızda toplumda apatizmin, sosyal otizmin yaygınlaşmasına katkıda bulunuruz. Tasarımlarımızda fiziksel ihtiyaçlar kadar ruhsal ve bilişsel ihtiyaçları, kişilik özelliklerini de göz önünde bulundurmalıyız.
İç mimar olmam hasebiyle paradigmayı oluştururken duyusal ve algısal süreçleri mekân algısı bağlamında ele aldım. Fakat nöromimarinin analojik verileri iç mekânlardan kentlere kadar geniş spektrumlu bir birikimi içermektedir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.